“Dünya düzeni” denildiğinde devlet bazında ilk olarak “ABD” ismi akla gelir ve telaffuz edilir. Müesses nizamın ve köhnemiş dünya düzeninin egemen gücüdür ABD... Üstelik millet olma niteliklerine sahip olamamış ve ne kültürel, ne de tarihî olarak bir medeniyet olma iddiasına erememiş bir halkın devleti olmasına rağmen bu güce sahiptir. Peki, ABD tabiî hale aykırı olan “köklere ve bağlara sahip olmadan egemen olma” konumuna nasıl yükselmiştir?

Tarih

1492 senesinde Avrupalıların Amerika kıtasının varlığının farkına varmasının ardından İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve İngilizler bilhassa kriminal tipleri bu kıtaya yerleştirerek burada toprak sahibi olmaya başladılar. Koloniler kurdular. Zaptettikleri kıtanın yerlilerini soykırıma tâbi tuttular. 19. asra kadar yerlilerin “insan” olup olmadığına karar bile veremediler. Amerika kıtasını işgale sonradan katılan İngilizler, soy kırım ve sömürüde diğer Avrupalılara rahmet okuttular. 18. Yüzyıla gelindiğinde Kuzey Amerika’da 13 koloni (sömürge bölgesi) bulunuyordu ve bu kolonilerin üzerindeki mutlak otorite İngiltere idi. 13 koloninin üzerinde bulunan üst meclisin yöneticilerini İngiliz Kralı tayin ederken, Birleşik Krallık’tan farklı olarak diğer meclis yöneticilerini yerleşik zenginler, yani oligarklar seçiyordu. 4 Temmuz 1776’da George Washington öncülüğünde yayımlanan “Bağımsızlık Bildirgesi”nin ardından her tarafı şaibe dolu bir bağımsızlık savaşı ile 1783’de modern dönemin ilk demokratik rejimi kuruldu. 

Dünya Düzeni

Gerek oligarkların yönetimdeki etkinliği, gerekse de modern dönemin ilk demokratik rejimi olması bakımından bugünkü dünya düzeninin temellerinin bir açıdan ABD patenti taşıdığı söylenebilir. Nitekim Avrupa’da yaşanan Fransız İhtilâli’nin yön almasında da ABD’nin kuruluşunun etkisi olmuştur.

ABD’nin sistemde sivrilmeye başlaması ise 19. Yüzyıl sonu ile 20. Yüzyılın başı itibariyle olmuştur. 1898'de İspanyollar ile yaptıkları savaş neticesinde tüm eski İspanyol sömürgelerine “kondular”. “Amerika kıtası ABD'nin sorumluluğundadır” mealindeki Monroe Doktrini gereğince zaten Amerika kıtasında peyderpey ele geçirdikleri sömürü bölgelerini, bu savaşın ardından tüm dünyaya teşmil ettiler. I. Dünya Savaşı’nda büyük bir yıkımın arenası haline gelen Avrupa’nın içine düştüğü iktisadî buhran ABD’nin yayılmacı politikasının etkisini artırmasının önünü açtı. II. Dünya Savaşı’nın ardından ise ABD sisteme tek başına hâkim oldu. ABD’nin ana kıtalardan uzak olması sebebiyle savaşın topraklarına taşınmaması ve istikrarın mütemadîliği bu durumun ana sâikidir, ama İngiltere’nin bayrağı resmen ABD’ye teslim etmesini de gözardı etmemek gerekir. 

II. Dünya Savaşı sonrasında ABD öncülüğünde ortaya çıkan paradigmada emperyalizm farklı bir boyut kazanmıştır. “Yeni Dünya Düzeni”nde askerî güç ve silah artık sömürü mekanizmasının kullandığı temel araç olmaktan çıkmıştır. Buna nazaran daha “yumuşak” bir anlayış benimsenmiş ve 3. dünya ve İslâm ülkeleri zihinlerde işgal edilmiştir. Askerî gücün yerini kültür ve demokrasi almıştır. Önce rejim olarak demokrasi ihraç edilerek diğer devletlerin gardları indirilmiş, daha sonra Batı, bilhassa ABD kültürü ihraç edilerek halkların Batı'ya gönüllü esareti sağlanmaya çalışılmıştır. Soğuk Savaş döneminde Komünizm'i “şeytanlaştırıp” bütün diğer ülkeleri kucağına düşüren ABD, SSCB'nin yıkılmasıyla önce sevinmiş, ama dünya siyasî dengesinin 2000'lerden sonra aleyhine dönmeye başlamasıyla hevesi kursağında kalmıştır. Rusya, Türkiye, Çin, Brezilya gibi devletler içeride millîleşme süreçlerine girerken, bu durum en çok ABD’yi rahatsız etmiştir. Küreselleşme süreci sekteye uğramıştır. Son dönemde dünya siyasetinde yaşanan gelişmeler bu olgunun tezahürleridir. Tüm bunlara rağmen ABD, dünya siyasetini dizayn etme çabasından vazgeçmemiştir, vazgeçmeyecektir.

ABD’nin dış politikada dünyayı denetleme çabası içerisinde olmasına mukabil, ülke içinde de iç barış bozulmak üzeredir. 2008 krizinin etkisiyle ABD sisteminin taşıyıcısı orta sınıf hızla erimekte, ABD toplumu uçlara doğru sürüklenmektedir. Bir taraftan 2000’ler ile beraber dışarıdan içeriye aktarılan kaynakların tam bir “tüketim toplumu” olan ABD halkının ekonomik ihtiyaçlarını artık karşılayamaz duruma gelmesi, diğer taraftan homojen bir yapıya sahip olmayan halkın bir bütünlük şuuru oluşturamaması uluslararası ilişkilerde istediğini alamayan ABD’yi iç politikada da farkında olmadan kapana kıstırmıştır. Bu açıdan ABD’nin iç dinamikleri incelemeye değerdir.

Millet Olmak

ABD içtimaî olarak kırılganlığı yüksek bir ülkedir. Homojen bir yapıya sahip değildir; bünyesinde etnik ve dinî olarak birçok unsuru barındırır. Bu sebeple bir gaye birliğine sahip insanlardan teşekkül etmediğini söylemek kolaydır. ABD halkı aslında hiç de öyle bahsettikleri gibi bir Amerikan milleti falan değildir; çünkü millet müşterek bir gayeye ve ortak duygu mirasına sahip fertler topluluğudur. ABD’de halkın topyekûn iştirak edebileceği, Amerikan doları hariç, ortak bir payda yoktur. 

Devlet politikası olarak sürekli ortak bir tarih ve kültür üretme çabasının fikrî arka planında da bu yatar. Sinemada, neşriyatlarda ve diğer sahalarda hep Amerikan milleti vurgusunun yapılmasının sebebi budur. Bir toplumun millet olabilme şuuruna vakıf olması için tarihe hesap vermesi gerekmektedir. Yalnızca bir küsur asırdır bir arada yaşayan toplumun millet olduğu vurgusu yapılmaktadır; lâkin ABD ne devlet olarak, ne de toplum olarak millet olabilmenin hesabını henüz vermemiştir. Millet, gücünü tarihinden ve tarihteki sıkıntı ve ızdırablarla “ortaklaşa” baş etme iradesinden alır. Bir topluluğu millet yapan, o topluluğun yaşayıp beraber atlattığı travmalardır. 2 asır önceye kadar ortak hiçbir paydası olmayan ve bir asırdan biraz fazla bir süredir tek ortak paydaları ABD sınırları içerisinde yaşamak olan ABD halkının beslenebilecekleri ortak bir tarih kaynağı yoktur. Buna son elli yıldır aldığı göçü, -ki şu anda ABD nüfusunun % 25'ine tekabül etmektedir-, eklersek durum daha büyük bir vehamet arzeder. 

Savaşlar bir milleti kenetleyici hadiselerdir ve ABD topraklarında bugüne kadar hiçbir savaş yaşanmamıştır. Amerikan toplumu, millet olma iddiasında bulunduğu son 1 buçuk asırdır topraklarında hiç bir ciddi çatışma yaşamamıştır. Bu hadisenin farkında olan ABD, Hollywood’da sahte kahramanlık destanları yazarak bu boşluğu doldurmaya çalışmaktadır. Millet şuurunun varlığı zor günlerde ortaya çıkar; ABD için bu zor günler başladı ve bir millet olup olamayacakları bu sınavın neticesinde görülecektir.

Devletin meşruiyet kaynaklarının başında millet gelirken, milletsiz bir devlet olan ABD ise üzerinde durduğu insan topluluğunu para ve iktisadî refah merkezli bir düzen kurarak bir arada tutmaya çalışmaktadır. Bunda da kısmen başarılı olmuştur. Dışarıdan elde ettiği gelirleri içeriye dağıtmış ve kuvvetli bir orta sınıf oluşturmuştur; fakat dışarıdan elde edilen bu gelirlerin dağılımı yine de adaletli bir şekilde yapılmamaktadır. Bu sebeple bugün eyaletler arasında iktisadî açıdan büyük uçurumlar mevcut. Devlet iktisadî açıdan bir darboğaz yaşadığı için bunun tedbirini alamamakta, bu da para ve iktisadî refah merkezinde bir arada tutulmaya çalışılan toplumdaki çatlakların derinleşmesini sağlamaktadır. 

“Zenci” Meselesi

ABD için bir diğer tehlike ise ülkenin kanayan yarası konumunda olan zenci meselesidir. ABD ırkçılığın ve Afrika kökenlilere ayrımcılığının kronik hâlde olduğu devletlerin başında gelir. Bu meselenin kökenleri ise ABD devlet tarihinden bile eskidir.

16 asırda Avrupalıların Amerika’ya yerleşmeye başlamasının ardından, Amerika kıtasına gemilerle Afrikalı köleler de getirilmeye başlanmıştır. Tarımda, bilhassa şeker kamışı yetiştirilmesinde bu Afrikalı köleler ucuz işgücü kaynağı olarak görülmüştür. 1860’ların ortalarına kadar bu kölelik sistemi tam da Batı’nın barbarlığına yakışır bir şekilde, zencilere hayvandan aşağı varlık muamelesi yapılarak sürdürülmüştür. 

19. yüzyılda ABD’nin kuzeyinde sanayinin gelişmesi neticesinde kölelik sisteminin güncellenmesi gerekmiştir. Sanayi üretiminde işgücü ihtiyacını karşılamak adına köleliğin kaldırılarak zencilerin bu sahaya yönlendirilmesi düşünülmüştür. Bu düşüncenin “modern kölelik” sisteminin temeli olduğunu da anti parantez belirtelim.

1860’larda köleliğin kaldırılması vaadiyle seçime katılan Abraham Lincoln’ün başkan olmasının ardından ekonomisi kölelik sistemi üzerine kurulu olan güney eyaletler isyan etmiş ve bir iç savaş yaşanmıştır. Bu iç savaş kuzey eyaletlerin oluşturduğu ittifak tarafından kazanılsa da zenci meselesi sona ermemiştir. Avrupa kökenli Amerikalılar, Afro-Amerikalıları her dâim köle olarak görmeye devam etmişlerdir.

Bugün ABD’nin nüfusu yaklaşık 320 milyondur ve bunun yine yaklaşık olarak %15’ine tekabül eden 40 milyon kadarı Afro-Amerikandır. 40 milyon zencinin büyük çoğunluğu açlık sınırında yaşamaktadır ve suç oranı en yüksek devlet olan ABD’de cezaevlerindeki mahkûmların %50’sini zenciler oluşturmaktadır. Bu rakamlar bizlere bu meselenin ehemmiyetini işaret etmeye yeter de artar bile…

Belli zamanlarda siyah-beyaz gerilimi yükselse de devlet tarafından bastırılmaya çalışılmış ve örtbas edilmiştir. 2008 yılında Barack Obama’nın başkan seçilmesi ile bu kavganın şiddetinin azalacağı düşünülse de bu olmamıştır. Neticede bu kavga toplumun iliklerine kadar sirayet edici bir yapıya sahiptir. Son olarak geçtiğimiz yaz ve geçtiğimiz ay beyaz Amerikan polislerinin, siyahî gençlere yaptıkları kötü muameleler ve Afrika kökenli gençlerin polis tarafından öldürülmesi voltajın yeniden yükselmesine sebep olmuştur.

Neticede

Belirttiğimiz gibi ABD toplumu para merkezli bir toplumdur ve bir arada kalabilmelerini sağlayıcı tek unsur iktisadî refahtır. Devletin ekonomik açıdan darboğaza girmesi, dışarıdan sağladığı kaynakların içerideki ihtiyaçları karşılayamaması ve de sosyal adaletsizlik ABD halkını rahatsız etmektedir. Diğer taraftan kanayan yara olan zenci meselesinin ortaya çıkardığı gerilimin sokak hareketlerine dönüşmesi de fitilin ateşleyicisi olabilir. ABD bu konjonktürde herhangi bir iç çatışmanın 1860’larda olduğu gibi üstesinden gelebilecek gibi gözükmüyor. Zaten halkı, millet olma keyfiyetine sahip olmayan ABD devletinin parçalanması mukadder. 

ABD, tüm bu içte yaşananlara rağmen izolasyonist bir politikaya da geçememektedir; çünkü böyle bir politika ABD’nin dışarıdan sağladığı kaynakların tamamen kaybolmasına yol açacak, halktaki refah kaygısını körükleyerek ülkenin dağılmasını hızlandıracak. Diğer taraftan da dünyaya ve diğer devletlere “ayar” vermeye çalışırken de istediğini artık elde edememekte. Bu da ABD’nin çöküş aşamasında bir imparatorluk olduğunu bize ihtar ediyor. ABD dağıldıktan sonra müesses dünya düzeni de dağılacaktır. Bakalım gün kime doğacaktır? 


Baran Dergisi 417. Sayısı