Müzik mevzuun kendisinden bahsedilmeye başlandığı andan itibaren “metafizik” bir veche belirtmesi, günümüzdeki, ilerledikçe önü bir türlü alınamayan makine meselesinde kıyas unsuru olması elbette tabiî olacaktır... Müzik, insanlık tarihi boyunca ve hatta meseleyi ta en başa alarak söylersek kainatın yaratılışıyla münasebeti olan bir davadır. Bir zevk unsuru olarak söylersek; herşeyin bir “ol” emriyle yaratılmış olmasına nazaran “sesten geldik” ve yine herkesin “sûr”a üflenerek çağırılmasından maada “sesle döneceğiz” yahut “ses'e döneceğiz” de denilebilir...

Geçen ve yeni yüzyıl bir bakıma müziğin belli gruplar içinden çıkarak toplumların her kesimine ulaşması anlamında yaygınlaştığı bir devirdir de; kitle irtibat vasıtalarının herkes tarafından kullanabiliyor olması belli zaman ve mekânlara ait bu mevzuyu artık her ferdin kendi başına ulaşabildiği, dinleyebildiği bir seviyeye getirmiştir. Tıpkı, bugün gerekli gereksiz her bilgiye hiçbir tefrik zırhı olmaksızın herkesin ulaşabildiği gibi, tesiri bakımından iyi yahut kötü olduğu hesap edilmeksizin -bilgi gibi- müzik de her ferdin basitçe ulaşabildiği bir yerdedir. Tolstoy'un meşhur ithamındaki gibi bir insani hipnotize ederek ona cinayet işletmek mümkün iken, tesir bakımından aynı kuvvetteki kötü bir müziğin insanların ruhuna neler yapılabileceği bugün başka her mevzuda olduğu gibi bu sahada da düşünülmemektedir... Belki de asıl problem burada, bir mevzuyu düşünmekten daha çok en başında düşünmenin kendisine uzak olarak yetişmiş fertlerden müteşekkil toplumların gün geçtikçe artıyor olmasında aranmalıdır! Esasen “düşünmek” ile “seçici” olmak arasında pek bir fark yoktur; insan, iyi ile kötü, güzel ile çirkin, doğru ile yanlış arasında seçim yapan ve yaptığı bu seçimlere nazaran şahsiyeti beliren ve buna nazaran da bir hayat tarzı belirleyen-seçen, belirlediği-seçtiği hayat tarzını da kendi düşünce iklimine muvafık bir şekilde yürütmeye çalışan bir varlık değil midir? Bu mânâsıyla, yani düşünmenin esasen “seçme” olduğu üzerinden gidersek, bana göre  makine ve müzik meselesinde ilk elden şu iki husus belirmektedir; birincisi makinenin bir alet olarak düşünemiyor olduğu; ikincisi ise insanın birçok başka şeydeki gibi müziği de seçebiliyor olma kabiliyeti! Alakasına gelince; bugün makinelerin, teknolojik aletlerin sanki onlarda bir büyü varmışçasına insani hasletlerin de önüne koyularak esasen ne yapıldığı bilinmez bir şekilde onun mahkumu bir pozisyonda hareket ediliyor oluşu, düşünemeyenin düşünene hakimiyeti gibi tuhaf bir durum arzetmektedir. Bir diğer husus ise, seçici bir varlık olan insanın kendi hakikati ve gerçekliğine nazaran makineyi kendisine tahakküm edici bir yere taşımış olması, bunu “seçiyor” olmasıdır...

Aktardığımız bu birkaç teşbihe nazaran söylersek, demek ki “ilerleme” mevzuu insanın seçici-şahsiyetli bir varlık olarak kendi hakikatine, vasfına muvafık bir şekilde olursa toplumların saadetinden bahsedebileceğizdir; çünkü boyuna “uyum” diye kıvranan insanın kendi tabiatına nisbetle aşırı bir şekilde uyumsuzluğa maruz kalması değil midir huzursuzluk? Saadetin, böylesi bir yüksekliğin hem de devir olarak yeryüzünde pratik olarak yaşanmış olması insanlık için ne büyük nimet; aksi hâlde bütün nisbetlerden azade bir şekilde aklımız “acaba hangisi” diye yanıp tutuşacak ve “aradığının ne olduğunu bilmediği” için de “bulduğunun ne olduğunu” bir türlü bilemeyecek, bu kararsızlık deveranı içinde gelgitlerle yaşayıp gidecektik; “bildiren olmasa bilemeyen”leriz ve bu sebebten de, aralarında hiçbir bağlantı olmasa da karşılaştığımız herhangi bir puzzle'ı bir bağ'a iliştirmekle bezeli varlığımızdan tüten bütün tutkusu da gösteriyor ki -İbda Fikriyatı jargonundan bir ifadeyle söylersek- “peşin fikir” demek, bilmediğimiz bir mevzuda fikir tavrı göstermekten ziyade, bilmediğimizi “bildiğimiz” bir mesele önünde nefsimizi diz çöktürmek davasıdır... İşte bugünkü umûmi manzaramız ise bunun tam da zıddı yönünden ilerledikçe ruhundan -yani kendisinden, insaniyetinden- uzaklaşmakta, nefsini diz çöktürerek -azıcık gemini çeksek te olurdu belki- ruhu ile kanat açmak yerine füze asrında yere kapaklanmakta, en insani meseleler karşısında maalesef bir robot tavrına bürünmektedir...

Ruhuna mukâbil mekanik olmak, âdeta bir robota dönüşmek insan için ıstırab mevzuu olsa gerek; evet maalesef bu birçok gemiyi yutan bermuda şeytan üçgenidir; fertler, şahıs planında kendilerini ne kadar koruyabilirse korusun bir toplum içinde hayat sürmekte ve o toplumun gidişatı, seyri ne ise fertler de ister-istemez sürüklenmektedirler; tıpkı kötülüğün çoğunun halkın birbirlerini taklit etmesinden doğması gibi kalabalığın seli bütün herşeyi önüne katmakta, her önüne kattığıyla kuvveti daha da artmakta ve böylece bu kalabalık seli hiçbir dizginin tutamayacağı bir güce dönüşmektedir... Evet maalesef  bugün hepimiz için herhangi bir yerdeki 12, yahut 120, yahut da 1200 insanın bir felakete maruz kalması sadece bir TV'deki altyazıdan ibarettir; beş saniye önce gördüğümüz, sonrasında ise ayak topundan para kazanan bir şahsın bir başkasının karısına attığı laftan bahsedildiği haberin şaşaası arasında geçip gidiveren rakamlardır artık onlar...

Onlar yahut diğerleri; hepsi nazarımızda bilerek-bilmeyerek, isteyerek-istemiyerek “kaykay yapan muhabbet kuşu” kadar olsun değer sahibi olamayacak kadar ayağa düşürülmüş bir mevzu olmuştur bugün... Ayağa düşürülen tabii ki insanın, insanlığın kendisi; günümüzde hayvan hakları'na bu kadar aşırı ehemmiyet veriliyor oluşu da esasen insanın aradan çıkartılarak hissiz bir robota dönüşüyor olmasından kaynaklanmakta; tabiî olarak herhangi bir hayvana hatta canlıya, hatta eşyaya bile onun formunu tabiatına zıd bir şekilde zedeleyecek bir tavır takınmayacak insanın şu kadar ilerleme ve tekniğe mukabil binlerce insan katledilirken “hayvan hakları” diye bir bayrak açması, sonra açtığı bayrak altında da hayvanlara edilen eziyetleri de bir türlü engelleyememesi bir yandan bugünkü insan tipinin mekanik bir robota dönüştüğünü ispatlarken, diğer yandan dünyadaki hâkim ideolojilerin, yönetim biçimlerinin de argo bir tabirle “şanzımanı ve freni dağıttıkları”nı da ispatlamaktadır...

Dünyanın “küresel bir köy” hâline dönüşmesi meselesi bana göre bir tarafıyla iyi bir aldatmacadır; çünkü bahsedildiği gibi olsaydı, tek tip hâline gelmiş, memleket ve insanları birbirlerinden ayıran kültür farklarının tamamen yok olduğu, hiç kalmadığı bir dünyada yaşıyor olurduk. Mevzuyu uzatmadan söylersem, bu “küresel köy” projesinin İslâm geleneğinin güçlü, yerleşik ve ne olursa olsun kırılamaz bazı kodlarından ötürü muradına eremediğini ve hatta şimdi bu hedefi de bırakıp tek tiplilikten öte “milli” olmaya yönelik bir havanın bütün dünyayı sardığını da görüyoruz... Diğer tarafıyla bu küreselleşme projesi -ki ardında çok büyük hesaplardan ziyade, engel olunamayan akışa bazı taraflarda yön verilerek proje süsü de verilmiştir çoğu defa- birçok toplumu kıyafet, duyuş, anlayış, tavır alış noktasında birbirlerinden farksız anlamında tek tip haline getirdiği de bir vakıa... Aynı ses yarışmasının Fransız, Japon, Alman, Amerikan ve Türk versiyonlarının yayınladığı Tv'lerden taşan bir kültürün kot pantolon ve tişörtte karar kıldığı ortak kıyafet manzarasına dek uzanan ve sosyal medya uygulamaları ile dünyaca asosyal olunan bir “köylülük” halini de inkâr edemeyiz. Bu tektipliliğin aynı zamanda hissizlik ve zevksizlik bakımından da “ortak” bir duyuş ve beğeni seviyesi kazandırmıştır...

Ana mevzuumuza nazaran söylersek müzik, bugünkü ortak “duyuş ve beğeni”nin yani bizim kastettiğimiz aktüel anlamıyla hissizlik ve seçim yapabilme yoksunluğunun da belirdiği bir sahadır. Bu açıdan The Washington Post Gazetesi'nden bir muhabirin seneler evvel yaptığı idrak, zevk ve insanların önceliklerini nelerin kapsadığını araştırdığı bir sosyal tecrübenin, esasen bu tektipliliğe nazaran içinde bizim de bulunduğumuz bütün toplumlara bakan bir tarafı olduğunu söylemek de zannediyorum aşırı sayılamaz. The Washington Post'un bu tecrübesi aynı zamanda beklenmedik bir anda önümüze çıkan yeteneği fark edip edemediğimiz, sıradan bir yerdeki güzelliği görüp-göremediğimiz ve onun için vakit ayırıp ayıramadığımız gibi hususlara da dâirdir...  Gazeteci Gene Weingarten dünyaca meşhur keman virtüözü Joshua Bell'i D.C Metrosu girişinde bir saatlik bir konser vermeye ikna eder ve kamera kaydına aldığı bu ilân edilmemiş konser, bu sosyal tecrübe sonrası kaleme aldığı Pearls Before Breakfast başlıklı makale ile de Pulitzer ödülünü kazanır. İşte Jashua Bell'in, elinde 3.5 milyon dolarlık keman ile bir metro istasyonunun girişindeki çöp kovasının yanında verdiği konserin hikâyesi:

“Soğuk bir ocak sabahı, bir adam Washington D.C’de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu zaman zarfında, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider. Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder. Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider. Birkaç dakika sonra bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder. 

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar. 

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz. hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. 

Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği ve biletleri aylar önce tükenmiş konserinin biletleri yüzlerce dolara satılmıştır.”

Bu hakiki tecrübeye nazaran şunları hatırlatmakta fayda görüyorum; birincisi makalede bahsedilmeyen bir mesele olarak, aşırı maddiyatçı bir toplumda hiçkimsenin 3,5 milyon dolarlık bir kemanı farkedememesi, ikincisi, ruhu henüz pürüzsüz çocukların yüksek müzik karşısında takındıkları tavır... Şu manzaraya nazaran soralım o hâlde: ruh, intikamını mı almaktadır?


Baran Dergisi 614. Sayı