Sanatın, her türlü duyuşu ifade yolunda maddi ve manevi vasıtaların birinden istifade etmesi, materyali [malzemesi] bakımından tasnifini [sınıflandırılmasını] icap ettirmekle beraber, her tip sanatkâr abstre bir his [soyut bir duygu] yolunda birleşir. Bundan dolayı sanatta jeniyi [dehayı] aynı vahdet [birlik] içinde aramak zaruridir. Sanat duyuşlarının bir kül [bütün] olduğunu kabul etmekle beraber, tezahürüne [meydana gelmesine] âlet olan maddesini, kendi bünyesi içinde tetkik keyfiyeti [incelemek] ise, sanatın tarih ve tekâmülünü [gelişimini] tespit bakımından elzemdir. Yoksa her hususta manevi olan musikiyi diğer sanatlar karşısında mütalâa [ele almak] mümkün değildir. Bu itibarla umumi sanat mülâhazalarında [gözlemlerinde] en had [uç] tahlillere başvuran birçok estetler [estetik uzmanları], bilhassa müzik muvacehesinde [karşısında] çok ihtiyatlı hareket etmekte ve bu çetin tahlili daima hususi müzik estet ve kritiklerine terk etmek mecburiyetindedirler.

Plastik sanatlarda tamamen görülen madde ile nispeten açık olan ifadenin, musikinin her hususta manevi olan tezahürü kadar problematik [sorunlu] kalmasına imkân yoktur. Bununla beraber, plastik bir eserin, maddi ve manevi tezahürünü icap ettiği şekilde görecek seyirciye muhtaç olması, tabiatıyla problematik kalmasını icap ettirmektedir. Hâlbuki maddi hiçbir tezahürü olmayan musiki, sonsuz bir problemdir. Hatta son zamanların tasviri addedilen “senfonik şiir” (Symphonische Dichtung) musikisi bile, mümkün olan plastisiteyi [elle tutulurluk] elde etmiş olmasına rağmen, gene problem olmaktan kurtulamamıştır. Tabiat ve hadisatı [olayları] herkesten başka gören sanatkâr, her şeyi ihata eden [içine alan] o derin duygusu ile daima zahiri [dışarıdan görünür] şekillerden kaçarak derunî hakikatlere ulaşmak ister. Bununla beraber sanatın esas prensibi gene görüleni tetkiktir (Rodin). Sanattaki problemi tam mânâsıyla ispat eden bu en son mülâhaza, musikinin plastik sanatlar karşısındaki vaziyetini de layıkiyle tayin etmektedir.

En eski zamanlardan beri cemiyet ve dinin icaplarına bağlı olan sanatlar, az çok yek diğerine muvazi [koşut] devirler içinde inkişaf etmiş [gelişmiş] olmalarına rağmen, bunlardan yalnız musiki, tekâmülünü hepsinden ağır idrak etmiş ve hatta plastik sanatların vardığı muhtelif ve tehlikeli (!) neticelere henüz müncer olmamıştır [ulaşmamıştır]. Nitekim resim, heykel ve mimarinin Raffael’lerle en yüksek Rönesansı idrak ettiği zamanlarda (1520), musiki için Palestrina (1524-1594) ile henüz yeni bir Rönesans doğmuştu. Müzik sanatının nispeten ağır olan tekâmülünü, madde ve probleminin diğer sanatlara nazaran [göre] daha ziyade muğlak olmasında aramak lazımdır. Hâlbuki diğer sanatlarla musiki arasında yapılacak mukayesede, bu iki mühim unsurun plastik sanatlarda daha ziyade “madde ve vücut” şeklinde tezahür ettiği görülür.

Sanatlar arasında, devirlere nazaran muvazi bir gidiş mevcut olmakla beraber, bu muvaziliği madde ve esaslara kadar teşmil etmek [yaymak] mümkün değildir. Nitekim perspektif teşekküllerle [oluşumlarla] politonal [çokrenkli] akışlar arasında herhangi bir benzeyiş bulmaya imkân yoktur. Yalnız, kati bir sebeple tahdit edilemeyen [sınırlandırılamayan] devirlerin muhtelif sanatları hakkında manevi bir benzerlik aramak mümkündür. Bu ciheti, Gotik mimari ile Gotik musiki arasındaki benzerlik derecesiyle ölçmek kabildir. O halde sanatların, madde ve problem bakımından hepsine aynı zamanda şamil [kapsayan] bir Fütürüzma, Kübizma, Empresyonizma, Grobiyanizma ve saire olamayacağı gibi, henüz resim ve şiir için bir mesele teşkil eden bu mütereddit mesleklerin, kati bir surette musikiye izafe edilmelerine [mal etmeye] de imkân yoktur. Hatta muharrir [yazar] C.D. Friedrich’in Beethoven’i kendi nesli içinde mütalâa etmedikten maada [başka], onu dünya Romantizmasının ilk sanatkârları (Sturm und Drang) devri arasında göremeyişi de gene bu haklı mülâhazadan ileri gelmektedir. Çünkü Alman edebiyatındaki “Sturm und Drang” devrinin yalnız genç Goethe ile onu ihata edenlere inhisar ettiğini [sınırlı kaldığını] iddia eden Friedrich’e göre, Beethoven’in aynı devrin sanatkârları arasında gösterilememesi keyfiyeti, musikide bu yeni yolun mümessili [temsilcisi] zannedilen Mozart’ın erken ölmesinden, yahut da Beethoven’in tam klasik bir sanatkâr olmasından değil, musiki için madde, problem ve zaman bakımından henüz bir “Sturm und Drang” devrinin başlamamış olmasından ileri gelmektedir.

Bütün bu düşünceler karşısında, musikinin diğer sanatlar yanındaki tekâmülünü, en ziyade musiki dehalarının kendilerinde aramak zaruridir.

“Sanat tarihi” mefhumunun [kavramının] tam mânâsıyla “plastik sanatları” işaret etmesi karşısında, “musiki tarihi” mefhumu, madde ve probleminin hususiyetinden dolayı, daha ziyade “sanatkârın tarihi”dir.

Zamandan ziyade sanatkârının stiline bağlı olan bir musiki eserinin tetkikinde, kompozitörü bir an için olsun eserinin başından ayırmaya imkân yoktur. Bu itibarla musiki tarihi, mevzuunun [konusunun] hususiyeti dolayısıyla, daha ziyade bir “stil tarihi”dir. Bu sahada en doğru tasnifi [sınıflandırmayı] yapan müzikolog M. J. Moser, üç ciltlik “Alman Musikisi Tarihi”nin dördüncü cildine Beethoven ile Wagner gibi iki büyük stil mümessilini [temsilcisini] teksif etmek [toplamak] mecburiyetinde kalmış ve dolayısıyla musiki tarihinin bir stil ve bir sanatkâr tarihi olduğunu ispat etmiştir.

Musikide form da, madde ve problem bakımından diğer sanatlara nazaran daha mühim rol oynar. Burada en ziyade şiir ve tasvire dayanan form, musiki ile edebiyatı birbirine fazla yaklaştırmış ve bilhassa 19. asırdan itibaren dramatik sanat, söz ve ses unsurlarını bir kül telâkki etmiştir [bütün olarak kabul etmiştir]. Bununla beraber, birbirlerini takviye eden bu iki mühim unsur, muhtelif tefsirlere [yorumlara] de maruz kalmıştır. Nitekim Goethe, müzikli tekstlerde [metinlerde] sesi bir refakat [eşlik] ve heyecan vasıtası telâkki ederken, Beethoven bu fikre tamamen zıt olan absolue [mutlak] bir müzik yaratmış, günün modern bestekârı Schönberg ise “Pierrot lunaire” adlı eserine iştirak eden sanatkârlara, yalnız müzik bakımından enterprete etmelerini [yorumlamalarını] ehemmiyetle ihtar etmiştir.

Bu itibarla diğer sanatlar karşısında madde ve problemi bakımından en çok edebiyata yaklaşan musiki, absolue kaldığı anda bile, gene büyük benzeri edebiyatın yetiştiği vasatta [ortamda] doğup kemale erer. O halde musiki tarihi, sanatkâr tarihi olarak mütalâa edilmediği takdirde ise, “form tarihi” olarak tetkik edilmek mecburiyetindedir.

Edebiyattan gayrı sanatlar için mevzu bahis olmayan egzeküsyon [icra] keyfiyeti, bilhassa musiki için iki tip sanatkâra lüzum gösterir. Bu itibarla prodüktör ve röprodüktör [eseri yazan ve onu yorumlayan], eserin doğuş ve yaşayışına aynı surette müessir [etkili] olan iki nevi sanatkârdır. Madde, ifade ve röprodüksiyonu, birçok vesaitten istiane eden [yardım alan] musikide, enstrüman keyfiyeti de başlı başlına bir problemdir. Burada enstrüman, her şeyden evvel müzik mütalâalarına bağlı olmayarak, teknik imkânlar dahilinde tekâmül eder. Bununla beraber bazı enstrümanların sırf müzikal ifadelerden doğmuş oldukları da inkâr edilemez. Nitekim dinî musikiyi ifade yolunda vücuda getirilen pnömatik [körüklü] org, sırf teknik imkânsızlıklar karşısında 12. asırda keşfedilemeyen bir âlet idi. 1690’da Gustav Denner tarafından Nürnberg’de imal edilen klarnet ise, müstakil bir literatürün doğumuna vesile olmuş ve kendine has teknik güçlüklerden dolayı, ancak 1800 senelerine doğru umumileşen bu âlet, müşkülâtla [zorlukla] orkestraya girebilmiştir. Bu itibarla bütün bu hareketler “musiki karşısında enstrüman” ve “enstrüman karşısında musiki” gibi iki mühim problemin de doğmasına vesile olmuştur. O halde musikinin birçok hususiyetler arasında enstrüman developmanına [âlet gelişimine] da bağlı olduğu inkâr edilemez. Hattâ plastik eserlerin doğumuna da esas olan enstrümanın, en hayati rolü yalnız musikide deruhte etmiş [üzerine almış] olduğu muhakkaktır. İlk defa Antonello di Messina (1444-1493) tarafından İtalya’ya getirilen yağlıboya ressamlığı ise, resmin maddesi bakımından büyük ehemmiyeti haiz olmakla beraber, bu tarz, resim sanatına asırlarca şeklini muhafaza eden bir materyal [malzeme] bulmuştu. Diğer taraftan aynı usûlün J. van Eyck’ten (1440) Kandinsky’ye kadar muhtelif şekillerde kullanılması ise, kendine has teknik bir değişiklik değil, daha ziyade ressamın arzu ve iradesine tabi bir kullanış keyfiyetidir. O halde materyal ve problemi itibariyle “sanatkâr tarihi” olduğu kadar da “form tarihi” olan müzik developmanlarının, aynı zamanda “musiki âletleri tarihi ve ilmi” olarak da tetkik edilmesi lazımdır. Bu takdirde her nevi müzik faaliyetinin madde ve probleminin diğer sanatlara nazaran büsbütün başka olan hususiyeti içinde tenkit ve tahlili zaruridir.

Cevad Memduh Altar, Müzikte Madde ve Problem, 11 Nisan 1936, Ağaç Dergisi 5. sayı