Sinema nedir? Ne kadar yönetmen varsa, belki o kadar da “tarifi” olan bir sanat dalı. İranlı yönetmen Mecid Mecidî’nin de bir sanat anlayışı var; filmlerine ödüller kazandıran da, zaten onun sinema dili. Nedir bu dil? Minimal bir dil, samimi, sıcak hikâyeler. “Serçelerin Şarkısı”, “Baran”, “Cennetin Rengi” gibi…

Fakat, Mecid Mecidî’nin, son filmi, “isminden” başlayarak problemlerle dolu. “Allah’ın Elçisi” alt başlığı ile “M…….”. O’nun has ismini böyle fütursuzca afişlere çekmek?!
Afişlerinden taşan bir Hıristiyan “ikonizmi”… Sanki Hazret-i Meryem’in kucağında Hazret-i İsa! Nur nasıl görselleştirilir? Gökten inen bir “ışık hüzmesi” ile mi? Bu kadar sığ, bu kadar kaba? Sonra o “nurlar nuru”, çocukluğu bile olsa, nasıl bir oyuncu ile “temsil” edilir?

Sadece afişleri ve filmin ismi bile beni bu kadar rahatsız etmişken, muhtevasındaki Hollywoodvarî “bol efektli” görüntülerle izleyicinin merakını celbetmek, Mecid Mecidî gibi bir yönetmene yakışmış mıdır? Bu filmle Mecid Mecidî yıllarca dokuduğu o sinema dilini çöpe atmamış mıdır? Bu bir sinemacı için intihar değil midir? Naif konularda bile incelikli bir sinema diliyle izleyicisini etkileyebilen bir yönetmen, Allah Resûlü’ne dair bir filmde nasıl böyle kabalaşır? Nasıl böyle “gâvurlaşır”?

Yeni vizyona girdiği için filmi henüz izleyemedim, fakat “Çöle İnen Nur”u okudum. Filmi izlemek niyetindekilere de Üstad’ın “Çöle İnen Nur” isimli şaheserinin girişini okumalarını tavsiye ederim. Ben bu filmin kabalığından, o eserin zarafetine sığındım ve Üstad Necib Fazıl’ın şu cümlelerinin altını çizdim:

- «Sofra… Etrafında Allah Resûllerinin dizildiği sofra… Ve bu sofrada başköşe… Sen!

İnsanın hakikatı… Sır… Kâinatın en çetin sırrı… Bir de misilsiz insan ki, onun hakikatinde, mahlûk, artık son haddine ulaşır. Onun hakikatinde mahlûk tükenir, fakat Allah başlamaz. O da sen?..
Yaradan… Ve onun en güzel eseri… Zâtiyle tek olan Yaratıcı’nın, koskoca insan ehramında ve en yüksek noktada halkettiği insan… Sen!

Evet, sen!

Senin bana inandırdığın ve seni bana inandıran Allah, öz dilinle hitap etmiş sana ve demiş ki:

“SEN OLMASAYDIN, SEN OLMASAYDIN, ÂLEMLERİ YARATMAZDIM!”

Sana, işte bu Allah kelâmının sonsuz kılavuzluğu içinde inanıyorum!

(…)

Ben seni Allah’ın yalnız haberci ve ana yola çağırıcı Resûlü olarak değil; boşluğu ve yıldızları, zamanı ve mekânı, mesafeleri ve istikametleri, canlı ve cansız maddeleri ve maddesiz her şeyiyle bütün kâinatın bu en güzel eser etrafında halkalanması ve onun yüzü suyu hürmetine yaratılmış olması için yarattığına inanıyorum!
Sen; var oluşunun şerefine, Allah’ın topyekûn varlığı hediye ettiği ilk ve son Varlık Nuru!

(…)

Ben bir şâirim…

San’ata, yalnız Allah’ı aramak, onun mahrem ülkesi meçhuller âleminin karanlıkları içinde rüyalardan daha zengin fener alayları tertiplemek ve eşyanın takındığı duvakları birer birer kaldırmak gayesini biçtiğim gün, sanki boynumda “Mutlak hakikatten” bir kement sezer gibi oldum. Bu kement beni çekti ve senin önünde durdurdu:

- Kapı burasıdır; başka her kapı kapalı!

Vaktâ ki, bu böyle oldu ve sen benim herşeyim oldun.

Ey, bütün mucizeleri içinde en hayran olduğum mucizesi diye, ömründe bir defa bile kahkahayla gülmemiş olmasını gösterebileceğim mahzun Peygamber!..
Ey, Allah’ın, Kur’ân’da hâs ismiyle ve nida edatiyle bir kerecik bile hitap etmediği hayâ ve edeb kaynağı!..

Ey, Allah kelâmına mecrâ bir çift kudsî dudağın sahibi!..

(…)

Sana imânsız akılla sokulmak isteyenler, daha kapının eşiğine ayak atmadan yanarlar. Hep yandılar!..

Sadece aşk ve imân rivayet ederek, yine akıldan başka bir vasıta bulamayanlar da, kabalaşırlar. Hep kabalaştılar!..

Mevzuundaki kudsiyet ve nâmütenahi inceliğe lâyık olmanın çilesini çekmeyenler de çirkinleşirler, hep çirkinleştiler!..

Bense, kapında aşkla yanmış ve daha çok yanmaktan gayrı muradı kalmamış, senin inceliğin ve güzelliğin karşısında, kendi kabalığımı ve çirkinliğimi görmüş, azad kabul etmez esirinim!.. Hamdolsun, öbür türlü çirkinleşmek ve kabalaşmak ihtimaline, senden gelen ve her şeyi temizleyen aşk ateşi sayesinde uzağım!..

Bu kadar…

Bütün kâinat ve bütün varlığın ana mevzuu olan mevzuunda, insanlığa düşen borç ve usûl, bu kadar…» (*)

Allah Resûlü’nü anlamak ve anlatmak; sinema perdesinde veya bir eserde, işte ölçü ve usûl; bu kadar.
 
* Necib Fazıl Kısakürek, ÇÖLE İNEN NUR – Çöle ve Bütün Zaman ve Mekâna, 7. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s. 7-16.

Baran Dergisi 512. Sayı