Gençlik arkadaşım ve gönüldaşım rahmetli Kaya Balaban ile sohbet ediyoruz, “Eylemlere sen mi beni, ben mi seni çağırıyorduk?” diye soruyorum. Akıncı gönüldaşım şöyle cevap veriyor:

“Gençlik işte! Şiir gibi akıyorduk!” Evet, doğru! Davamıza öyle bir inanmışlık içinde idik ki, sen-ben hesabı yapmaya hiç vakit kalmıyordu. Zaten böyle şeylere ihtiyaç da duymuyorduk. Suların akışı misali tek düşündüğümüz işimiz olunca nefs de tabiî olarak aradan çekiliyordu.

GÖLGE ve AKINCI GÜÇ dergilerinde Kumandan Mirzabeyoğlu’na şahidlik etmiş biri idi Kaya Balaban. Koli koli dergileri taşıması yanında nerde hareket olursa orada bulunur idi. Kemalizm’e, komünizme ve faşizme karşı eylemlerde. Bu iş legal (kanunî) veya bu iş illegal (kanunsuz) hesabı da yapmıyor idi. Zaten “legal-illegal” ayrımını koyan mevcut düzen idi ve bizim için ölçü ise Allah’ın kanunları idi. Bu hususta bir şüpheye yer yoktu.

GÖLGE kadrosu olarak, 1977-1978 yıllarında Akıncılar İstanbul İl Yönetimi’nde Kaya Balaban ile de beraber idik. Komünizmin ve faşizmin gençliği parsellemesi üzerine “İslâmcı gençlik de vardır” mânâsında Akıncıların zuhuru Kumandan Salih Mirzabeyoğlu vasıtasıyla 1975 GÖLGE dergisi ile ilan edilmiş olup komünizm ve faşizm arasında sıkışan gençliğe de alternatif yol olmuştur. Gölge-Akıncı kadrosu ile birlikte eyleme geçilmişti. Güçler dengesi içinde yer alma (o zaman sol güçlü idi), dengeyi sağlama ve daha sonra üstün olma stratejisi...

12 Eylül Askerî Darbesi üzerine Samandıra Kışlası’nda Akıncılar davasında birlikte işkence gördüğümüz gönüldaşlardandır, Kaya Balaban. Akıncı Güç ve İKP-C eylemleri başta olmak üzere Müslüman kesimin eylemliliğinin müsebbibi olarak sorgulamalar söz konusu oldu. Helâ taşının üzerine bir tahta atılarak hücre hâline getirilmiş tuvaletlerde kalıyorduk. Onun dik duruşu, ifadesi, sesi hâlâ kulaklarımda. 

Şu hususun altını çizelim ki, 12 Eylül sonrası İslâmcıların üstünlüğü ele almasının sebebi, bazılarının yanlış zannettiği gibi 12 Eylül idaresinin solu törpülemesi ve din derslerini mecburi tutması vs. değil, 12 Eylül öncesi başlayan Akıncı eylemciliğinin ve Kumandan’ın öncü fikir ve teşkilatçılığının semerelerinin daha sonra görülmesi idi. Yani ufukta kopan fırtınanın dalgalarının sahile geç vurması misali, işin neticesi 1980 sonrasında görülmüştür. 1983 Gönüldaş Yayınları direnişi, 1986 Tavır Dergisi, Ayasofya gösterileri, 1987 türban eylemlerinin fitilinin İBDA’cılarca ateşlenmesi, 1990 Kumandan’ın Nokta dergisinden zuhuru, 1990 Ak Doğuş ve 1991 Taraf patlamaları vs. sayacaklarımızdır.

GÖLGE kadrosunun sonuna kadar desteği ve güdücülerinin de bu kadrodan olması hasebiyle GÖLGE eseri sayılan Yüksek İslâm Enstitüsü’nde 55 gün süren boykotlarda da (Mart-Mayıs 1977) ve daha sonra çıkan eylemlerde de (Eylül 1977) Kaya Balaban aktif rol aldı. Öyle ki başka üniversitede okuyor olmasına rağmen bu okulun öğrencisi biliniyordu. Rahmetli Metin Yüksel’in de bulunduğu okul önünde polisle çatışmasında, boykot kırmaya gelen Fetöcü Yeni Asya grubunun okul çıkışında takip edilerek darb edilmesine ve öbür eylemlere kadar.

Eylemlere giderken “sonum ne olacak?” diye hesap yapmadığı gibi daha sonra unvan ve parsa derdine de düşmedi gönüldaşımız. Her ne kadar daha sonra aynı faaliyet seviyesinde olmadı ise bile, bazılarında gördüğümüz gibi, “bir şeyler yaptık şimdi de bunun parsasını toplayalım!” psikolojisine hiç düşmedi. Cepheler ve bazı gönüldaşlar arasında görülen hasetçilik illetini de kendisinde hiç görmedik. Zaten bu husus dergimizde yayınlanan (12 Ekim 2017-Baran Dergisi 561. Sayı) kapsamlı mülakatında görülüyor.

Mevlâ için yaşamak ve Mevlâ için ölmek gerek. Mevla olmaya değil, Mevlana olmaya çalışmalıyız. Nefsimize ve dünyaya kapılmadan, iman ve aşk boyutunda zaman üstü yaşamak bizim için en büyük değer ve en büyük zevktir. Gölge, Akıncılar, Kaya Balaban derken bir film şeridi gibi başka bir enstantaneye gidelim: Mevlana Türbesi’nin gece aydınlatmasını meydandan oturarak seyrediyorum, Turkuvaz renkli çini kaplı ve külah şeklindeki Mevlana’nın türbesi O’na özgü olmuş, şahsiyet ve üslup olarak farklı tecelli etmiş diye düşünüyorum. “Üslubu lisan ayniyle insandır” deyişine mümasil. Caminin ana kubbesinin altından iki kademe olarak inen yarım kubbeler ve nöbet tutan askerler gibi gözüme gözüken aralarındaki yavru minareler yapıya şiirimsi bir ahenk katıyor. Ney müziği eşliğinde ve bir manevî atmosferde türbeyi ziyaret ise İslâm’ın insan ruhuna hitap edici estetik dilini de çağrıştırıyor idi; huzur ve dinginliği de. Mevlana türbesi ve hemen onun bitişiğindeki Yavuz Sultan Selim Camii’nin önündeki meydanda oynayan çocuklar, bisiklet süren gençler ve aileler. Koskoca meydanda kah emekleyerek, kah yürüyerek düşe kalka oyuncaklara ilerleyen bir bebek ise yeni ve istikbal olarak kareyi tamamlayan bir güzel unsur. Davanın emekleme aşamasından (1980 Öncesi), yürüme aşamasına (1990’lar) ve koşma aşamasına (2000’ler) bir delalet, bir temsil olarak gözüktü gözüme.

Mevlana türbesinde dervişan, çelebiyan ve hamuşan kapılarından başka edebsizlerin ihraç edildiği küstahan (küstahlar) kapısı da varmış Bu husus da dikkatimi çekti. Davranışları sebebiyle ihtar ve ikaz edilen, nihayet dergahtan uzaklaştırılmasına karar verilen kişilere akşamdan sonra bu kapıdan yol verilirmiş. İhlaslı ile ihlassızın görülmesi açısından güzel bir uygulama.

Genişliğine insan organizasyonu devlet olup, onun derinliği ise ruh iklimi demek olan iç dünyasıdır. İnsanın dışına şeriat, içine tasavvuf hitap eder ve ikisi bir ahenk teşkil eder, ayrılmazlar. Zira insan ruh ve bedenden ibarettir. Sanattan bir misal verelim: Hat resmi insanın gözüne hitap ederken, İslâm harflerinin kıvrım ve ovalliği ile de insanın derinliğine telkinde bulunur. Gözümüz yanında gönlümüzü süslemesi ise insandaki ruh ve madde birlikteliğine bir çağrışım olarak anlaşılabilir.

Gönüldaşım Kaya Balaban’ı mezara indirmiştik ki, koluna girmiş genç biri olduğu halde bir yaşlı adam ağlayarak geldi, “oğlumu son bir defa göreyim!” diye. Bu içten ve canhıraş sese kulak vererek üzeri toprak örtülmüş mezarı ve içinde kefeni ile yatan arkadaşımızı gösterdik. Mezarın içine bir kere bakarak ve hüzünlü bir şekilde oradan uzaklaştı. Rahmetli Kaya’nın yakınları bu adamı tanımıyor idi. Kim idi, meçhul kaldı.

Kabristandan ayrılırken helalleşme faslında Kaya’nın gencecik oğlu (15 Temmuz’da bir köprüyü tutanlar arasında olan) Kerem’e, “bir ihtiyacın olursa beni ararsın, biliyorsun ben baba dostuyum” dedim. Öyle bir hüzün ve şükran gözleriyle bana baktı ki, gözyaşlarıma hâkim olamadım ve rahmetlinin kardeşleri Yalçın ve Derya’ya sarılıp yol boyunca ağlayarak yürüdüm. Gönüldaşlar yanıma geldi, beni teselli ettiler ve onlarla halleştim. Mezarlıktan ayrılırken kabir başında oturan Kaya’nın kardeşlerine onların şahsında rahmetliyi de düşünerek el salladım. Ancak bu vedalaşma esnasında sanki, ben ölmüşüm ve öte âleme gidiyormuşum gibi bir his içime doğdu. Kalıcı olan kim ve bu hayat ne? Zaten yerin altı ile yerin üstü arasında çok fark olmadığı şuurunu her ân yaşamalı değil miyiz? Bu şuurla yeryüzünü süsleyenlere ve giderken geride güzel ses bırakanlara ne mutlu!


Baran Dergisi 616. Sayı

01.11.2018