Çağdaşlığı ve modernizmi kendisinin temsil ettiğini söyleyen “Batı”nın iddiası şu; “Eğer ben doğruyu biliyorsam ve sen cahilsen senin düşüncelerinin yolunu değiştirmek benim ahlâkî görevimdir. Böyle yapmaktan geri durmak zulüm ve bencillik olur.”

Batılı emperyalistlerin sömürgeciliklerini anlaşılır kılmak, haklı çıkarmak için, sömürgeleştirdikleri “ötekileri” aslında adam ettiklerini, uygarlaştırdıklarını, kalkındırdıklarını, tarihin rayına oturttuklarını savunurken başvurdukları “beyaz adamın yükümlülükleri” açıklaması bunun bir örneğidir.Aynı şekilde ABD’yi kuran beyaz adamın Kızılderili “ötekileri” yok sayarak ve yok ederek batıya doğru ilerleyişini, “kaderin kendi omuzlarına yüklediği bir görev” olarak açıklamaları da bir başka örnek. Kendi kendilerine böyle bir görev atfetmeleri onları, tarihin-aklın öznesi olarak, yani hükümran özne olarak kurguladıklarının bir başka göstergesi.

Modernist bir perspektiften bakıldığında farklı olanların, başkalarının “şimdi” de çağdaş olan mekânda bir yerleri yok. Onlar “çağdaş” olan yere ait değiller. Batı’ya göre kendileri çağdaş, kendilerinden olmayanlar çağdışı. Bu bakımdan modernin hiçbir radikal farklılığı barındıracak bir toleransı yok.Ancak kendisinden icazetli, kendisinin otoritesine bağlı kılınıp, kendisinden izin belgesi almış olan ya da kendi nüfusuna kaydedilmiş “ötekilere” hoşgörülü olabiliyor. Üstelik farklı ötekilere karşı hoşgörüsüzlük onun için ahlâkî bir sorumluluktur.

Sonuç olarak modernizmin özünde, farklı olana hoşgörülü olmak, “ötekini” kendi haline bırakmak, kendini ötekine-ötekiliğe açmak diye bir şey yok.Ötekini asimile etmek, evcilleştirmek, öteki olarak dışlamak, yok etmek var. Onun için modern olmak demek, “sömürgeleştirmeye ayarlanmış” olmak demekle aynı şeydir.

Bu bakımdan modernleşme tarihinin aynı zamanda bir emperyalizm ve sömürgecilik tarihi olmasında hiçbir şaşırtıcı taraf yoktur. Zaten Batı tarihinde insanî olanın mantıkî ve pragmatik bir yeri yoktur. Afrika’yı yakıp yıkıp insanlarını katlederek sömürgeleştirmelerini, “oraya biz uygarlık götürdük” diyerek gerekçelendirmişlerdir. Eşkıyalık üzerine kurulan ABD, Afganistan’a, Irak’a, Libya’ya işgale giderken “biz oralara demokrasi götürüyoruz” diyerek milyonlarca insanı acımasızca katletmiş, milyonlarca insanı aç ve yetim bırakmış, milyonlarca kadına tecavüz etmiştir.

Batı’nın “eski”ye tepki olarak icad ettiği modernizm, öteki ve ötekilik üzerinde uygulanan bir zorbalıkla temelleniyor. Ötekiyle olan ilişkinin tek kültürlü bir dokusu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.Modern yani “çağdaş” olan kendileri, “çağdışı” olan ötekiler yani şimdiye ait olanın gerisinde kalmış olanlar.Buradan hareketle kendilerini modern olarak tanımlayanlar, kendilerini, adam yani tarihin ve aklın öznesi olarak kuruyorlar. Yukarıda bundan bahsetmiştik. Hegel tarih tezinde, doğrusal giden tarihin Almanya ve Batı’da en mükemmel seviyesini bulduğunu söyler. Bize göre ise tarih doğrusal değil, daireseldir. Kendi içlerindekileri ayrı değerlendirir ve demokrasiyi işletmeden başkalarının kendilerinden farklılıklarını, ancak tek taraflı faşist bir mantıkla hiyerarşik bir düzene koyarak anlayabiliyorlar. Örneğin “vahşiler” ve “barbarlar” zorla kendilerine baş eğdirilmesi gereken ötekiler olarak görülüyor.Modernistler kendilerini uygar ve çağdaş olarak, ötekileri de çağdışı ve barbar olarak gördüğü için, kendilerinde daima başkalarına müdahale etme hakkını buluyorlar.

Batı emperyalizminin ötekini sömürgeleştirerek kavradığını, zaten bilinene indirgenerek evcilleştirildiğini, tanınır kıldığını görüyoruz. “Modernist-çağdaş” anlayışta, öteki “evcil bir öteki” olarak temsil ediliyor. Ve bu sahnelenme biçimiyle ötekiliği kalmıyor.Bizim ötekilikten arınmış olduğunu düşündüğümüz kendiliğimizin kâr hanesine yazılan bir yardımcı mevcudiyete bürünüyor.Bu anlayış Batı merkezli olup, Batılıyı hükümran özne kılmaktadır.Şimdilerde ise batı ya da kuzey merkezli, hatta giderek uluslararası şirketler merkezli bakıp, baktırdığını, bildiğini yargıladığını değerlendirdiğini tesbit etmekteyiz.
Barbarlaşmış Batılı emperyalistler, kendilerini “uygar” olarak kurgulayarak, “barbar” olarak yansıttıklarına “sen benim geçmişimdesin, ben senin geleceğinim” diye hitap edebilmektedir. Onlara kendi konumlarına ulaşmalarını hedefleyen, “adam etme, uygarlaştırma, gelişme, küreselleşme” reçeteleri sunabilmekteler.

Ötekinin bilinmesi onun bu çeşit bir şiddet uygulanarak bilinene uydurulması, “kuşa benzetilmesi” ya da “adam edilmesi” yoluyla oluyor. Artık ötekiliğin olması, farklılığı egemenin gelişme hedefine uyarlanarak, modernizmin evrensellik iddiasına da dayanak oluşturuyor.

Ayrıca “bütünsel bir birlik” içinde kurgulanan bu “çağdaşlık” anlayışı karşıtını da sömürgeleştirip, kendisine uydurduğundan bir karşıtlık içinde Batı’ya karşı çıkmak da imkânsız hale geliyor.

Batı uygarlığı dediğimiz aslında bir zorbalık ve yamyamlık uygarlığıdır. Esas amacı kendini var etmek, güçlü kılmak için tüm insanlığı ve tabiatı yok etmektir. Öyle ki insan kendi hayatında bile özne olmaktan çıkmış, bir nesneye dönüşmüştür. O artık yalnızca bir tüketim aracıdır sistemin gözünde. En katı diktatörlükler de insanın kendi iradesiyle karar verme özgürlüğü var; fakat “demokrasilerde” böyle bir hakkı yok çünkü onun iradesine hükmeden egemenlerdir.

Çok eski çağlardan beri Batı’da “efendi-köle” düzeni vardır. Eskiden köleyi prangalara vurarak zorla “efendisi” için çalıştırıyorlardı. Bugün de kitle ve popüler kültürle önce cahilleştirip sonra da kitle iletişim vasıtalarıyla şapşallaştırıp iradesine hükmederek sadece tüketen bir köle haline getiriyorlar.

Batı’da eskiden zorla sürdürdükleri bir köle düzeni vardı. Bugün o kölelik düzenini, çağdaş modern kölelik düzenine çevirdiler. İsmine de “demokrasi” dediler. Kendilerinden olmayan herkesi köleleştirmeye çalıştılar. Dünyanın bütün kaynaklarını kullanmaya başladılar. Kendilerini modern-çağdaş gördüler, ötekileri de çağdışı, ilkel ve barbar… Önce sömürgecilik, daha sonra da emperyalist faaliyetlerine başladılar.

Dünyadaki bu eşkıyalık düzenini ilk gören ve deşifre eden Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu, bunu “Bütün Fikrin Gerekliliği” eseriyle ortaya koyup, nasıl olması gerektiğini de o eserde anlatmıştır.
“İlk önce bilinmesi gereken; Mutlak Fikri hayata geçirmekten bahsedildiğinde, önce insan ve toplum meselelerini Mutlak Fikir’den hareketle sonuçlandırmış bir ‘vasıta sistem’in gerekliliği… Sonra; hedef karar alma mekanizmasını (iktidarı) ele geçirme oldu mu, mevzuun ‘ihtilalin oluş tekniği’ olduğu ve bu çerçevedeki meselelerin halli gerektiğinin şuuru.” (Bütün Fikrin Gerekliliği, İbda Yay., 2. Basım, s.16.)
Batı’nın anlayışında kendisine benzemeyen, kendisinden olmayan herkes “öteki”dir. Ötekine kesinlikle hiçbir tolerans tanımazlar. Örneğin; Türkiye elli yıldır Avrupa Birliği’ne gireceğim umuduyla beklerken, Avrupa hiçbir tolerans göstermiyor. Batılılar sadece kendilerinden olmadığı halde evcilleştirip, kendilerine uyruk yaptıklarına tolerans gösteriyor.Batılılar dün derebeylik ve krallıkla yönetilirken ne ise bugün demokrasi yönetimlerinde de aynılar. O dönemdeki eşkıyalık, hırsızlık, soygunculuk ne varsa bugün de aynısı var. Eskiden kamuflaj yapmadan açıktan yapıyorlardı. Bugün demokrasi kamuflajıyla yapıyorlar.

“Müslüman olmuş bir Amerikalı hanım bilgin, bunu fevkalade bir biçimde ifade eder:

-‘Batı medeniyetinin kötülüğü tesadüfi değildir, yahut ASIL PRENSİPLERİNE göre yaşamakta kusur eden, sırf BEŞER ZAAFINDAN DA ileri gelmiş değildir. Eksik olan, bizzat ASIL PRENSİPLERİDİR, Batı medeniyeti, teoride de pratikte de kötüdür.” (Bütün Fikrin Gerekliliği, İbda Yay., 2. Basım, s. 27.)


Baran Dergisi 644. Sayı