Kâinat devamlı bir akış halinde hareket ediyorken insan nasıl hareketsiz kalabilir? Kâinat her an yenilenme içindeyken insan nasıl hep aynı kalabilir? Düşünün, size bir faydası olmayan bir cismi nasıl ki kaldırıp kenara atıyorsanız, topluma ve kâinata bir faydası olmayan insanı ne yapmak gerek? Ki insan her an yeniden doğuyorken nasıl bu doğuşu hissedemez de o müjdenin içinde körelip kalır? “İki günü birbirine eş olan aldanmıştır” hadisi şerifine göre insanın dünü bugününe benziyorsa o insan kendi muhasebesini ve ilerleyişini durdurmuş demektir.

Takdir edersiniz ki, artık tek tip insan görmeye başladık. Aynı filmi izliyor, aynı filme gülüyor, aynı filme ağlıyor, aynı mevzularda aynı şeyleri söylüyoruz. Her şey taklit... Sanat taklit, edebiyat taklit, düşünce taklit… Orijinal yok... Uzaklara gidip gelsek aynı şeyleri görüyoruz; kimse kendi ruhundaki farklılığı gösteremiyor artık. Fertler birer tüketici modeli olmaya ve aynı düşünmeye, aynı şekilde hareket etmeye ayarlanmış. Neyi bulacağını bilmiyor, bulduğunu nasıl arayacağını ise hiç bilmiyor. Haliyle neyi mesele edineceğini ve hangi mevzuda derinleşeceğini fark etmiyor.

Eşya ve hadiseler karşısında insandan istenen devamlı bir arayış, devamlı bir keşif, devamlı nasılını ve niçinini sorgulamak… Hareketsizlik yeni bir şey üretmemizi de engelliyor. Devamlı bir dinamizmi de kaybettiriyor. Bu sefer de, profesöründen âlimine, aydınından yazarına, esnafından işçisine kadar tüm cemiyetteki seviye devamlı düşüyor. Çünkü yenilik yok. Yeni ruh, yeni teklif yok. Buna hem fikirsizliğimizi, sistemsiz eğitimimizi, toplum olarak düzensizliğimizi ve bunlardan kaynaklanan rehavetimizi de ekleyebiliriz. Bir süre sonra da insanda “neden gönderildik, niçin gönderildik ve ne yapacağız” soruları kaybolmaya başlıyor. Hâlbuki insan devamlı eşya ve hadiselerin nakşı üzerine kendisini yenilemesi gerekiyor. Şöyle diyelim; parça bütüne tâbidir. Bütünü görmeden hareket ettiğimiz zaman gayeyi de kaçırıyoruz demektir. Mesela, bir aydın toplumun tüm problemlerinden sorumludur. Edebiyatla ilgilenen bir aydın, edebiyattaki problemleri söyleyip kenara çekiliyor. Hâlbuki edebiyatı biz hukuka da, iktisada da, resme de, sanata da bağlamak zorundayız. Hatta edebiyat başlı başına bir estetiktir. Aydın edebiyattaki problemi söyleyip diğer tüm sorunları gözardı ediyorsa, gayeyi, problemlerin bir parçasında görüyor demektir. Bu misali tüm alanlara kullanabiliriz. İş böyle olunca da onlarca kitap yazan “aydın”larımız her hangi bir meseleye çözüm getiremiyor, hatta bir mesele etrafında dahi duramıyor. Aydın demişken, kendisine Üstad dedikleri ve onlarca kitabı olan bir başka “aydın” da “kurtuluş yolumuz” diye başlık attığı yazısında kurtulmamızın çözümünü birlik olmamıza ve tek devlet olarak yaşamamıza bağlıyor. Bu lafları artık kahve köşelerinde akşama kadar kâğıt oynayanlar da, mahallemizdeki sümüklü çocuklar da söylüyor. Madem “kurtuluş yolumuz” dedin, nasıl birlik olmamızın şartlarını da, nasıl devlet olmamızın şartlarını da sen söyleyeceksin. Adama sorarlar “neyin birliği, nasıl birlik, niçin birlik, nasıl tek devlet, neden tek devlet, niye devlet?” diye. Eğer 400 sayfa gibi hacimli bir kitabta attığın başlığın cevabını veremiyorsan, namuslu bir şekilde “cevab bende değil” demeyi bileceksin.

Bahis mevzuu ettiğimiz yeniliğe karşı hareketsizliğimize misallerden biri de sanattan estetikten ve zevkten uzak bir hoca kılıklı ham yobaz... Önce yayık bir ağızla ağzına aldığı Enderun teravihinden başlayıp Itri’ye sövüyor. Itri’nin bestelediği salavata da ‘bidat’ diyor. Devamı ise fecaat… Üstad’ın üç düşman diye nitelediği “Aşksız ham yobaz, duygusuz kafir, nasipsiz reformcu” sözündeki aşksız ham yobazı tüm suretiyle kapsıyor bu hoca kılıklı. Daha önceki videolarında “Muhyiddin-i Arabi Batı’nın mikroplarını Müslümanlara taşımış, yaymıştır. Muhiddin İbni Arabi büyük bir kuyuya minik bir çakıl taşı attı, bunu bütün insanlar arasın dedi. Sadettin Konevi diye birisi de aldı onun bu sözlerinden din ihdas etti. Kur’an kullanılarak, hadis kullanılarak Yunan felsefesinden din çıkarıldı. Muhiddin İbni Arabi Avrupa kafalıdır… Avrupa’dan getirdiği mikropları Müslümanlara taşıdı… İslam toprağı bir müceddid bekliyor… Allah’u Taala İbni Teymiye’yi gönderiyor… Biz ‘Ebubekir veya Ali bin ebi-Talip’in peşinden gidelim, o ne yaptıysa onu yapalım, o ne dediyse dinimizi ona göre yaşayalım’ denilse çok kısır bir din bilgisiyle karşılaşırız. Yani ne Ali’den ne Ömer’den ne Ebubekir’den… kamil bir din öğrenmek mümkün değildir. İbni Teymiye de İbni Arabi düşmanıdır, İmam Rabbani de İbni Arabi düşmanıdır. İmam Rabbani, İbni Arabi’ye ‘başlarım senin Hikemiyye’nden diyen biri… Futuhat-ı Mekkiyye diye kitabı var İbni Arabi’nin, ‘banane senin mekki kitabından bana medeni şeriatı getir’ diyor. Adamı medinenin dışında görüyor, bunun şeriatta ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz. …herkes yaşadığı çağın Ebubekir’i olabilecek potansiyeldedir… sahabi olmak mümkündür, bir sahabi değil elli sahabiyi yakalamak da mümkündür. …peygamberlerden sonra kimsenin ne olacağı belli değil…” gibi onlarca hatta daha fazla ifadeler kullanıyor bu hoca kılıklı.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri gibi bir büyüğe söylemediği sözleri söyleterek iftira atan bu tipler, Enderun Teravihi mevzuunda da İmam-ı Azam’a kendi yobazlığını mâl ederek, “İmam-ı Azam mı böyle teravih kılmış da ritüel uygulamayı yeniden başlatmışsın sen? İmam Ebu Yusuf’u mu böyle gördün sen kılarken? Halid bin Velid’i böyle namaz kılarken mi duymuştun? Hayır efendim. Hilafet makamını hak etmediği halde işgal eden Osmanlı’nın son yeteneksiz padişahlarının zevk-i sefasını ibadet diye bana sunuyorsun. Bu kıldığı, ritüel dediği teravih yüzünden o devletin çöktüğünü niye hatırlatmıyorsun? Sarayında fısk-ı fücurdan vakit bulmuş da uyduruk eğlence iki rekat namaz kılmış diye Osmanlı Sarayı, peygamber sarayı mı? Sen bunu Dolmabahçe Sarayı’nda balo salonunda kılınmış namazdan alıntıladın” diyor.

Peygamberimizden bahsederken bile ilk güzelliğin ondan alınacağının da şuurunda değil. Dil desen dil yok, estetik desen hiç yok. Ruh desen ölü. Yeni bir şey desen söyleyecek kapasite, söyleyecek malzemesi, söylemek için de yaslanacak muhtevası yok. Hani Mümin her an yenidir ya, bu hoca kılıklı gibiler de yeniliği bırakın, kaşıyacakları yeri dahi bilmiyorlar. Zevk idraki öyle sıfır ki, Itri’nin bestesini kendi içindeki eşek sesiyle karıştırmış olmalı. Şöyle diyelim: İbni Arabi’ye söven Itri’ye niye sövmesin ki! Söver de söver, duramaz Fuzuli’ye de söver, Nabi’ye de, Dede Efendi’ye de söver. Hatta sanattan anlamaz bu kütük, Mimar Sinan’a da söver. Öyle ki, kâfir, Itri’nin bestesinden zevk alırken bu hoca kılıklıda Itri’nin bestesi, katı ve azap vericidir; ses yoktur, zevk yoktur, ruh yoktur!

Gelmiş olduğumuz noktanın ve seviyenin bu kadar aşağılarda olmasının en büyük sebebi de estetik idrakinin bu kaba adamlar tarafından fark edilmemesi. Bunun için Üstad Necip Fazıl, estetik ve sanat idrakini niçin en başa almamız gerektiğini söylüyor.

Vahhabi bir tanıdığım hat yazdığımı görünce ne kadar gereksiz bir iş yaptığımı söylemişti. Hatta ona göre Süleymaniye de gereksizmiş. Bu tip hocaları Vahhabilerin neden çok sevdiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Sanata küfreden bu adamın bir sanat eseri olan Sinan’ın Şehzadebaşı Camii’nde vaaz vermesi de ne kadar ironi! Peki şunu soralım: Sanata küfreden bu “kafası karışık”, aslında o yüce Sanatkâra küfrettiğini bilmiyor mu? Bana bu hal her zaman Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun “doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur” sözünü hatırlatır: Görmek için sadece gözün yeterli olacağını sanan bu adamların neden kör yaşadıkları da zevksizliklerinden belli. İtici, çirkin, ruhsuz…

Müzik bahsine bazı örneklerden girerek Itri’nin bestesindeki ulviliğe de dikkat çekmek istiyorum.
İmam Gazali’nin İhya-u Ulûm’id-din eserinin 8. cildinde musikinin ve bestelerin ruhî hayat için nasıl iyi kullanılabileceği yer alıyor. 12. yy’ın başında yazılan Gazali’nin bu eseri, Duncan B. Mac Donald tarafından da Kraliyet Asya Dergisi’nde İngilizce olarak yayınlanmıştı. Endülüs’te musikinin yayılmasına ve gelişmesinde en büyük etken de Muhiddin-i ibni Arabi, İmam Gazali, Farabi ve el-Kindi olmuştur. Hatta İbni Arabi hazretleri sırf Kur’an’ın yayılması için zecel formunu kullanmış, Hıristiyanların Hz Meryem’e galiza lehçesinde ilahiler bestelemesini bu yüzden hor görmemiş ve zecelleri küçümsememiştir. İnceliğe bakar mısınız? Nerede, nasıl, hangi şartlarda ne yapılması gerektiğinin de ipucunu veriyor bize. Avrupa, Rönesans öncesi saza bir tel ekleyeni engizisyon mahkemelerinde öldürürken, Endülüs’te o dönemde uda yeni tel ekleniyordu. Avrupa Rönesans etkisini bile Müslüman âlimlerden almışken şimdi birilerinin çıkıp engizisyon kafasıyla hareket etmesi hayret verici değil mi? Bir tarafta Itri’ye küfreden bir ham yobaz, bir diğer tarafta derinliğini Batı’dan çok Doğu’da bulmuş olan musikinin varlığı... Bir tarafta materyalistlere taş çıkartan sanat düşmanı, bir diğer tarafta İslam’ı tüm estetikliğiyle gösteren muhteşem sanatkârlarımız.

Çalgı aletlerinde ilk terkip de Müslüman âlimler tarafından yapıldığı tarih kitaplarında yer alır. Halife Harun Reşid zamanında Fars geleneğiyle zenginleşmiş olan musikî, hem teorik olarak hem de eğitim olarak gelişmişti. Hatta Harun Reşid, konservatuvar bile kurdurmuş; orada hem şiir, hem musikî, hem de ses eğitimleri vermiştir. Bugün Itri’nin bestesine karşı çıkan birinin engizisyonda sırf saza tel ekledi diye idam eden zihniyetten ne farkı var?

Zevk idrakini yitirmiş dönemlerin sanata pranga vurması gibi, şimdi de zevkten mahrum olan fikirsiz ve ruhsuz “hoca”ların ettikleri haltlar haddi hesabını aştı bile. Kazım Albay, “İman-Sanat İlişkisi” isimli yazısında “İlim bize bir dünya görüşü veremez, bunu ideoloji yapar. Sanat ise ideolojinin müteharrikidir” der. Hali itibariyle kendilerini ilim sahibi sanan zevatın ideal birliktelikle alakası olmayınca ilim de bir işe yaramıyor. İdeolojisi olmayan adamın da sanatla ne kadar ve nereye kadar ilgisi olabilir? Fikirle alaka kuramayıp papağanvari bir şekilde fıkıhtan bahseden, ama onun da sathında kalan, İslâm’a en ufak fayda sağlayamayan hocaların ehli sünneti anlamamalarının ve karşı gelmelerinin sebeplerinden biri de “Bize tek Kur’an yeter” diyerek Kur’an’ı anlamak için fikre ihtiyaç duymamasından kaynaklanıyor.

Biz Büyük Doğu-İbda bağlıları olarak biliyoruz ki ideolojimizi İbda belirlemiştir. Sanatımıza da İbda anlayışı yön verdi. Büyük Doğu-İbda ideolojisi ise bir cemaat, bir izm, bir mezhep veya günübirlik bir fikir anlayışı değildir. İbda’nın özelliği, estetik bir kaygı güderek kendini İslâm’a muhatap kılması ve ondan aldığı ilhamla bir anlayış sunmasıdır. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu da İslâm’ın emir ve ölçülerini Büyük Doğu-İbda anlayışıyla bize göstermiş ve dilde, edebiyatta, sanatta, ekonomide, hukukta, siyasette, matematikte, estetikte, ilimde ve insana değen tüm mevzularda nasıl olunması gerektiğini göstermiştir.

Evet, biz ideoloji diyoruz; her mevzuda orijinalliğini göstermiş ve her an insana yeni ve yeniden bakmanın yolunu gösteren bir ideoloji... Biz bu yüzden birilerinin söyledikleri mevzuları doğru olarak kabul ediyor olsak da “bütün fikir” içinde söylemediklerinden veya söyleyemediklerinden dolayı Büyük Doğu-İbda anlayışı içinde hareket edilmesi gerektiğini söylüyoruz.

Estetik kaygı gütmeyi bize emreden İslam’dır. Fikirsiz hiçbir şey olunamayacağını da Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in İdeolocya Örgüsü’nden verelim: “Fikirsiziz efendiler! Fikirsiziz! Ne yola, ne madene, ne buğdaya, ne silaha muhtacız! İhtiyacımız sade fikre. Ondan da mahrumuz! Fikir olunca hepsi olur, o olmayınca da hiçbiri olmaz.”
 
*Mü’min hep yenidir - Kazım Albay, “İman-Sanat İlişkisi” Baran Dergisi 492. Sayı 

Baran Dergisi 494. Sayı