Hükmü başa alırsak; “modern haramiler” ve onların pusuda bekleyen irili ufaklı zorba uşaklarının, darbe adı altında başlattığı işgal girişimine karşı, 15 Temmuz’da Müslüman halkın burç burç direnerek sokakta kurtardığı iktidar, tam bir halk ihtilâlinin destanıdır. Mağlubiyet kompleksi, az gelişmişlik duygusu içinde hep çevrede tutulmuş bir halk, ilk defa kendisine doğru diye belletilen yanlışların açmazından, yersiz korkularının ezikliğinden kurtulup darbeye direniyorsa, bu uğurda ölüyorsa, irade benim diyorsa, bunun adı dünyanın her yerinde ihtilâldir.
Rahmetli Necip Fazıl’la başlayıp, Salih Mirzabeyoğlu’yla devam eden ve 2002’de Ak Parti iktidarı ile birlikte ivme kazanan İslâmî hareket, 15 Temmuz’da bir halk ihtilâline dönüştüyse ve hadiseler, S.Mirzabeyoğlu’nun, haklı nefret ve öfkesini yansıtan ünlü destanı “Aydınlık Savaşçıları”nda söyledikleriyle örtüşür biçimde gerçekleştiyse, bu siyasî şuurun oluşumundaki en önemli pay bu insanlarındır. Emeklerinin boşa gitmediğini görmek hem kendileri hem sevenleri için büyük bahtiyarlıktır. İhtilâle aslî rengini veren İslâm’dır. “Tarihî an”a ve ihtilâlin devamı halinde gelişecek olan inkılâba damgasını vuracak yönetici-yönlendirici ilke, BD-İBDA dünya görüşü olmalıdır. Bunun dışındaki tüm oluşumlar, “olması gereken”in “olan”a uydurulduğu bir dinamik olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Her asır, o asrın zihnî temelini oluşturan müdir bir fikrin varlığıyla karakterizedir. Bu fikrin ortaya çıktığı dönemde kıymetinin bilinip bilinmemesinin veya daha sonraki nesiller tarafından anlaşılacak olmasının bir önemi yoktur. Nihayetinde bu fikir hayatın her alanında, farklı görüntüler altında ortaya çıkar ve belirleyici olur. Tıpkı H.B. Kahraman’ın naklettiği bu anekdotta olduğu gibi: “Picasso, 1. Dünya Savaşı patlayınca İspanya’ya geri döner. Galiba ya son gidişidir ya da sondan bir önceki. Sonra asla gitmeyecektir. Bir süre kalır, geri gelir. Montparnasse da Gertrude Stein’la birlikte piyasa yapmaktadır. Üstleri kamuflaj görüntüleriyle, desenleriyle boyanmış, örtülmüş askeri araçlar geçer yanlarından. Picasso, o görüntüleri ilk kez görmektedir. Bakar ve ne olduklarını sorar. Stein ‘kamuflaj’ der. Picasso tekrar bakar ‘Kübizmi bulmasaydık bunu yapamazlardı’ diye tarihe notunu düşer.” Düşülmesi gereken bir başka not; tüm entelektüel faaliyetlerin temelinde yatan, onların aradığı ve ulaşmak istediği fikrin de bu müdir fikir olduğu gerçeğidir. Dahası, “olan”ı “olması gereken”le kesiştiren düşüncenin sahih merkezi de yine bu fikirdir. Bizim, sanki yeni gerçekleşiyormuş gibi algıladığımız hadiselerin tohumu, aslında yıllar önce atılmıştır. İnsanları harekete geçiren, hadiselere aslî rengini veren müessir güç, mazinin bereketli toprakları üzerine aslında yıllar önce serpilmiştir. Hiç şüpheniz olmasın, 15 Temmuz’da, “her can bir siper olup, burç burç direndiyse”, bu direnişi temin eden ruh, siyasî şuur, N. Fazıl ve S. Mirzabeyoğlu’nun yıllar önce, bu bereketli topraklara ektiği tohumun meyvesidir.

Adını ister “üst akıl”, ister “küresel merkez”, ister “Büyük Paralel” koyun Fernand Braudel’in; “büyük yırtıcıların dolaştığı, orman yasalarının işlediği” ve kapitalizmin “gerçek yuva”sı olarak isimlendirdiği bölge ve bu ayrıcalıklı bölgeyi işgal eden “ayrıcalıklı aktörler”in kurduğu oyun büyük, yaptıkları plân şeytanî! Dünya nakdi üzerinde denetim, teknoloji, hayatî enerji kaynakları ve medyanın kontrolü, bu ayrıcalıklı aktörlerin elinde… Amerika bile, dünya üzerinde güç kullanma tekelini, ancak bunların rızasıyla sürdürebiliyor. Dolayısıyla, Amerika’nın da sahibi bunlar. Fakat gelinen noktada, dünyanın en borçlu ülkesi konumundaki Amerika’nın, artık Amerikan Merkez Bankası (FED) eliyle kalpazanlık yaparak, dünya ticareti üzerinde baskı kurarak doları sürekli rezerv para pozisyonunda tutması, kendini finanse ettirmesi ve kapitalizmin lider ülkesi olma konumunu sürdürmesi pek mümkün görünmüyor. Zira kapitalist tarihin devamı için; her nöbet değişiminde, kapitalist dünya ekonomisinin yeni ve daha gelişmiş kurumlar üzerinde yeniden yapılandırılması, maddî genişlemenin sağlanması ve bunların organizasyonu zaruri… Lakin kapitalist dünyanın lider ülkesi Amerika’nın silah gücüyle para gücü ters orantılı; silahı çok, ama parası yok. Çünkü kapitalizmin tarihinde para gücü ilk kez tek başına Batılıların elinde değil. Japonya, Dört Asya Kaplanı (G. Kore-Tayvan-Singapur-Hong Kong) ve Çin gibi kapitalist güçler de artık para üzerinde söz sahibi… En verimli dünya sermaye fazlası kaynaklar Doğu Asya’nın elinde... Amerika’yı da yöneten, Avrupa Birliği’nden ayrılan ya da koparılan İngiltere’yi gerekli desteği versin diye Amerika’nın yanına veren Üst Akıl, “yeni” bir sistem kurma; belki de dünya imparatorluğuna gitme emelinde. Ancak tüm bunları gerçekleştirebilmesi, Doğu Asya’nın elindeki verimli kaynakların denetimine bağlı. Denetimi nasıl yapacağı ve elinde nasıl tutacağı konusunda ise kararsız. Çünkü işin içinde, “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” da var! Doğu Asya bu kaynakları kendi rızasıyla vermeyeceğine göre, zora dayalı bir denetim, dünya malî ve siyasî güçleri arasında bir parçalanmaya sebep olabilir. Bu durum, piyasalarda ve toplumun alt tabakalarında kaos demektir. Bunun getireceği şiddet tırmanışı ve şiddet ortamından doğacak kaos, iktidarı uygulanamaz hale getirebilir. Bu da nihaî krizini yaşayan kapitalist tarihin sonu olur!..

Max Weber “Ulusal devlet bir dünya imparatorluğuna dönüşmediği müddetçe kapitalizm de devam edecektir” diyor. Görünen o ki, her nöbet değişiminde yeni ve daha gelişmiş kurumlar üzerinde yeniden yapılandırılmak gibi bir özelliğe sahip kapitalist dünya ekonomisi, uzun zamandır, artık bu sürecin sınırlarına gelindiğinin işaretlerini veriyor. Muhtemeldir ki, siyasî ve iktisadî piramidin tepesinde oturan güçler, yeni bir sistemin yeni yapılarını kurma, belki de bir dünya imparatorluğuna gitme derdindeler. Doğu Asya’daki kaynakların denetimi için duydukları hayvanî iştiha, İslâm coğrafyasını, hatta İslâm dinini yeniden düzenlemek için yıllardır sürdürdükleri savaş, sanki yeni bir sistemin yeni yapılarını kurmanın malî, dinî ve toprak boyutunu oluşturan politikalarmış gibi bir izlenim veriyor. Lâkin kendilerine biat etmeyen Erdoğan’lı bir Türkiye ve Sünnî İslâm, bu projenin gerçekleşmesinde, önlerinde büyük bir engel. Onun için, bir an önce Erdoğan’dan kurtulmak, İslâm’ın içini boşaltıp protestanlaştırmak gibi bir emelleri var. Hayallerini Erdoğan’sız bir Türkiye, peygambersiz bir İslâm süslüyor. “Modern haramiler”, bu plânı, “Pennsylvania’daki dağ sıçanı” (Pennsylvania’daki Gobbler’s Knob’ta bir dağ sıçanı var. Adı da Punxsutawney phil. Kaynak: J. Lloyd- J. Mitcihinson, Cahillikler Kitabı) ve onun pusuda bekleyen zorba uşakları birlikte kotaracaktı. Lâkin devlette yapılacak tasfiyelerle inisiyatifin ellerinden gideceğini anlayınca, kuklacı ipleri çekmeye, içerideki kuklalar da oynamaya başladı. Başarılı olamadılar, foyaları meydana çıktı. Suçüstü yakalanmış olmanın telaşı içinde, o gün bugündür hepsi sus pus üç maymunu oynuyorlar.

Evet, bu bir küresel saldırı. İslâm’a karşı mevzilenmiş şer güçlerin seferberlik ilanı. Fakat tüm hesapların üzerinde Allah’ın da bir hesabı var! Bu hakikati göz ardı ettiğiniz zaman ilahî olan birçok şey idrakinizden kaçar, burnunuzun ucundakini dahi göremezsiniz. Gerçeklikten çok arzularınızın, kendinizi görmek istediğiniz hayallerinizin körleşmesi içinde kontrolün sizde olduğunu vehmeder, davranışlarınızda ve kararlarınızda büyük tesiri olan kuvvetleri ya ihmal eder ya da hafife alırsınız. Neticede biriken muhakeme hataları hayatlarınız üzerinde etkili olur, büyük başarısızlıklara, sonu hüsranla biten trajik olaylara sebep olur. Tüm o zeki, iyi yetişmiş kadrolarınıza rağmen, hiç yıkılmaz diye baktığınız yapılar bir anda tuzla buz olur. Lâkin cehaletin gücü büyüktür. Ve insanoğlu cehaleti nisbetinde cesurdur. “Zübükzâde” olduğuna bakmadan, “sırrını kavrayamadığı bir dünya”ya karşı umutsuz bir savaş açması yetmezmiş gibi “buyur buradan yak” hesabı, bir de “kâinat imamlığı”na soyunur ki, “ayıkla pirincin taşını ayıklayabilirsen!”

“Batı modeli” tabu olmaktan çıktı. Kendi insanı nezdinde de inanırlığını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya... “Cambaza bak cambaza” hinliği içinde, İslâm düşmanlığını yükselterek kendi değerlerini korumanın, belki de “yeni” bir sistemin yeni yapılarını kurmanın derdinde. Dolayısıyla illegaliteyi devlet politikası haline getirmiş bir kültürün, bir kandırmacadan ibaret söylemlerine takılıp kalmak yanıltıcı olur. Modern devletin, sivil toplum düşüncesinin içine ustaca gizlediği şiddet tehdidi ve tekelini görmemek; işgal, sömürgecilik ve bunlara bağlı bir mülkiyet anlayışının şekillendirdiği, kapitalist sistemi ayakta tutan kurumların sistematik bir şiddet temeline oturduğu gerçeğinin üzerinden kuru bir mantıkla atlayarak demokrasi güzellemeleri “yakmak”, sadece ahmaklıktır. Zira Doğu’nun sunduğu ahlâkî temeller üzerine oturan kavramları aslî bağlamlarından koparıp, kendi menfaatleri istikametinde kullanan, kendisine biat etmeyen ülkelerin liderlerini darbeyle deviren, olmazsa öldüren, o da olmazsa ülkelerini işgal eden bir medeniyeti hâlâ kutsuyor olmanın başka bir izahı yoktur.

Kendisini “merkez”e koyan, halka da merkezden uzak tutulması gereken “çevre” gözüyle bakan Cumhuriyet eliti; utandığı ve unutmak istediği her ne varsa bunları kendisine hatırlatan Müslüman Anadolu insanından hep nefret etti. Bu insanlara her zaman, Batılı normlar çerçevesinde eğitilmesi, değiştirilmesi, dönüştürülmesi gereken görgüsüz bir kitle gözüyle baktı. Sağcısı solcusuyla gelmiş geçmiş tüm iktidarlar da bu insanları hep resmî ideoloji ve Batılılaşma ekseninde dönüştürmek istedi. Ak Parti ile birlikte, İslâmî kesim ilk defa kendi içinden İslâm’la barışık bir iktidar çıkarırken, siyasî bir dönüşüm de yaşandı ve çevre merkeze taşındı. Müslüman Anadolu insanına nefs emniyeti geldi, siyasî bir şuur oluştu. 15 Temmuz direnişi bunun tezahürüdür. Ve Allah’ın inayetiyle bu halk, bundan sonra hiç kimseye, canını teslim etmeden kendi kurduğu bu iktidarı da teslim etmeyecektir. Ancak, “modern haramiler” uşaklarıyla pusuda... Türkiye’yi teslim alma girişimi “arkası yarın, bizi izlemeye devam edin” kıvamında eylemlerine devam edeceğe benzer. Netameli bir süreçten geçiyoruz. Bilinene ve tekrarlanana odaklanarak, Batı’nın ne kadar gayriinsanî olduğunu ve çifte standart uyguladığını söyleyerek, âlemlere rahmet olarak indirilmiş mukaddes kitabımızın evrensel mesajını Batılı formlar içinde yeniden üreterek bu süreci geçemeyiz. Türkiye bir an önce, iki yüz yıldır içinde bulunduğu, bir türlü tahakkuk etmeyen kof birliktelikler ve sun’î süreçlerden kurtulmalı, geleceğini kendi köklerinde aramalıdır. Bu, hem İslâm âleminin Batı’nın tasallutundan, tahakkümünden kurtarılması hem de içinde bulunduğu ölümcül tehlikenin önüne geçilebilmesi için önemlidir.

Aylık Dergisi 144. (Ağustos 2016) Sayı