Türkiye’nin, Esad’ı Amerika’nın müdahale ederek devirmesi üzerine bina ettiği Suriye politikası, geçen zaman zarfında defalarca şekil değiştirdi ve, evet, defalarca iflâs etti. Batı’nın ikiyüzlülüğü, bu politikaların iflâs etmesinin temel sebebi gibi görünüyor ve Batı’nın ikiyüzlülüğü muhakkaksa da, diğer bir taraftan bakınca rahatlıkla görülüyor ki; Türkiye’nin kendi başına izleyebileceği bir Suriye politikası yok.
İbda cebhelerinin temel düsturlarından biri şudur; “fikirde müphem, aksiyonda açık olmak.” Yapacağın şeyin hesabı kitabı safhasında müphem ol, yapamayacağın şeyi zaten konuşma, olmadığın mânânın mâliki görünme; fakat iş aksiyona geldiğinde de öylesine açık ol ki, hiçbir kafa karışıklığına izin verme. Türkiye’de yaşayan fikir ve aksiyon hareketinin unsurları böyle bir düstur üzere hareket ederlerken, devlet, bunun tam aksine “fikirde açık, aksiyonda müphem” bir tavır takınmış vaziyette. Suriye’de yaşanan iç savaşın başından beri bilhassa “lâf” planında kendisini savaşın tam merkezine konumlandıran devlet, bugün geldiğimiz noktadan bakıldığında son derece net bir şekilde görüleceği üzere, açıkça konuştuğu hiçbir fikri aksiyon potasına dökememiş, yaptığı çığırtkanlığın gereğini yerine getirememiş ve her ne kadar iç politikada bağımsızlık havası estiriliyorsa da, dış politikada hâlen kendisine biçilen konseptin dışına çıkamamıştır. Başta Suriye’dekiler olmak üzere, Esad, İran ve Rusya karşısında Türkiye’nin kendilerine destek olacağı ve hattâ işlerin sıkıştığı kertede Türkiye’nin direkt olarak hadiseye müdahil olacağı büyük bir medya operasyonuyla kendilerine empoze edilen Müslümanların, Türk hükümetinin korkak ve pısırık tutumu dolayısıyla bugüne kadar karşılanmayan beklentisi, bugün yaşanan zulümden en az Esad, Rusya ve Batı âlemi kadar Türkiye’yi de yaşanan mezalimden mesul kılmaktadır.
Bugüne kadar izlenen kararsız, bir ileri-bir geri muğlak ve korkak dış siyaset, bir taraftan Türkiye’ye karşı yapılan operasyonun saha unsurlarını cesaretlendirirken, operasyonun tarafı olan devletlerin de -sözümona- uluslararası hukuka en aykırı yollara bile tevessül etmekten kaygı duymayacak hâle gelmesine sebeb olmuştur. Türkiye meşru olanı yapamazken, bundan cesaret alanlar, gayr-ı meşru yolları sonuna kadar kullanmakta ve ne yazık ki Türkiye buna sadece seyirci kalmaktadır.
Dış Politika’nın İflâsı - Strela SA-2
13 Mayıs 2016 tarihinde ajanslara düşen habere göre, Hakkâri Çukurca’da PKK unsurları ile çıkan çatışmaya destek olmak üzere yola çıkan Kobra tipi helikopter teknik bir arızadan ötürü düşmüş ve içinde bulunan iki pilot da hayatını kaybetmişti. Oysaki aynı gün, PKK’nın Youtube’dan yayınladığı videoya ve ardından hükümete yakın olan gazeteler dâhil medyada çıkan haberlere göre bahse konu helikopter, Rus yapımı karadan havaya güdümlü bir füze olan SAM Strela SA-2 tarafından vurularak düşürülmüştür.
Şimdi soru şu: Silah kaçakçılarının elinde olmayan ve piyasada bulunmayan -bugün dünyanın neredeyse her yerinde cereyan eden iç savaşlarda kullanılmamasına bakarak anlıyoruz bunu- Amerikan üretimi meşhur FIM-92 Stinger’ın Rus tipi modeli olan bu silah, PKK’nın elinde ne arıyor?
Birinci ihtimal, silahın da üreticisi olan Rusya’nın bunu PYD’ye vermiş olması; böylelikle Moskof Türkiye’nin haklı bir şekilde düşürmüş olduğu Rus uçağının intikamını almak için silahları PKK’ya vermiştir. Türkiye, Suriye’de Rusya’nın birkaç senedir Türkiye’ye karşı olarak giriştiği gayr-ı meşru operasyon karşısında meşru haklarını bile kullanamamış, milletlerarası hukuka uygun olarak düşürülen uçak meselesinde bile türlü sancılar içinde kıvranmışken, Rusya’nın son derece gayr-ı meşru yolları bile sırf kendi menfaati istikametinde kullanabiliyor olmasında bize göre hayret edecek bir şey yoktur. Sen hakkın olanı bile yapamazsan, başkası hakkı olmayanı gelir rahat rahat sana yapar. İkinci ihtimal ise Suriye Ordusu’nun yağmalanan silah depolarından bu silahların çalınmış olduğu iddia edilmesi. Bu iddia nisbeten zayıf. Çünkü eğer ki bu silahlar mühimmat depolarından çıksaydı, Suriye ve Rus helikopterleri bölgede uçamaz, uçaklar da Suriye’deki havaalanlarından havalanamazdı. Öyle ya, gerek muhalifler, gerekse IŞİD’in yağmaladığı onlarca mühimmat deposundan bugüne kadar yalnız birkaç tane çıktığı anlaşılan silahın, bir tek YPG’nin eline geçen bölgelerdeki mühimmat depolarında olması iddiası komik kaçar. Üçüncü bir ihtimal ise Türk hükümetiyle kanlı bıçaklı olan Esad rejiminin, bu silahları direkt olarak PKK’ya vermiş olmasıdır.
Manpads, omuzdan atılarak kullanılan alçak hava savunma sisteminin PKK’nın elinde olmasının anlamı, Türkiye’nin bundan sonrasında kendi sınırları içerisinde yaptığı askerî ve sivil hiçbir uçuştan emin olamayacağıdır. IŞİD’in eline de geçen bu silahların sivil uçaklara karşı kalkış esnasında kullanılması ihtimalinden dolayı Avrupa’nın yaşadığı korku, Alman Parlamentosuna bilgi veren Alman istihbaratının raporlarında açıkça gözleniyor. Dolayısıyla işin askerî boyutu ile beraber bir de siyasî yönü var. Bir kere 30 seneyi aşkın zamandır, dışarıdan gelen emir ve talimatlara uyulmadığı takdirde devlete ve millete karşı bir sopa gibi kullanılan PKK’nın, temel varlık sebebi Türkiye’de devlet ile milletin hâlen ortak bir paydada buluşamamış olmasıdır. Bundan sonrasındaysa siyasî iktidarların kararsızlıkları, meseleyi bir bütün olarak ele alamayışları sıralanabilir. Bununla beraber ele alınması gereken bir husus daha var: Caydırıcılık. Bize kalırsa en ehemmiyetli husus budur. Devlet, bugüne kadar kendisine ve milletine karşı yapılan hangi saldırıya karşı hakiki bir tavır ortaya koymuş ve gereğini yapmış ki, başka biri de ona bakıp ibret alsın, çekinsin? Başka bir devlet herhangi bir örgüte bu silahı neden vermesin ve o örgüt eline geçen bu silahı neden kullanmasın? Terörle mücadelede bugüne kadar tam mânâsıyla anlaşılamamış husus bu caydırıcılık meselesidir. Bugün Türkiye’ye karşı son derece kullanışlı hâle gelmiş örgütleri senelerdir kullanmayı sürdüren Batılı devletlere karşı bir yaptırım gücün yoksa, 30 değil 300 sene daha geçse Türkiye’deki terör sorununu çözüme kavuşturamazsınız. Bunu hakikaten anlayamıyor musunuz?
Suriye özeline dönecek olursak, aradan geçen 5-6 senelik zaman zarfında, Türkiye, meşru olan haklarını bile becerip kullanamazken; Rusya, İran ve Esad rejimi gayr-ı meşru yolları çatır çatır kullanıyorsa, kusura bakmayın ama aynanın karşısına geçip, kabahati biraz da kendinizde aramanız gerekir.
Bugünle berber kısa, orta ve uzun geçmişe baktığımızda, Türkiye’nin Suriye, Irak, İran, Rusya, NATO, Avrupa ve ABD’ye karşı belirlenmiş bir politikası olmadığı, bütün politikasının günübirlik küçük hesaplardan ibaret bulunduğu ve bununla beraber aynı şekilde şahsiyetini ortaya koyan kırmızı çizgilerinin de borsa gibi bir aşağı bir yukarı eğilimde olduğunu görüyoruz.
Türkiye’nin lâftan öteye bir türlü geçmeyen söylemi, itibarını da törpülemeye başlamıştır. Dış politikayı tayin eden siyasîlerin de gerçeklilikle illiyet bağı kopmuş olacak ki, son senelerde meydana gelen müsbet gelişmelerin menfiye dönmekte olduğu ve artık harekete geçilmesi gerektiğini havsalaları almıyor.
***
Türkiye’nin söylemde son derece mahir, aksiyonda ise kısır dış politikası içeriye de son derece ters bir şekilde aksediyor. Söyleme kanan kitlelerin vicdanları başta olmak üzere İslâm Âleminde meydana gelen menfiliklere karşı olan bütün hisleri bu politika vasıtasıyla hadım oluyor. Zaten senelerdir ceberrut devlet dolayısıyla içerideki meseleler karşısında hadım edilmiş olan hisler, dışarıya karşı da körelirken, içtimâî manzaranın arz ettiği felâket de aynı orantıda her geçen gün büyüyor.
***
Bir diğer taraftan devlet ile millet arasında birlikteliğin yeniden tesis edilmesi için fikrin, idealin merkeze alınması ve yürütülmesi hususundan o kadar bahsettik ki, inanın artık biz de sağır sultana lâf anlatmaya çalışmaktan yorulduk. 7 Haziran seçimlerinden alınan sonucu bu sayfalardan değerlendirirken, “bir musibet bin nasihatten evlâdır” demiştik hatırlarsanız. Öyle umuyoruz ki bir başka musibetlere muhatab olmayı beklemeden artık gereken yapılmaya başlanır. Aksi takdirde, sırf Suriye’de ortak olunan bu vebal bile, değil yalnız siyasî partileri, İslâm Dava(!)sının siyasî iktidar kapısına bağladığı mamacı tipten başlayarak, haline razı olan millete kadar hepimizi boğar. 

Baran Dergisi 488. Sayı