Sanatlarda birçok hareket noktaları olmakla beraber, asıl çıkışın ve hâkimiyetin «estetik» olduğu besbellidir. Ve sanatların, güzelliğin ve estetiğin özü, acaba şiir midir? Resim, renk ve biçimlerin; heykel, madde ile biçimin; mimarî, mekânların şiiri... Ve hatta şiir, kelimelerin, şiirin şiiri mi? Bu mevzular alabildiğine açık... Biz de ne söylesek, hangisini kabul etsek olacaktır. Ve herhalde yukarıda şüpheli bıraktığımız cümle, hakikate çok yakındır. Sanat, muhtelif malzeme ile yapılan biçimlerin şiiri olabilir.
 
Elimizde şu an bir kitap var: Synthese des ants - sanatların birleşmesi... Paul Damaz tarafından hazırlanmış. Kitabın içinde güzel bir baskı ile oldukça zengin malzeme vardır. Birçok mimar, ressam ve heykeltraş'ın eserlerinin fotoğrafları basılmış, arada da sanatkârların sözleri ve yine oldukça geniş sayfalar halinde sanatların birleşmesine ait mülâhazalar var. Bütün yazılar İngilizce, Fransızca ve Almanca. Adından da anlaşılacağı gibi kitap, sanatların birleşmesine taraftar. Fikri alınan sanatkârlar da, tabii bu fikrin insanları ve fikrin özü şu; sanatlar içice olmalıdır. Bir mekân sanatı olan mimarîde, duvarlar boş birer satıh olarak kalmamalı, onlar ressam ve heykeltraşlar için birer malzeme olmalıdır. Mimar, ressam ve heykeltraşlar, mutlaka beraber çalışmalıdırlar. Bu şekilde resim, bir fantezi, heykel bir fantezi olmaktan çıkıp, mimari ile birleşecek ve hayatî bir fonksiyon içinde bulunacaklardır.
 
Fikir yeni değil; hele Avrupa için oldukça eski ve Yunanlılardan beri bu birleştirme yapılmıştır... Meşhur karyetitler, mabetlerin frontan’larındaki heykeller, Ortaçağı dolduran, roman ve gotik yapıların duvarlarındaki heykel ve freskler... Rönesans, barok sanat devirlerinde de devam eder. 19. asır sonlarında mimarlık bir bakıma, mimarlardan bir kısmının tabiri ile, ressam ve heykeltraşların tasallutundan kurtulma çabasına girdi. Ve mimarlar, daha saf, sadece mimarî unsurlarla çalışmağa başladılar.
 
20. asrın başlarından biraz sonra, yine birleşme fikri ön plâna geçmeğe başladı. Yalnız eskiye nazaran, küçük fakat güzel bir fark vardı; resim ve heykeller artık tabiatın dış biçimlerine karşı hürriyetlerini ilan etmişlerdi. Mimarîde de, beton ve çelik, epey mühim değişmeler meydana getirmişti. Binalar sadeleşmiş, açılan düz ve büyük satıhlar, ressam ve heykeltraşlar için geniş tatbikat sahaları olmağa başlamıştı. Tarihi sentez hareketi tekrar başladı... Mimarî projeler hazırlanırken, ressam ve heykeltraşlar için münasip yerler bırakıyorlardı. Tabiî mimarlar, rahat ve sade bir geometrik biçimler kompozisyonuna giderken, ressam ve heykeltraşlar da, kübik ve geometrik anlayış içinde, mimarlarla açık beraberlik gösteriyorlardı.
 
Bütün bunların içinde asıl güzel olan hareket, çağımızın meşhur mimarı Corbusier ile başladı. O, mimarî projelerini hazırladığı yapıların resim, rölyef ve heykellerini de kendi yapıyordu. Durumun daha önceki sentez hareketlerine nazaran ne kadar ileri olduğu apaçıktı. Ne kadar aynı kafada olurlarsa olsunlar, ortada üç şahsiyet vardı; ressam, heykelci, mimar. Corbusier ile karşımızda bir tek şahsiyet var; ama ressam, ama heykeltraş ve mimar olan bir tek şahsiyet. Tabiî böylece de binalardaki sentezler çok daha rahat ve ritmli oluyordu. Bina, aynı zamanda resim ve heykel olurken, resim, mimarî ve heykel, heykel ise mimarî ve resim durumunda idi. Böylece biçimin, rengin ve malzemenin şiiri durumunda olan bu sanatlar, tam bir bütün olma durumuna giriyordu.
 
Resmin tatbikatları üstünde oldukça zengin malzeme var. Yukarda bahsini ettiğimiz kitap içinde, hele Ankara İstanbul gibi, yeni binalarla dolmakta olan şehirlerde, alabildiğine misaller var. Fakat maalesef, gerek ressam - heykeltraş -mimar üçlü birleşmesi ile, gerekse bütün bu sistemlerin tek şahsiyette toplanması ile, verilen tatbikatlar içinde rahatça güzel olarak kabul edilebilir eserler yok. Kitabımızdaki, Corbusier'nin yaptığı tatbikatlar da, herhalde şaheserler olarak kabul edilemezler. Bunun gibi, yakın misaller olarak, Ankara'nın Kızılay'ında (Gökdelen'deki) meşhur heykel pano, İstanbul'da Manifaturacılar çarşısındaki birçok resim ve rölyef panolar ve daha yüzlercesi, muvaffak olmuş, güzel, heyecan verici sentezler olarak kabul edilemezler.
 
Sanatların birleşmesi fikri içinde, daha henüz, rahatça güzel olarak kabul edebileceğimiz eserlerin çıkmadığı açıktır. Fikrin hareket noktasındaki güzelliğe rağmen, tatbikatlardaki gelişigüzellik insanın dikkatini çekiyor. Tabiî biz bunun detaylarına uzun bir şekilde girecek değiliz.
 
Avrupa sanat alemindeki «sanatların birleşmesi» hadisesine şöylece bir göz attıktan sonra, fikrin Osmanlı sanatı içindeki durumuna geçelim. Avrupa’nın bu mevzudaki asırlarca süren bocalaması ve halen mükemmel bir neticeye varamamış olması karşısında, Osmanlı’ların durumu nedir?
 
Osmanlılar ve daha önceki devirlerde yapılan eserler göz önüne alındığı zaman, bizde tabiatın uzuvlarımızla alınıveren bir «dış» oluşu fikrinin esastan yokluğu görülür. Onun için de çok açık ve çok fazla olarak tabiatın aynen yapılmasına hiçbir sanat kolunda gidilmemiştir. Orda sanat, tabiatın aslı içinden güzelliklerle Allah'ın rızasına varmaktı. Bunun için de, bilhassa resim - heykel - mimarî gibi, maddî biçimler içindeki sanatlar, daha doğuşlarından bir olarak, ayrılmaz bir bütün olarak var olmuşlardır. Hatta, sadece bu dış biçime dayanan sanatlar değil, şiir ve müzikte sanatların ruhu, iç yapısı olmuştur.
 
Avrupa’nın ancak bugün anlar gibi olduğu, şöyle böyle tatbikatlar verdiği abstrakt anlayış, Osmanlılar tarafından çoktan geçilmiş, «tabiat dışı» diye kabul edilen bu sisteme göre ortaya konan ilkel eserlere karşı, Osmanlılar bilhassa 15 -16 -17. asırlarda, tam tersine hareketle, tabiatın aslına uyumun dev şaheserlerini meydana getirmişlerdir.
 
Geçen sene içinde bir gün İlahiyat Fakültesi’nde otururken, ben acizi, Haluk Karamağralı Bey’le tanıştırdılar. Bilmiyorum nasıl oldu, mevzu döndü dolaştı Sinan'a geldi. Haluk Bey, Sinan'ın, sadece mimar değil, aynı zamanda mühendis ve şehirci olduğunu söylediler. Ben itiraz ettim. Tabiî Sinan'ın sadece mimar değil, aynı zamanda mühendis ve şehirci oluşu o kadar bilinen bir şeydi ki, Halûk Bey şaşırdılar. Ben, Sinan'ın mimar, mühendis, şehirci değil, şair, musikişinas, ressam, heykeltraş, dekoratör, hattat, mühendis, şehirci ve mimar olduğunu söyledim. O zaman güldüler... Evet, o dönemde sanatlar ayrılmazdı, müzisyen olmayan bir insanın mimar olması imkânsızdı, bugün de imkânsızdır. Ve Osmanlı Mimarları bir bütün olarak,(sade Sinan'da değil.) komple sanatkârdılar.
 
İşte Süleymaniye, yanına yanaşalım... Ve işte minareler; bunlar acaba resim değil midir? Heykel değil midir? Yaklaşalım; işte kapı, bu mukarnaslar, heykel, resim, müzik, şiir değil mi? Ve işte kitabe... Bu kadar müzikle dolu, şiirle dolu, resim ve rölyef tasavvur edilebilir mi? Kaynaşan zenginliklere gözlerimizi ve kulaklarımızı kapatarak geçelim, içeri girelim. İşte bir mekân; mimarî mi, resim mi, müzik mi, heykel mi, şiir mi? Evet hepsi! Pilpayeler arasındaki kemerlerden, mekânın derinliklerine girebilir, nispet denen şeyin şiirini yaşayabilirsiniz. İşte sanatların birleşmesi...
 
Resimde müziğin, mimarlıkta şiirin, heykelde mimarlığın bütün şiir gücüyle yaşaması... Osmanlı sanatlarında bunu, aklın ve hayallerin çok üstünde olarak görüyoruz. Bu nasıl yapılabilmişti? Acaba İslâm'ın o zengin vecdinin, derin heyecanının yaşanmasıyla mı? Biz, devrin dışında olduğumuz için vaziyeti idrak edemiyor, şaşkınlıktan, halden hale geçiyoruz.
 
Osmanlılar tabiat etütlerini de yapmışlardı. Topkapı Sarayı Müzesini dolduran albümler bunu vesikalamaktadır. Halen birçok resimleri neşredilmiş bulunan Fatih albümünde, at, köpek, bitki, insan olarak, yüzlerce tabiat etüdü vardır.
 
Biz burada sadece ve bilhassa, Osmanlı mimarlığının dünya mimarlığı içinde, rastlanmayan, en enteresan taraflarından biri olan mukarnaslardan bahsedeceğiz. Batılı sanat tarihçilerinin stalaktik dedikleri unsurlar... Osmanlılardan bize alabildiğine zengin stalaktik hazineleri kalmış, fakat bunların adına dair, yapılmalarının menşeilerine dair, gayet az ve muğlak bilgiler var. Bu bilgilere göre adları «mukarnas», karnas, mugarnat olarak geçiyor. Belki daha başka vesikalarda, daha zengin ve mutlak isimler de vardır. Biz bu isimlerden mukarnas'ı seçtik. Yine aynı kaynaklara göre, mukarnaslar da kendi içlerinde, püskül, püskül ayağı, badem, peş, diş, hücre gibi unsurları kompoze ediyorlar.
 
Mukarnaslar hareketlerine, esbab-ı mucibe olarak, değişen satıh biçimlerindeki geçişleri ve değişen satıh yüksekliklerindeki geçişleri teşkil ediyorlar. Bu geçiş vazifesini yaparken, statik ve estetik vazifeyi, insanı şaşırtan bir mükemmellik ve birlik içinde yapıyorlar. Mekânın derinliklerine, ifade edilecek kelime kullanamayacak kadar güzel nispet ve biçimlerle iniyorlar. Düşen gölgeler, gölgenin içindeki gayet ince rölyefler teşkil eden peşler ve ince peş çizgilerine hakim bademlerle, güzelliğin tam tarifi olabilirler. Yine diğer unsurlar olan hücreler, dişler, püsküller, püskül ayakları, o girift biçimlerin içinde kompozisyonu muazzam bir kudretle tamamlıyorlar. Işık ve gölge, mukarnaslarla tam bir sanat unsuru haline gelmektedir.
 
Sadece estetiğin sınırladığı, alabildiğine hür bir biçimler sanatı, sütun başlıklarında, sütunların yuvarlak biçiminden kemer ayaklarının dört köşe biçimine geçişte, bahsettiğimiz bütün unsurları kullanarak, hele mermerin maddesinin verdiği harikulade renkle, manümantal kapıların üstünde insanı heyecandan titreten, biçim, ışık, gölge, renk ve mermerle, yukarılarda dört köşe mekânla, yuvarlak kubbe eteği arasında, taş ve sıva ile, daha alabildiğine geniş kullanış yerlerinde varılmış, anlatılamayacak, kelimeye sığmayacak neticeler. Bize öyle gelir ki, güzelliğin hayali bile bu kadar güzel olamaz. Lügatlarda, estetik kelimesinin karşısına mukarnaslarımızın fotoğrafı konulmalıdır. İşte en açık tarif, işte en rahat açıklayış.
 
Avrupa’nın ancak 20. asırda yarım yamalak varabildiği, fakat güzellik bakımından daha basit çabalamalar içinde olduğu abstraktif anlayış içinde, 15 -16 -17. asırda Osmanlı Mimarlığı, hayallerin bile üstünde şaheserler vermişti. Bu abstre şaheserler, İstanbul’u ve Osmanlı imparatorluğunu ağzına kadar dolduruyor.
 
Ve, Osmanlı mimarlığının şaheserleri karşısında tir tir titreyen ecnebi sanat tarihi profesörlerinin kulakları çınlasın.


Mimar Cevat Ülger’in makalesi cevatulger.com sitesinden alınmıştır.