“Aklıyla övünen kişi, hücresinin genişliğiyle gururlanan mahkûma benzer.”
S. Weil
Simone Weil, 1909'da, Musevî bir ailenin agnostik olarak büyütülen iki çocuğundan biri olarak Paris'te dünyaya geldi. Çok zeki bir kızdı. Henüz çocukluk yıllarında bunun farkına varan ailesi, onun eğitimine özel bir önem gösterdiler. Mesela Weil'in oniki yaşında Antik Yunanca öğrenerek ileri seviyede kitapları okuyabilmesi bunun bir işaretiydi. Gençliğinde işçi hareketine katıldı. Politik yazılar kaleme aldı, gösterilerde yürüdü ve işçi haklarını savundu.
1928 senesinde Ecole Normale Superieure sınavlarında birinci oldu. Aynı sınavda ikinci olan kişi yine bir kız öğrenci idi ve Weil’in adaşıydı: Simone de Beauvoir. Beauvoir de üniversite yıllarında Simone Weil gibi öğrenci hareketlerine ve boykotlara katılmış, işçi haklarını savunmuştu. Üniversite bitince, Weil, işçilerle birlikte fabrikalarda çalışmayı, onlar gibi yaşamayı tercih etti. Beauvoir ise “entelektüel” çevreye dahil olarak kitaplarına gömüldü. Beauvoir daha çok “kadının özgürlüğü” üzerine kafa yorarken, Weil cinsiyetle hemen hiç ilgilenmedi. Yıllar sonra Simone de Beauvoir, Weil’i çok kıskandığını itiraf edecekti. Nesini kıskandığını soranlara cevabı kısacıktı: “Yüreğini”…
Simone Weil, 1931'de öğretmenlik diplomasını alarak Le Puy adlı kız okulunda felsefe öğretmeni oldu. Öğretmenliğinin yanı sıra tüm eleştirilere rağmen marksizme inanan bir kişi olarak işsiz ve grevdeki işçiler arasına girerek mahallî politik eylemlere katıldı. Sonraları Marksist görüşlerinden vazgeçmesine rağmen, demokratik ve kapitalist toplumlara ilişkin görüşlerini yazmaya devam etti. 1934'de sıradışı metotları sebebiyle öğretmenliği bırakmaya zorlandı ve Paris fabrikasında çalışmaya başladı. Kötü sağlığı sebebiyle fabrikada fazla çalışamadı. 1936'da öğretmenliğe geri döndüyse de çok fazla devam edemedi. Aynı yıl İspanya'ya giderek İspanya İç Savaşı'nda anarşist cepheye katıldı. Silah kullanmadı, cephe gerisinde görev aldı, fakat orada da fazla duramadı. Ruhundaki arayışı topluma, toplumun acılarına ortak olarak gidermeye çalıştığı bu yılların ardından, kendi içine dönmek zorunda kaldı. Teselliyi “tesellisizlikte” aradı:
- “Tam bir kopmaya ulaşmak için mutsuzluk yeterli değildir. Tesellisiz bir mutsuzluk gereklidir. Hiçbir teselli olmamalıdır. Tesellinin tasarımı bile olmamalıdır. Sözle anlatılamaz bir teselli böylece yukarıdan iner.”
Böylece Tanrı üzerine düşünmeye başladı. Solesmes Manastırında keşişlerin söyledikleri ilahileri dinlerken çok etkilendi ve mistisizme yöneldi. Bir Yahudi olarak Hristiyanlığa ilgi duymaya başlamıştı. Azizlerin hayatları, Hint felsefesi onun için bir umut ışığı oldu.
Şöyle yazıyordu, “Tanrı’nın Lütfu” isimli eserinde:
- “Yan yana zindanlarda duvara vurulan darbelerle irtibat kuran iki tutsak. Duvar onları ayıran ve aynı zamanda onlara irtibat kurma imkânı veren şeydir. Biz ile Tanrı arasındaki durum da böyledir. Her ayırım bir bağlantıdır.”
Aslında ruhunun arayışı yöneltiyordu onu mistisizme, Hristiyanlığın sadece adı vardı. Hastalığına rağmen, “açlık”la terbiye ediyordu kendini. Ne var ki, ruhunun açlığı doymuyordu fizikî açlıkla. Şöyle yazacaktır:
- "Olmak ve sahip olmak. İnsanın varlığı yoktur, yalnızca sahip olduğu vardır. İnsanın varlığı perdenin arkasında, tabiatüstünün olduğu taraftadır. Kendisi hakkında bilebileceği şey, yalnızca şartların ona verdiği şeydir. Ben benim için gizlidir (ve başkası için de); ben Tanrı tarafındadır, Tanrı'dadır, Tanrı'dır. Gururlu olmak, Tanrı olduğunu unutmaktır... Perde, insanın sefaletidir; İsa için bile bir perde vardır.”
1942 baharında, ölüm yatağına düşmeden bir sene önce Weil, yakın dostu ve sırdaşı, ilahiyatçı Perrin'e, bir çeşit ruhî biyografi olarak adlandırdığı uzun bir mektup yazar ve şöyle der o mektubunda:
- “14 yaşında, ergenliğin getirdiği dibi olmayan umutsuzluk krizlerinden birine yakalanmıştım ve aklî melekelerimin yetersizliği nedeniyle gerçekten de öleceğimi sanıyordum. Pascal ile kıyaslanabilecek bir çocukluk ve gençlik yaşamış olan abimin sıradışı yetenekleri bana büyük bir aşağılık hissi yüklemişti. Görünür başarılar elde etmemiş olmak pek umurumda değildi, bana asıl acı veren şey yalnızca büyük yeteneklerin ulaşabildiği ve hakikatin yattığı o krallıktan dışlanmış olma fikriydi. Hakikatler olmadan yaşamaktansa, ölmeyi tercih ediyordum. Yaşadığım bu dahilî karanlıktan aylar sonra, ansızın, tabiî yeteneklerden yoksun olsa da, eğer hakikati gerçekten arzuluyorsa ve sürekli olarak tüm dikkatini hakikati bulmaya veriyorsa; herhangi bir kimsenin de dehalar için var olan o krallığa giriş yapabileceğinin farkına vardım.”
Weil'e 1943'de tüberküloz teşhisi konur. Doktorları tarafından dinlenmesi ve iyi bir diyet programı takip etmesi istenir. Ancak o, politik eylemlere katılmaya devam eder; ülkesindeki direniş sebebiyle duyduğu üzüntüyle, yiyeceğini ülkesindeki insanların yiyeceği oranında kısıtlar ve oldukça az bir yiyecekle yetinir çoğu zaman. Bir derviş gibi yaşamaya çalışır. Paraya önem vermediği için özel bir tedavi de kabul etmez.  Simone Weil, 1943 yılının Ağustos ayında ve henüz 34 yaşındayken kalp yetmezliğinden öldüğünde, ölüm raporunda şu ifadeler yer alır: "Merhume, zihin dengesini yitirerek yemek yemeği reddedip kendini öldürdü."
Oysa Weil şöyle yazmıştır “ölüm” hakkında:
- “Koparmayan her acı, kaybedilmiş bir acıdır. Soğuk çölden, büzüşen ruhtan daha korkunç hiçbir şey yoktur. Ovidius. Plautus’un köleleri. Sevilen ve gözlerinin önünde olmayan bir şeyi veya bir varlığı, belki de bu şeyin yok olduğunu veya bu varlığın yok olduğunu düşünmeden hiçbir zaman düşünememek. Bu düşünce gerçeklik duygusunu yok etmez, hattâ daha yoğun hale getirir. “İsteğin gerçekleşsin” dendiği her defa, mümkün olan bütün mutsuzlukları bütün olarak tahayyül etmek.
Kendini öldürmenin iki tarzı vardır: intihar veya kopma. Sevilen her şeyi düşünceyle öldürmek: bu, ölmenin tek tarzıdır. Ama bu, yalnızca sevilen için söz konusudur. (Babasından, annesinden nefret etmeyen için… Ama: düşmanları seviniz…) Sevilenin ölümsüz olmasını arzulamamak. Kim olursa olsun bir insanın ne ölümsüz, ne de ölü olmasını arzulamamak gerekir.
Cimri, hazinesine duyduğu arzuyla, ondan yoksun kalır. Bütün hazinesini dünyadaki bir şeyin içine koymak mümkünse, Tanrı’da saklamak neden mümkün olmasın? (…)
Böylece yalnızca tam kopma, çıplak nesnelerin bu yalancı değerler sisinin dışında görülmesini sağlar, işte bu nedenle Hazret-i Eyub’a dünyanın güzelliğinin görünmesi için ülser ve aşağılık insanlar gerekmiştir. Çünkü ıstırap olmadan kopma olmaz. Ve kopma olmadan da, nefretsiz ve yalansız katlanılan ıstırap yoktur. (…)
Hayatları hiçbir şekilde ölüme tercih edilir olmadığı hâlde, bu mekanizmayla, mutsuzlara hiçbir şey hayattan daha tatlı görünmez.
Bu durumda ölümü kabul etmek, tam kopmadır.”
Çoğu eseri ölümünden sonra yayınlanmıştır. Eserlerinin günümüze ulaşmasını sağlayan ise arkadaşı Gustave Thibon olmuştur. Eserleri bir “inanış” destanı gibidir. Ne Hristiyanlıktaki ne de Hint felsefesindeki gibi değildir onun “inanış”ı. Eserlerinde sürekli kendini ve “inanışını” didikler ve tecrübelerini yazar. Türkçe’ye tercüme edilmiş tek eseri “Yerçekimi ve Tanrı’nın Lütfu”dur. Bunun dışında 3 eseri daha vardır: L'Enracinement (The Need for Roots) - Köklendirme (1949), Attente de Dieu (Waiting on God) - Tanrı’yı Bekleme (1950),  Oppression et Liberté (Oppression and Liberty) - Zulüm ve Özgürlük (1955).
Simone Weil, 34 yıllık kısacık hayatında, savunduğu hemen herşeyi “tecrübe” etmişti. Bir derviş gibi yaşadı, bir derviş gibi de öldü.
 
KAYNAK:
Simone Weil, Yerçekimi ve Tanrı’nın Lütfu, Mor Yayınları, Ankara 1999.

Baran Dergisi 458. Sayı