Milat Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ali Adakoğlu gündemi Baran Dergisi'ne değerlendirdi. 

            Bugün AK Parti’ye karşı cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir teveccüh var. Erdoğan’ın halk tarafından bu kadar benimsenmesinin sebebi nedir?
Samimiyet. Cumhuriyet tarihinde bir partiye bu kadar teveccüh gösterilmesinin sebebi, AK Parti’nin devlet merkezli değil de millet merkezli siyaset yapıyor olmasıdır. Ve bu millet merkezli siyasetini de lideriyle yani Tayyib Erdoğan ile taçlandırıyor. Millette bir sempati ve muhabbet uyandırdığı için de 2002’den beridir oyunu sürekli arttırarak güçlenen bir siyasi yapıdır AK Parti. Ve Tayyib Erdoğan, kendisine ve hükümetine yönelik başlatılan Gezi Olayları, MİT krizi, 17-25 Aralık Operasyonu gibi… her türlü adımı ve darbe girişimini direkt millete şikayet ediyor. Millet de kendisine gelen bu tür şikayetlerin muhakemesini yapıyor ve böylelikle Tayyib Erdoğan’ın mağdur olduğuna kanaat getirerek bu koltuk senin hakkındır deyip ona destek veriyor. Hülâsa, Tayyib Erdoğan ve hükümeti siyasetini millet odaklı yapıyor ve bunun sonucunda da cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir samimiyet ortamı ve teveccüh oluşuyor.
Burada “millet” derken, tam olarak neyi kastediyorsunuz? 
Burada “millet” derken bu ırkçılık anlamında değil; Kürt, Türk, Laz vs… bunların hepsine eşit mesafede ama hepsini gözeten bir siyaset bu.
Şöyle sorayım hocam; hangi temel hassasiyetler üzerinden başarıyor bunu Tayyib Erdoğan?
Milletin değerleri üzerinden… Türkiye’de yaşayan ateist birisi bile sosyolojik olarak bir Müslüman’dır. Dolayısıyla, insanların dine ve dindara bir saygı temeli vardır ülkemizde. Milletin derin aklı, derin muhakeme usulü, AK Parti’nin yürütmekte olduğu siyaset ile örtüşüyor. Dediğim gibi ateisti bile sosyolojik olarak bir Müslüman’dır ve Tayyib Erdoğan da bu tarz şeyleri görüyor, biliyor ve siyasetini de milletin temel değerlerini destek alarak yürütüyor.
Son dönemde Türkiye’ye karşı içte ve dışta baskılar artıyor, bu baskıların sebebi nedir sizce?
Şöyle düşünelim; bir insan hiç iş yapmazsa hata yapmaz, çok iş yaparsa hata da yapar. Ben, AK Parti’nin iktidarda olduğu ilk beş yılı yani 2002-2007 arasını fetret devrine benzetirim, ama 2007 yılından itibaren Türkiye, içe kapanık “ulusalcı” zihniyetten kurtulup bana dokunmayan yılan bin yaşasın sözündeki gibi davranmayı kesti, içte ve dışta aktif bir rol oynayarak kabuğundan sıyrılmaya başladı. Bu da özellikle Türkiye’nin hem bölgesinde hem de dünya üzerinde dikkat çeken bir konuma gelmesine sebebiyet verdi. Ama bunun yanında, siz bir iddia sahibi olursanız o iddianızın önüne dikilip sizi hemen yalnızlaştırmaya, sizi ötekileştirmeye başlarlar… 2007 yılından itibaren ve 2011 yılından sonra hızlanarak gelişme kat eden Türkiye’yi, emperyalist ABD, İsrail, İngiltere gibi ülkeler yalnızlaştırmak istiyorlar. Ancak, Türkiye mazlumun yanında olduğu sürece bu yalnızlaştırma politikaları emperyalistlerin ellerinde patlayacaktır.
“Irak’ta açılan parantez kapandı, Suriye’de açılan parantez de kapanacak” diyor Davutoğlu, bu parantezden kastı nedir?
Irak’ta Maliki ile birlikte Irak ve Türkiye’nin arası ciddi şekilde gerildi. Maliki Türkiye’ye net bir şekilde tavır koymuştu ve bu dönem, tarihte Irak ve Türkiye arasının en kötü olduğu dönemdir. Maliki’nin gitmesinin ardından ise Irak ile olan ilişkilerimiz iyileşti, eski günlerine tekrar geliyor. Yani, Maliki bir parantezdi, kapanıp gitti, Irak için kastettiği budur Davutoğlu’nun. Suriye için de aynı şey geçerli, yani biz suçlu olamayız, ortada bir hatalı varsa o da Esed’dir, bizim Suriye halklarına karşı bir düşmanlığımız olamaz ve bu yüzden Esed de bir parantezdir ve kapanıp gidecektir demek istiyor.
2010’dan itibaren Türkiye bölgesinde oldukça yalnızlaştı, özellikle Arap Baharı zamanında bu daha da hızlandı. Davutoğlu’nun ise “sıfır sorun politikası” vardı ve bir zamanlar çok konuşuluyordu, ama şimdilerde bu politikanın çöktüğü söyleniyor. Sizce bu politikayı komşu ülkelerin hükümetleri ile değil de, o devletlerin halklarıyla sıfır sorun olarak algılayabilir miyiz?
Tabii ki öyle. Siz bana söveceksiniz, ağzınıza geleni söyleyeceksiniz ve ben de bunun karşısında sıfır sorun diyeceğim, böyle bir şey olamaz. Bu durum ilkesel duruşa da aykırı olurdu. O yüzden siz bu politikayı belli bir düzeye kadar uygulayabilirsiniz. Davutoğlu dışişleri bakanı olduğu dönemlerde, Türkiye’nin dünyada gerilim yaratan değil, barış ve huzur sağlayıcı bir ülke olacağını dile getirdi. Bunun bir uzantısı olarak da, evet “sıfır sorun” ama devlet yönetimlerinden ziyade halklarla bir sıfır sorun.  Yani, Mısır, Suriye, Suudi Arabistan toprakları bundan 100 yıl evvel bizimdi, aramızda bir bağ vardı, kardeşlik hukuku vardı. Mesela Şah Fırat Operasyonu ile kurtarılan Süleyman Şah’ın naaşı Eşme’ye nakledildi ve bu köyün sınırlarının yarısı Türkiye’de yarısı ise Suriye’de. Böyle saçma bir harita sistemi olabilir mi? Bu sanal sınırlar ortada dursa da gönüllerde hiçbir sınır yok ve sıfır sorun ile de aralarındaki bağı diri tutan halkların durumlarını gözetmektedir hükümet.
Peki, bu politikanın siyasi olarak etkileri ne olabilir?
Türkiye, İsrail’in Filistin’de yapmış olduğu terör eylemleri başta olmak üzere, Suriye’de bir diktatörün kendi halkını katletmesine, Irak’ta ABD’nin parmağı ile çok başlı bir yapı oluşturmasına, Yemen’de ve diğer İslâm topraklarında yaşanan sorunlara bigâne kalmayıp çözüm üreten, elini taşın altına koyan bir ülke haline geldi. Hep dile getirdiğimiz “bölgenin abisi”, “bölgenin hamisi” rolünü fiilen oynamaya başladı. Siz bu oyunu oynamaya başladığınız andan itibaren müthiş bir algı operasyonu başladı Türkiye’de… Nedir bu algı operasyonu? “Türkiye yalnızlaşıyor!”… Türkiye nerede ve nasıl yalnızlaşıyor ki ekonomisi her geçen gün büyüyor?.. Türkiye nasıl yalnızlaşıyor ki, Türkiye’ye gelen yabancı sermaye her yıl bir öncekinden daha fazla oluyor?.. Türkiye nasıl yalnızlaşıyor ki, ABD başkanının önünde el-pençe divan duran devlet başkanlarımızın yerine ABD başkanına “neredesin ey başkan!” diyecek devlet liderlerimiz var. Elbette ki bu yalnızlaşma yaygarası tamamıyla bir algı operasyonudur ve bizlerin bu furyaya kanmamamız gerekmektedir. Tabii ki siz ortaya bir irade koyarsanız, sizin iradenize ve yapmak istediklerinize karşılık ortaya argümanlar ve komplolar koyup etrafı karıştıracaklardır. Bugün Türkiye üzerinde bunlar uygulanmaya çalışılıyor. Eğer ki biz emperyalistiyle, Filistin’de insanları katleden Siyonist terör örgütü ile, kendi halkını katleden cani Esed ile, seçilmiş bir devlet liderini kanlı bir girişimle deviren adi Sisi ile bir olup “oh! Ne güzel dünya” algısıyla bu sözü diyeceksek, batsın bu algı, batsın bu dünya! Önemli olan biz, halkların nezdinde, gönüllerde yalnız kalmayalım. Biz, 4 halife döneminden sonra Selçuklu ve Osmanlı ile İslâm’ın mihmandarlığını yapmış bir kültüre sahibiz. Biz bugün bu rolümüze tekrar geri dönmeye başladık; mazlumun sesi olmaya, Müslüman’ın sesi olmaya, ezilenin yanında olmaya başladık.
Cumhuriyet dönemi?
Bu dönem bir parantezdi, bu parantez de kapandı. 1923’ten 2000’li yıllara kadar halkını hakir gören, dışlayan, kendi benimsediği saçma sapan bir ideoloji ekseninde halkı kültürüne yabancılaştıran bir devlet modeli vardı. Bu devlet modeli çöktü ve bu parantez de kapanmış oldu. Tabii ki 1920’lerden itibaren halka zulmeden, dinî vecibelerini yapmalarını engelleyen, camiileri ahırlara çeviren jakoben bir zihniyet vardı, ama hamd olsun bu günler artık bitti, geride kaldı. Batıcı anlayışı hakim kılmak için İslâm’ı sökmek gerekiyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki hükümetlerin bir üst aklı vardı. Bu da; halkın geçmiş ile bağını koparıp yeni devlet düzenine ayak uydurması için birçok saçma sapan hareketler ve devrimler yoluyla oldu… Mesela “harf devrimi”… İnsanları bir gecede cahil bırakan, geçmişi ile bağını koparan büyük bir kazıktır aslında. Tekke ve zaviye kanunu, harf kanunu, şapka kanunu vs… Bunlarla birlikte halkın Osmanlı kültüründen kopması amaçlanarak bahsettiğimiz parantez açıldı, İnönü ile jakobenleşti ve 2000’li yıllarda ise bu parantez kapandı. Tekrardan halkın değerlerini gözeten bir devlet yapısı ortaya çıktı şimdi. Bakın, mesela AK Parti vesaire değil, meseleye hükümetler gözüyle bakmamak lazım. Artık halkına tepeden bakmayan, onların değerleriyle onları yöneten bir devlet anlayışı yerleşti artık, AK Parti gitse de bu anlayışın değişmemesidir asıl olan.
Bu dönüşümde sosyolojik değişimleri de göz önünde bulundurabilir miyiz? Mesela 28 Şubat gibi bir badire atlattık ve “yok edeceğiz” dedikleri Müslümanlar bu dönemden sonra daha baskın bir şekilde ortaya çıktı…
“Sizin hayır gördüğünüzde şer, şer gördüğünüzde hayır vardır” diye düşünmeliyiz. 28 Şubat dönemini ben de bizzat yaşadım ve o bunalımdan payıma düşeni de aldım. Tabii ki burada mağdur edebiyatı yapmak niyetinde değilim ama bin yıl sürecek denilen 28 Şubat sürecinin on yıl sonra ortadan kalkması, halkın değerlerini bitirmek için uğraşan Kemalist jakoben ideolojinin yine halk tarafından kırılmasıyla artık Türkiye’de yeni bir düzen başladı. Dolayısıyla bu sürece baktığımda direkt olarak o hadis-i şerif aklıma geliyor. 28 Şubat, Müslümanları da bilinçlendirdi, Anadolu’nun değerlerini gözetmenin yanı sıra özellikle Milli Görüş camiasının da çok sık kullandığı “sabah namazına kalkmadan, geceden sabaha kadar devlet kuran” bir gençlik meydana geldi bu süreç sonunda.
Geldi demeyip de geliyor mu demeliyiz? Çünkü sosyolojik değişimlerin gerçekleşmesi epey bir zaman alıyor…
Ortada dini bir hareketlilik varken biz de buna hüsnüzan ile yaklaşmak durumundayız. III. Selim ile başlayan ve Tanzimat furyasıyla devam eden bir dönemin elbette ki 3-5 yılda değişmesi beklenemez ama bu değişimin olduğu, başladığı yönündeki adımları da gözden kaçırmak elbette ki mümkün değil. Yani, 28 Şubat süreci bin yıl sürmedi ama 1700’lü yıllardan beri devam eden sürecin tepe noktasıydı o. Yani Tanzimat Fermanı’nı, Islahat Fermanı’nı, Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesini, 1960-80 darbelerini 28 Şubat’tan ayıramazsınız. Bunların hepsi aynı zihniyetin icraatları. Daha da genişletirsek 1700’lü yıllarda açılan şer parantezi, 2000’li yıllarda kapandı. Bunun neticelerini elbette ki bir 50-100 yıl sonra alacağız…
I. Dünya Savaşı sonunda Batılıların burada ortaya koyduğu paradigma çöktü, bunu herkes biliyor. Peki bu çöken paradigmanın yerine ne getirilecek?
Burada bizim meziyetlerimiz ön plana çıkmaktadır. Bende düşmana küfür anlayışı yoktur. Mesela “kahrolsun İsrail”. Tamam kahrolsun da, İsrail görevini yapıyor diye kimse kızmasın, o da kendi görevini canla başla yapsın ki kahrolsun demeye dahi gerek kalmasın… Onlar kendi değerlerine göre hareket ediyor, sen de kendi değerlerine göre hareket etmedikçe onlar sana hep üstün geleceklerdir, çünkü Allah’ın adaleti bunu gerektirir. Allah, kimseye Müslüman olduğu için galibiyet vermez, bilakis davasına sarılan, onu hakim kılmak için cehd sarf eden kulunu galibiyetle taçlandırır. Biz, sizler ve bizim çocuklarımız nasıl bir medeniyet kuracaklardır ve nasıl adımlar atmamız gerekir; asıl bunlardır mesele… Yine ayetle sabittir ki “Neye layıksanız öyle yönetilirsiniz” neye layık olduğumuzu ileride göreceğiz…
Tayyib Erdoğan, Davutoğlu sürekli yenilikler yapıyorlar ve bunun için çaba da sarf ediyorlar ancak Türkiye’de 90 yıldır yerleşmiş bir sistem var. Nereye kadar bu şekilde devam edilebilir?
Bugünün bir rejim kavgasına müsait olduğunu görmüyorum ben. Ama tabii ki bizim jakoben, laisist bir zihniyeti de benimsememiz mümkün değil. Ben, dini vecibelerimi rahat bir şekilde yapamadığım bir sistemde yaşamak istemem. Ama dediğimiz gibi laik ve jakoben geleneğin izleri hâlâ devam etmektedir. Mesela Anayasa Mahkemesi’nde, Yargıtay’da vesaire hâlâ daha başındaki kişinin ideolojisine göre şekillenen bir sistem var. Bunların hepsinin değişmesi, halkın yararını gözetip kararlar alan mekanizmalara dönüştürülmesi lazım. Bu da 15 yıllık bir hükümet döneminde yapılabilecek bir iş değildir. Zihniyet ve algı dönüşümünün olması için on yıllar gereklidir. Biz, bu dönüşümde kendimize düşen görevi ne kadar üstlenebiliyoruz? İğneyi biraz kendimize batıralım. İslâmî camiadaki bütün cemaatler, fikir gurupları ve STK’lar atılacak her adımı iktidardan bekliyor ne yazık ki… Aslında sivil oluşumların hepsi, kendi istediklerini hükümete bildirip onun takipçisi olduklarında hükümet de bu adımları atmak zorunda kalır, ama bugün durum ne yazık ki böyle değil.
Bu aslında iktidarın işine gelir, yapmak istediği bir şeyi kamuoyu oluşturarak daha rahat yapar… Bir de Tayyib Erdoğan sonrası Türkiye’yi ne bekliyor sizce?
Biz şu anda bütün her şeyi Tayyib Erdoğan’a bırakmışız, Tayyib Bey adım atacak ve dünya kurtulacak; yok böyle bir dünya! Kişiler üzerine kurulmuş bir zihniyet çürük bir zihniyettir. Kurtlar Vadisi Filistin filmi vizyona girdiğinde ben Gerçek Hayat Dergisi’nde şöyle yazmıştım; “İslâmî camia siyaseti Tayyib Erdoğan’a, cihadı Polat Alemdar’a, dini de Fetullah’a bıraktı ve herkes cebini doldurma peşine düştü…” Yani biz bu şekilde cihadı, dini ve siyaseti birilerine bırakıp rahatımıza bakarsak kimse kusura bakmasın hezimete mahkûmuz. O yüzden medeniyetimizin vasfı gereği bizler, bizi, vatanımızı ve Müslümanları ilgilendiren her konuyla ilgilenmek, en azından takip etmek zorundayız.
Peki, 2015 Haziran seçimlerinin ehemmiyeti nedir?
İlk defa seçilmiş bir başbakan ve cumhurbaşkanının fiili olarak görevde olduğu bir seçime giriyoruz. Ve tabii ki halkın ihtiyaçlarının karşılanması nezdinden çok çok sıkıntıları da olacaktır bu durumun, çünkü sürekli baskı ve saldırı altındasınız birileri tarafından… Bunun rahat bir şekilde devam edebilmesi için başkanlık sistemi ciddi bir şekilde tartışılmalı ve ülkemizde uygulanmalıdır. Türk yönetim sistemine de çok yakın bir sistemdir başkanlık sistemi. Onun için AK Parti’nin bu seçimde en az 330 milletvekili alması gerekmektedir. Paralel yapıyla mücadelenin akamete uğramaması için de gereklidir bu. Bizim yapmamız gereken, makam, mevki, mal-mülk peşine düşmeyi bırakıp, gerçek bir sevda ile ümmet ve vatan sevdası ile bu seçimlerde aktif olmamız, hatta bundan sonra da öyle olmamız. Aksi takdirde Türkiye çok kritik bir dönemecin eşiğindedir; ya hep birlikte batacağız ya da hep birlikte bu yeni medeniyeti inşa edeceğiz.
Teşekkür ediyorum.
Ben teşekkür ederim, sağ olun.