Müslüman, kardeşinin ne yiyip içtiğini düşünmek zorundadır. Kapitalizmin getirdiği ve mevcut sistemin de hâlâ savunduğu çıkarcılık ve bencillik anlayışını benimseyemeyiz. Fakat iktisadî hayat buna odaklı, hukuk da bu sistemi yürütmek için var. Her ne kadar halk kesimi bundan şikâyetçi olsa bile, iktidar ve muhalefetiyle siyasîlerin, TÜSİAD’ın tamamı ve muhafazakâr iş adamlarının bir kısmının nemalandıkları için bu düzenin devamından yana olduklarını söyleyebiliriz. İktidarın gerekçesi iktidarda olması. Muhalefet ise alternatif getiremediği gibi muhalefet koltuklarıyla varlık bulmaya razı oluyor. Yani “altta kalanın canı çıksın”a varıyor iş. Bu da sistemden kaynaklı bunalım demektir. Düşe kalka böyle gider veya bir gün çatırdayıp hepten gider.

Rejim bunalımı olduğu malûm; Batıcı rejim artık tükendi. Fakat yerine ne getireceğimiz net değil. Rejim içinde çırpınıp duruyoruz, ıslahat ve reformlara başvuruyoruz. Bir yerden yırtılıyor onu dikiyoruz, aslında kırk yamalı bohçaya döndü, dikiş tutmuyor. Onun için bünye FETÖ idi, terör idi, ihanet idi devamlı mikrop üretiyor. Radikal çözüm gerekiyor. Ama bunu yapacak kadrolar yok, cesaret yok, şu an sürünüp gidiyoruz.

Kurtuluş sabahına çıkmak için kurtuluş yolunda olmamız gerekiyor. Devamlı mikroplarla uğraşmak yerine, sağlıklı bir bünyeye kavuşmanın yollarını-çözümlerini arayıp bulmalıyız. Çünkü sosyal ve siyasî hadiselere bakıyoruz, hastalık ve sorunlar asıl, sıhhat ve düzen araz olmuş.

Cumhurbaşkanının millî seferberlik çağrısını elbette yerinde buluyor ve katılıyoruz. Çünkü Batı her türlü entrikayı çeviriyor, aslımıza dönüp güçlenmemizi istemiyor. Devletin tepesindeki kişi olarak bizim bilmediğimiz bilgileri de haiz olabilir. Yani tehlike sandığımızdan büyük olup, piyasalara ve halka tedirginlik vermemek için söylenmiyor olabilir. Fakat millî seferberlik ilânı zaten çok şey ifade ediyor. Bunun şuurunda olabilmek, siyasî tartışmalara kurban etmemek gerek.

Millî Mücadele ruhuna gitmek ve “gayesine ermemiş savaş bitmemiştir” idrakinde olmak zorundayız. Millî Mücadele ruhuna aykırı Batıcı inkılapların muhasebesi de yapılmalı. Zaten yanlışlıkları ispatlanmış ve hükmü de kalmamış bu taklitçi zihniyetin bütün uygulamalarından kurtulmalı ve Allah ve Resûlü buyrukları doğrultusunda yeni sistemimizi inşa etmeliyiz. Marks’ın, A. Smith’in, Obama ve Putin’in değil…

Millî seferberlikten bahsediyoruz ama eğitim, hukuk, iktisad vs. hemen hemen her sahada hâlâ Batı yanlısıyız. Tarih kitaplarımız “resmî tarih”in yalanlarından arındırılmış değil. Üniversitelerimiz Batı kafasında eğitim veriyor. Buralarda yetişen nesillerin Batı yanlısı FETÖ ve benzeri yapılanmalara kapılmayacağını kim garanti edebilir? Burada şuna dikkat çekmek istiyorum. Açıkça söylenmese bile, Batı’nın bilim ve teknikteki seviyesinden yola çıkarak, Batı medeniyetini üstün görme ve İslâm’ı geri görme anlayışı hâlâ hâkim. Muhafazakârının bile dili ve diyalektiği böyle. Aslında İslâm’ın üstünlüğüne inanıyoruz; fakat pratikte bunu gösteremiyoruz. Pratikte bunu gösterecek olan biziz, ama hazır Batı kalıplarını almaktayız ve kafa konforumuzu bozmak istememekteyiz. Kısaca suç İslâm’ın değil, bizim. Fakat biz şikâyet etmeyi ve hazırı kullanmayı tercih ediyoruz. Batı’ya muhalefetimiz ise çoğu kere bu seviyede. Aslında muhalefetimiz histe ve reflekste kalıyor, temellendiremiyor ve sistemleştiremiyoruz.

Çağımızda savaşlar topyekûn olmakta, sosyal, siyasî, ekonomik, medya vs. üzerinden bütün olarak yürütülmektedir. Sivil tüm unsurlar savaşın aracı olarak kullanılmakta. Onun için “ordu millet yok, millet ordu var” denmektedir. Tam da seferberliğin yeri burası; topyekûn bir seferberliğin çağımızın savaş karakterine uygunluğu görülmektedir.

Aslında Millî Mücadele yıllarına bakarsak, Anadolu ahâlisi ihtiyarıyla genciyle, hocasıyla hacısıyla, kadınıyla çocuğuyla, öküzüyle tırpanıyla kısaca eti ve tırnağıyla bu savaşa katılmıştır. Evde oturan ve savaşın sonucunu bekleyen miskinleri saymıyoruz. Fakat Yakup Kadri’nin Yaban ormanı bu hususta ibret verici bir örnektir. Romanda tasvir edilen, başının üstünden geçen Yunan uçaklarını, “kargaları kaçırıyor, ekinler zarar görmüyor, iyi” diye karşılayan köylülerden olmayalım. Maalesef azımsanmayacak bir çoğunluk, üstelik de bürokrat ve yazar-çizer takımı hâlâ bu durumda. Bu millet başa geçen M. Kemal’e de kusuruna bakmadan tâbi olmuş idi. Öyle Yakup Kadri’nin dediği gibi “çok büyük Atatürk” mevzuu olarak görülmemiş idi. Zaten işin hakikati de budur. Bu arada istemeyerek bir parantez açalım. Şimdiki bazı Kemalistlere ve bazı solculara bakıyoruz da böyle ölüm kalım şartları içinde olmamıza rağmen dillerine Tayyip Erdoğan düşmanlığını pelesenk etmişler ve Anadolu halkının ferasetinden uzak kalmışlar. Neredeyse Millî Mücadele yıllarının İngiliz Muhipler Cemiyeti ve mandacıları gibi düşünür olmuşlar.

Mesele Tayyip Erdoğan’ı sevip sevmemek meselesi değildir. Mesele Batı emperyalizmine karşı topyekûn savaşımız ve kurtuluşumuz meselesidir. İslâm gelmesin de Batı emperyalizmi olsun diye düşünenlerin çoğunun Batıcı hayat tarzının, kısaca nefsinin esiri olduğunu söyleyebiliriz. Bunların arasında da sözde Müslümanlar var. Buna karşın ise şekilde Müslüman görünmeyen fakat samimî insanların varlığını da biliyoruz. 15 Temmuz’da buna şahit olduk.

Tayyip Erdoğan’ı sevip de bilerek ya da bilmeyerek onun altını oymaya çalışan, namazını kılan Müslüman kılıklı ama çıkarcı ve pragmatik zihniyetlilere de dikkat çekmek istiyoruz.
Pragmatist zihniyetli bir kısım Ak Partililerin de Tayyip Erdoğan’ı zahiren sevmelerine rağmen bilerek ya da bilmeyerek onun altını oyduklarını söyleyelim. Bu tesbit medyadaki Ak Partililer için de geçerlidir. Belki de bilhassa onlar için geçerlidir.

Neticede iş tasavvuftaki “sefer der vatan” prensibine geliyor. Her an Hakk’a yolculuk. Bu ise fikrimizde ve fiilimizde inancımızı yaşatmak demek. Zihniyet dünyamızı da inşa etmek zahirî dünyamızı da ona göre tanzim etmek zorundayız. Bunun çilesini çeken ve her an arayış ve oluş içinde olanlara ne mutlu!

Baran Dergisi 520. Sayı

29.12.2016