Geçen yüzyıllar ve bu yüzyıl arasında bir kıyas yapılsa zannediyorum aralarındaki belirgin farklardan birisi de “hız” ile alakalı olurdu; kağnı arabasından füzelere uzanan süreçte her şey o kadar çabuk değişiverdi ki abartarak söylersek bu hızın kendisi bile artık kendi çapını çoktan aşmış bir vaziyete bürünüverdi .Abartısıda bir yana hakikateninsanlık tarafından ses ve ışık hızına kafatutulduğu bir yüzyılda yaşıyoruz... Hatta, Cern ve Amerika’daki Princeton University’e göre tecrübelerden elde edilen neticelerde ışık hızı daaşılmış vaziyettedir… Teknolojik gelişmelerin bu “amansız” hızı, aşırı değişken tabiatı, hâliyle toplumların hayat tarzlarını etkilemekte ve en çok da sosyal bir varlık olarak insanın birbiriyle irtibatı noktasında çok büyük kolaylıklar getirmektedir. Bize bir gün yahut bir haftalık mesafedeki bir yer ile anında irtibat kurabilme, sanki oradaymışçasına varmak yahut görmek imkânını sağlamaktadır.Hayatımızın her alanına değen ve ister-istemez tesirinde kaldığımız bu değişiklikler ilişki biçimlerine haddinden fazla tesir etmekte, evvelden kazandığımız alışkanlıkları yıkarak yerine yenilerini getirmektedir; yeni şartların ani değişimleri belirli bir kültür zemini içinde hesap edilerek hayatlara intibak edilmediğinde eski şartlar ile yeni şartlar arasındaki tavırlar, davranış biçimleri, yani bir hâdise karşısında aldığımız reaksiyon, ruhla bitişik bir bedende yaşamamızdan doğan ilginin fiillerde beliren rengi olan ahlâki tutumlarımız da bu şartlar karşısında bocalayarak yeni tavırlar geliştirememektedir. Nitekim -birebir karşılığı olmasa da- görüntülü konuşmanın da sıradanlaşmasına nazaran söyleyelim, bir başkasının evinin içine, hatta misâli azıcık gererek söylersek telefonunu acil bir mesele için yatak odasında başucuna bırakmış numarasını arayabileceğimiz herhangi bir kimsenin yatak odasına bugün rahatlıkla yahut da rahatsız olarak girebilmekteyizdir… Elbette, bu hatırlattığım misâlle ikili ilişkiler içerisindeki mahremiyet sınırlarını hesap etmeye yahut ahlâkî bir tavsiye vermeye çalışmıyorum; söylemek istediğim, mesela İslâmi usullere az-çok riayet eden birisinin evvelden herkesçe bilinen ve yabancı bir eve girmenin adabına uyduğu şartlar ile bugünkü teknolojik icatlar sebebiyle şu vaziyetten doğan şartlar karşısındaki tavrının ne ve nasıl olması gerektiğinin kanunlarını artık kim belirlemektedir?

Haddi zatında “tatbik fikri” dediğimiz şey de bundan daha başka bir şey değildir; şu bir misâli bin ile çarpıp hayatımızda yer eden yeni aletlerle toplumumuzda yer eden eski alışkanlıkların bugün neye dönüştüğünün yahut neye dönüşmesi gerektiğinin tahlilini hâlinden anladığımıza göre bugünkü devlet anlayışı yapamayacağına göre, belki insanlar için en olmadık gözüken fakat tesirleri cemiyeti baştanbaşa değiştirme kudretine mâlik bu tip meseleleri ancak ve ancak yeni bir dünya görüşünün tatbik edicileri yapabilirler… (Alakasına binâen “dünya görüşü” meselesine de atıfta bulunduğumuza göre mevzuumuza devam edebiliriz.)

Telefon bahsindeki sadecebu  tek misali eskiye nazaran her yeni icada, her yeni alet hakkında düşündüğümüzde elimizdeki bir, bin’e,tek meseledeki bu çapraşık vaziyetler ise gittikçe giriftleşerek farklı disiplinlerin mevzuu olmaya doğru gidecek ve iş kabara kabara önümüzde çözülmesi gereken problemlere dönüşecektir ki, zannediyorum bu görüş bile bugünkü vaziyetin-realitenin kendisi karşısında iyimser bir tahmin olacaktır…

Makinenin bu amansızca denilebilecek azim tesiri gelenek olarak yerleşmiş alışkanlıkları –ki otomat bir biçimde alışkanlığın tesiri altında kalmakla mesela geleneğin tesiriyle ortaya çıkan alışkanlık olarak iyilik yapmak arasında da farklar vardır- günden güne değiştirmekte, adeta herhangi bir şeyi kaybettiğini bilmeyen herhangi birisinin sermayesini günden güne eritirken neyi kaybettiğini zaten bilmeyen bu kimsenin de artık mevzuyu kavramak şöyle dursun bilmesine bile imkân vermemektedir…
Zaten “devlet” dediğimiz bir nevi yüksek kontrol mekanizması da bunu için vardır; insanların, haliyle toplumların maruz kalabileceği kötü tesirlerin önünü kesip iyiye sevk etmeye ve işte bu sevk ve idarenin insanı kuşatıcı her mesele bakımından hesap edilerek yapılmasına da bu sebebten “iyi bir yönetim biçimi” denilmektedir. Neye göre ve nasıl olduğu ayrı bahis, bugün Türkiye’de ve dünyada tüm devletler, belki de istisnasız denilebilecek çapta bu makine tesirinin ortaya çıkarttığı sosyal problemler mevzuunda yalnızlaşma sendromları ve suç nisbetinin katlanarak artması noktasındansöylersek yönetimlerinde başarısahibi değillerdir; her ne kadar bazı büyük devletler bize nazaran- kendi icadları olması bakımından, kültürüne vakıf olmalarından ötürü-makine bahsinde uyum olarak daha ileride olsalar da bu “uyum” mevzuu makineyi belirli maddi sahalara uygulamakta kalmış, insan ve makine arasındaki ruhi intibak dediğimiz kıvam sağlanamamıştır… Yazımızın mevzuu da işte tam bu noktada başlamaktadır…Tuhaf gelebilir ama bana kalırsa makine terakkisi arttıkça bu nisbette ruhun açlığı artarak bütün dünyada müziğe olan alaka fazlalaşmış ve makinenin insan ruhunda doğurduğu boşluğun tepki yahut ihtiyaç kuvveti olarak bütün dünyada müziğe olan alaka geçen yüzyılın başından bu yana yükselerek aşırı bir şekilde ilerlemiştir. Nitekim Alman biyografi yazarı, felsefeci Rudiger Safranski aynı mevzuya şöyle yaklaşmaktadır ki bugün müziğin bir nevi “varoluşumuzun temel sesi” haline geldiğini savunur:
“Müzik aşkınlaşmayı toplumsallaştırmış ve kitlesel bir spor hâline getirmiştir. …Diskotekler ve konser binaları günümüzün katedralleridir. …”

Safranski’nin içinde bulunduğu kültür zeminine nazaran söylediği “katedralleri” biz “camiler” olarak da okuyabiliriz; neticede bu kelime söylenirken seçilen “katedral”le kastedilen mânâmüziğin, insan ruhunu besleyen yeni bir ibadet şekli olduğudur… Bu mevzuda dikkatimi çeken ilk husus “varoluşumuzun temel sesi”nin kıyas unsuru olarak “katedral” seçilmesi ki, Safranski bilerek-bilmeyerek insandaki ibadete olan ihtiyacı belirtmiştir; varoluş ile ibadetin bu kıyası bizim dünya görüşümüze göre tam anlamıyla bitişiktir ve meşrebimizce insan “ibadet etmek” için yaratılmıştır… Tabiî,ya fikir yahut ta hayat tarzı olarak memleketimizde sayısı sürüsüne bereket peşinen bu mevzuya karşı çıkanların bu fiili doğru yoldan Allah için yapmayıp yerine göre fani şahıslara yerine göre sermaye hırsına tevil ederek yapmalarının da tersinden de olsa esasen bir ibadet olduğu mevzuuna girmeden şu ikâzla notumuzu düşmüş oluverelim…

Devam edersek...  Kral’ın aynı zamanda kiliseyi temsil ettiği yahut Padişah’ın Allah’ın halifesi olduğu dönemlerin ardından gelen değişimlerin yol açtığı bir serüven olarak sekülerleşme, dini anlayışları belli bir çerçeve, kalıp içinde hapsetmiş, arada geçen zaman zarfında ise bir heyûla gibi ortaya çıkartılan ve adeta tanrılaştırılan makine davası,önüne, ruhundan kopartılmış aklı da alarak bütün dinlerin yerine geçmeye ahdetmiş bir budala olarak hortlamıştır. Nitekim dikkat edilirse, geçen yüzyılın bütün büyük şair, sanatçı ve felsefecileri adeta “bilim mi din mi” diye kavgası bugün en ciddi şekilde kopartılacak mevzuyu sezmişler ve bu meyanda eserler vermişlerdir… 1880 senesinde Alman bestekâr Wagner’inParsifal isimli eseri üzerine çalışırken düştüğü şu not hayli enteresandır: “denilebilir ki dinin yapay hâle geldiği yerde, dinin çekirdeğini kurtarmak sanata düşer; dinin çekirdeği ise dünyanın faniliğinin bilinmesinde ve bu fikirdendünyadan özgürleşme buyruğunu delillendirmede…”

Bir başka Alman’ın, filozof Strauss’un Wagner’i “sanatı bir din ikâmesi düzeyine yükseltmeye çalışmakla” suçlaması bugünden bakıldığında hiç de tuhaf gelmiyor; Batı kültürünün bugün bütün dünyadaki etkisiyle –ki bu mânâda ABD de tam anlamıyla bir Batı’dır- bütün toplumlar aynı problemlerle cebelleşmek durumunda kalmaktadırlar. Makinenin azim tesiri karşısında ve dinlerin aradan çıkartıldığı bir dünyada doyurulamayan her ruh bir şekilde açlığını bastırmaya çalışacak ve en şen’i fiillerden en latif sanat dallarına kadar uzanan bir genişlikte her yol tecrübe edilecek ve edilmektedir. İşte herkesin her şeye imkân bulamadığı bir vasatta da böylesi bir ruh açlığına karşı nüfusu habire artan toplumların ulaşabileceği bir çıkış noktası olarak müzikten daha etkin ne olabilirdi ki?İlericilik davası adına kendisi aradan çıkartılan ve çıkartıldıktan sonra bilerek-bilmeyerek habire aranan o şey, ruh, intikamını mı almaktadır?

Baran Dergisi 613. Sayı