Asıl mevzuumuz olan tezatlara girmezden evvel, Avrupa’daki mimarî ve diğer sanatlarla tabiat arasındaki münasebetlere şöyle bir göz atmak faydalı olacaktır. Esasen, aynı münasebetlere Osmanlı Mimarlığı için de döneceğiz.
 
Avrupa, bütün sanat gurupları ile tabiata çok yakından bağlıdır. Yakın zamana kadar bu bağ, bir kanun halinde devam edip gelmiştir. Tabiî biz tabiat –nature- derken, Avrupa’lının eski anlayışı içindeki mânâyı düşünmekteyiz. Ve, daha sonraki pasajlardan bir çoğunun mühim bir kısmını teşkil edeceği için, bu kelime ve anlayışın tarifini peşinen ortaya koymak faydalı olacaktır. Avrupalı, etrafının gözle görülüp, kulakla duyulup, elle tutuluveren halini kabul ederdi. Tabiî biz de bu anlayış içinde Avrupa sanatına bakacağız.
 
Avrupa'da sanat, tabiatın, bu uzuvlarla alınıveren halinin muhtelif malzemelerle tekrar edilmesi idi. Bu durum, asırlarca, çok ilkel, acemice çalışmalarla devam etmiş, bazı sanat dallarında seri ilerlemeler olurken, bazı kollar uzun asırlar yerinde saymıştı. Daha önceki yazımızda belirttiğimiz gibi, mimarînin kuruluştan getirdiği abstrelik bile ressam ve heykeltraşların tasallutundan kurtulamamış, tabiatla bağlantısını yukarda anlattığımız tarif içinde, sadece dış unsurlarla devam ettirmek mecburiyetinde kalmıştı. Klâsik Yunan devrinde, gerek resim ve gerekse heykel, naturalizmin zirvesine çıkmıştı. Sanat, taşın biçimlenişi değildi artık, insanın duruşu idi. Sanat olan, adeta modeldi. Ayağın basışı, başın bükülüşü, dizin elbisenin içinden görünüverişi, elbisenin kıvrımlarının ve çizgilerinin tertibi... Yunan sanatı bu durumunu Hellenizme, oradan Roma'ya devrederken, Hristiyanlık Avrupa’yı sardı. Romen ve Gotik devirleri içinde tabiatın daha güçlü ve üsluplu taklitlerine vardılar. Nihayet rönesans'ta Hristiyan haleti ruhiyesi ile Yunan esprisi birleşti. Böylece ana hareket noktası değişmeden barok sanata devredilecek olan, üslûplanmış çok kuvvetli bir tabiatçılık doğacaktır. Daha sonra bu, yani tabiatı bir üslûp içinde ifade tarzı da terk edilip, yerine tam bir naturalizm hakim olacak; tam üslupsuz, havasız bir naturalizm... Artık bütün sanatlar, tabiatın ruhsuz bir taklidi idi. Resim, heykel, mimarî, tabiatın dış biçimini olduğu gibi verirken, müzik bile, kurulan büyük orkestralarla tabiatın seslerini aynen çıkarma işi olarak kabul ediliyordu; fırtınaları, ağaç hışırtılarını, kuş cıvıltılarını, horoz ötüşlerini...
 
Bu hal, 19. asrın sonlarında muhalefetlerle karşılaşmaya başladı. 20. asrın başında bu muhalefetler ciddîleşti ve önce alay edilen tabiatın dışına çıkıcılar, artık bir mesele olarak kabul edilmeye başlanmışlardı. Tabiî bu durumda, ilimlerin ve bilhassa tekniğin rol oynaması ile beraber, Avrupa'nın Çin, Japon, Kızılderili, Zenci ve bilhassa İslâm kültürleri ile temasları da ana hareket noktalarını teşkil ediyordu. Bu tabiatın dışına çıkma hali, abstract, nonfigüratif, mücerret, olumsuz gibi sıfatlarla isimlendirilen bu hal, bütün kolları ile sanat aleminin içinde geniş ve hakim bir hareket halini aldı.
 
Avrupa, çevresindeki biçimlerin dışına çıkmakla, tabiatın da dışına çıktığını kabul ediyor, bunu adeta tabiata karşı bir istiklâl haline getiriyordu. Tabiî bugün artık bu durum yok. Avrupa tabiatın dışında olunamayacağını anlamış, sanatla, sadece estetiğin emrinde güzelliklere varmaya çalışıyor...
 
Avrupa, tabiatçılığın içinde asırlarca zaman kaybedip, onun primitiflerinden kurtulmuşken, yeni bir anlayışın eşiğine gelmiş, bu sefer onun primitiflerini yapmağa başlamıştır.
 
Mevzuumuzun ikinci yanı olan Osmanlı kültürü ve tabiat anlayışına gelince, orda tabiat sadece basit bir dış alınış değildir, bu noktada Batılı ile Osmanlı İslâm kültürü arasında muazzam fark vardır. Tabiat içi - dışı, maddesi ve ruhu ile bir bütün kabul edilirdi. Sanat da, tabiatın dış almışlarının idraklerini muhtelif vasıtalarla ifadesi değildi. Esas olarak da sanatın, tabiatın bir ifadesi olarak kabul edilmesi saçma olarak kabul edilebilir. Dış idraklerin mükemmel ifadesi bir marifet, başka bir ifade ile zanaat olarak kabul edilebilir ama, sanat kabul edilemez. Sanat muhakkak ki başka bir şeydir. O hangi kelime düzeni ile anlatılabilir; çok zor ve karışık bir mevzu... Ama bazı meselelere girebilmek için aşağı yukarı bir anlayışa, bir kelime kabulüne de ihtiyaç var. Sanat kelimesini kabul ettikten sonra, onu da muhtelif malzeme ile yapılan bir güzellik, bir nispet, bir tat, bir ritm olarak kabul etmek; belki de bütün bunları «şiir» kelimesi ile toplamak çok yanlış olmayabilir.
 
Osmanlı’larımız o «naat - Hazreti Peygamberi öven kaside» kelimesinin anlayışı içinde neler yapmıştı?
 
Şiir ve musikiyi bir yana bırakarak, bir biçim ve renkler sanatı olan mimari, resim ve heykel üzerinde duralım. Bizde epey eski çağlardan beri resim ve heykel sanatı ihtiyacı hissedilmiştir. Resim ve heykel zaten bir nevî fantezidir. Bu ön fantazi kabulü –mantığı- onları müstakil bir sanat halinde bırakmamış, mimarî ile birleştirmiş, tek ve mutlak büyük bir sanat haline getirmiştir. Heykelin malzeme ile karışan derin biçim endişesi, resmin satıh, biçim ve renk endişesi, mimarînin ana organizması içinde kaynamış, mimarî böylece biçim ve renk sanatlarının toplayıcısı, tam ve bölünmez bir kompozisyonu olmuştur. Mimarînin «strüktür-yapı»sından getirdiği satıh biçimleri, derin heykel biçimleri, malzemesinden getirdiği organik renkler, bu üç sanatın harikulade birleşimleri olmuştur. Mimarînin gayet girift abstraksiyonlan, müthiş nispet estetiğine varırken, iç ve dış mekân tesirlerinin mükemmel neticelerine varmışlardır. Ve bu eserlerde tabiatı ifade etmek değil, tabiat olmak, onun en yüksek irtifalarından, en derin diplerine kadar idrak etmek mantığı hakimdir. Görülüveren, duyuluveren, tadılıveren değil...
 
Böylece karşımızda esastan gerçek sanata dönük bir sistemle, gerçek sanatı daha yeni idrak etmeye başlamış, ancak onun yoluna girebilmiş bir başka sistem var: Osmanlı - İslâm Sistemi ve Batı...
 
Avrupa’lının daha yeni idrak etmeye çalıştığı bu düşünce ve sanat sistemine, Osmanlı - İslâm kültür ve sanat sistemi asırlarca evvel varmıştı. Batının emekleme halinde, rahatça çirkin kabul edilebilecek primitif sanat eserleri yanında, Osmanlı sanatı çoktan dev şaheserlerini vermişti.
 
Fakat asıl şaşılacak şey, Batı bizim asırlarca evvel idrak ettiğimiz kültür ve sanat sistemine varmaya çalışır, bütün çalışmalarını bu derin ve engin, heyecan ve vecd dolu anlayışa çevirmeye uğraşırken, bizim onların 200 yıl evvelki hallerine dönmeye çalışmamızdır.
 
Şu anda Türkiye'de çok geniş bir okumuşlar topluluğu, Batıyı adım adım takip etmek fikrinde, hatta bir nevi sarhoşluğundadır. Olarca Avrupa her şeyi ile mutlak olarak taklit edilmelidir. Bu düşüncenin hareketi olarak da, hakikaten, Batı bazı noktalarda adım adım takip edilmektedir. Bu noktalardan bazılarını belirtelim: Ayakkabı, elbise, etek, saç, ruj, biçim ve renklerini, Avrupa’yı birkaç dakikalık bir farkla takip ediyoruz. Buna münevverlerimizin kulüplerde oynadıkları kumar ve içtikleri kokteyl şekillerini de ilave edebiliriz. Bu büyük gayret, sanat ve ilim sahalarında görünmüyor. Orada, çok küçük bir grup hariç, büyük münevver topluluğu Avrupa’nın 19. asırdaki zihniyetinden dönüş gayreti içinde... Ortadaki bütün sanat hareketleri bunu pek açık şekilde gösteriyor
 
Başka bir noktaya da dokunalım: Demin küçük bir grubu hariç tuttuk. Bu gurup, sanat ve düşünce bahsinde ekseriyetten farklı, ama maalesef onlar da Batı’nın bugünkü primitiflerinin içine gömülü duruyorlar, bu primitiflerin aynen aktarılması ile uğraşıyorlar. Deminki bütün olarak habersiz gruptan farkları, onların gözlerini, Avrupa’nın 100 yıl önceki haline dikmiş olmaları, bunların ise bugünkü hale büyük teslimiyetle bağlanmış olmaları. Batı bugün tam tatmin edici bir dünya görüşüne varmış olmadığı gibi, çok emin bir sanat anlayışına da varmış değil. Daha kısa ifadeyle kendinden memnun değil. Daima bir arama halinde ve bugünkü imkânları ile de bulma yoluna girer gibi olmuş durumda. Eski, hele 100 yıl evvelki halini nefretle düşünüyor.
 
Yazımızın başlığındaki tezat böylece çok şaşırtıcı bir şekil içinde devam ediyor. Kendinden memnun olmayanların nefretle andıkları bir zihniyet, kendinden kopmuş bir grup tarafından şiddetle arzu ediliyor ve bütün imkânlarla taklit ediliyor. Halbuki taklit edilen kültür ve sanat sistemi terk edilmiş, beğenilmemiş. Onu terk edenler otomatikman taklitçilerin terk ettiğine adım adım yaklaşıyorlar. Ve bu devr-i daim zincirlemesi bakalım ne zaman kopacak.
 
Ve, biz, içinde olduğumuz, o dev kültür, sanat ve heyecan deryasının, Avrupa'nın hayallerini bile tam göremediği, ama arzu ettiği o vecd denizinin ne zaman farkına varacağız? Ve tezatlar ne zaman bitecek?

 
Cevat Ülger