İnsan inanmaya memur… Hak veya batıl bir şeye inanmaya göre yaratılmış. İnsandaki bu inanma ihtiyacı yaratıcısına inansın diye.
İnsan maddeye de inanır, mânâya da. Yani materyalist bile bir şeye inanıyor, bu inancına göre de eşya ve hadiseleri yorumluyor. Maddeci bile maddeci görüşünü ruhi çaba ile kuruyor.
“İdeolojiler bitti, yaşamaya bak!” şeklinde bir “hiç”çiliğe de inanır insan. Ama neticede inanıyor, dolu veya boş fark etmiyor. Sonu hüsran veya saadet olsa da inanıyor. Kimi paraya ve dünyaya kimi manaya ve ahirete kimi de anlamsızlığa inanmış, ama hepsi inanmış.
İslâm kalbin yoludur. İslâm dini ferdin vicdanına, aklına, gönlüne hitap ederek inanmasını ve hak ve hakikate teslim olmasını ister.
İslâm, şucu bucu gibi bir etiket değil, tamamen kalb ile inanılıp teslim olunacak ve ondan sonra içten gelen bir oluş halinde bayraklaştırılacak bir dindir. İslâm, cemiyet dinidir ama ferden inanan insanların demeti halinde.
İslâm dil ile ikrar kalb ile tasdiktir.
Onun için İslâm büyükleri “tasavvuf bir hâldir, kaâl (söz) değil” demişlerdir. Bu da bize İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “İmân olmuş bitmiş bir şey değil, her an oluş ve yenileniştir.” sözünü hatırlatıyor.
“Bilgi çağı, enformasyon çağı” da denen postmodernizmde bilgi bir inanç veya entellektüel mevzu değil, kariyer ve meslek için gereken bir şey, bir metadır. İnanç ve ideoloji mevzuları da buna dâhildir. İnsanın ruhi varlığını inkâr veya ihmal eden bir yaklaşım. “Sevmek için bilmek gerek” ilkesi de yerini bulmaz-bulamaz modern veya postmodern anlayışta. Aşk, İmân, kardeşlik, paylaşmak, fedakârlık gibi insani kavramlar karşılığını bulamaz bu anlayışta.
İslâm, baştanbaşa samimiyettir; doğruluktur, maddi ve manevi temizliktir, BD-İBDA İslâma muhatap anlayışı da, “kim ki pazarlıksız olarak Allah ve Resulü diyorsa o bizden, biz de ondanız” anlayışını ilke edinir. Onun için İBDA'cılık, takım tutar gibi bir cemaatçilik anlayışı değil, inanılan ve şuurlaştırılan BİR fikrin kendinden zuhurudur. Aslında İBDA'cılık insannın varoluşudur. Onun için İBDA külliyatında, “bilmek itikadın aynı değil” denmiştir.
Bizde öğrenmek inanmak içindir, hak ve hakikat yolunu bulmak içindir. Postmodernizmde ise her türlü bilgi, iş, meslek ve kazanç içindir. İslâmda da kazanç için bilgi vardır ama insanın ve hayatın mânâsı ile ilgili bilgi bu tür bilgi değildir; modernizmde ise bu tür bilgi gereksiz ve hobiden ibarettir.
Taksim Gezi Parkı isyanı vesilesiyle bir kutuplaşma yaşıyoruz. Esasen hayat tarzları kavgası ve laik-antilaik kutuplaşmasını da ifade eden Taksim olaylarına tepki olarak AKP’nin mitingleri söz konusu. Fakat AKP daha önce birçok hadisede olduğu gibi, İslâm’ı içselleştirerek, bir hayat nizamı olarak benimseyerek tepki vermiyor. AKP kendi iktidarını korumak için ve işine geldiğinde Müslümanlığa sığınıyor ve Müslümanları kullanıyor. Tabiî ki Batıcı hayat tarzını dayatanlara karşı Müslümanlar AKP saflarında yer alabilirler, almalıdırlar da. Fakat burada Müslüman olmak ile Müslüman “gibi” olmak arasındaki farka dikkat çekmek istiyorum ve şunu diyorum:
Eğer AKP kurmayları İslâmı halkın dini olduğu ve iktidarlarına yaradığı gözüyle değil de, İmân mevzu olarak benimseseydiler, 10 küsûr yıllık iktidarların boyunca ülkemiz çok daha farklı olurdu. Sıkışınca veya gençlik elden gidince İslâmî değerlere sığınmak başka, o değerlerle değer bulup halkına öncü olmak başka bir şeydir. AKP’nin gençliği demokratik-seküler bir anlayışla İmânsızlaştırması söz konusudur. Mukaddesatçı gençliği, liberal-İslâm(ılımlı İslâm) batağına sokması söz konusudur.
Maalesef AKP hakkında yaptığım bu eleştiri birçok cemaat, tarikat ve İslâmi gruplar içinde söz konusudur. Birçok Müslüman sadece aidiyet hissi ve kendi rahat ve çıkarı ve de vicdan tatmini sâikiyle cemaat ve tarikatlara mensup olmakta, bu da körü körüne cemaatine bağlanma ve hizipçiliğe yol açmakta, tavizsiz İslâm istikameti çizgisi ve bu uğurda cihad ve gaza ruhu ihmal edilmektedir. Bir toplum projesi fikri ve aksiyonu olmayınca düşülen durum.
Dillerde Allah kelimesi sıkça zikredilir belki ama kalplerden gelen bir coşku ile değil; Allah ve Resûlü davasının sınanması demek olan, sistemli bir fikrin ve cemiyet idealinin kavgası halinde hiç değil. Siyasi veya içtimai kavga verilse bile, bunda bile cemaat menfaati amacı güdülmekte ve iktidardan nemalanmak istenilmektedir.
Ateş gibi bir İmân davasıyla önce kendi yanacak sonra etrafındakileri yakacak otomobil-zatıyla hareketli bir gençlik, bir Müslümanlık, bir devrimcilik arzulamak zorundayız, sadece arzulamak değil kendimizden başlamak üzere olmak zorundayız.
Kendi hakka inanıp halkı da hakka inandırmaktır esas İ’lây-ı Kelimetullah davası.
“Dava çilekeşinin” hamurkârlığını yaptığı gençliğe “nerdesin” feryadına, aksi seda gibi tekrarlayıcı “ nerdesin?” cevabıyla değil”, ta 1975 yılında “ Gölge dergisiyle zuhur eden ve bugün de zindanda aynı çizgisini muhafaza eden İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, bir davaya inanmanın, onu içselleştirmenin ve kendinden zuhurun emsâlidir.
Üstad Necip Fazıl’ın “ İmân olsa tezahürü olur” dediği ve taklidi gayri kabil olan İmân ve fikir tezahür etmiştir Kumandan Mirzabeyoğlu’nda.
Aslında insan inanarak mutlu olur. İnanmak insanın tadacağı en güzel ve en yüce duygudur, saadetin ta kendisidir. Davasız, idealsiz, amaçsız bir insan hayat denen değirmenin altında solucan gibi ezilmeye mahkûmdur.
Her ne kadar hayat tarzları kavgası olarak görsem ve benim bağlı olduğum hayat tarzına da zıt bilsem de, Taksim gösterilerindeki gençliğin bir kendinden zuhur olarak kendi İmânlarını ortaya koyduğu ve bilerek veya bilmeyerek düzenin onlara verdiği bencilliği ve çıkarcılığı reddetmesi söz konusudur. Çünkü gençlik İmânını arar, hakikat kutbunu bulamazsa bâtılı da olsa inanır. AKP ise bu noktada gençliğe pragmatist ve bencil hayatı aşılamaktan başka bir şey yapmamıştır. AKP’nin sureti haktan görünen icraatlarında bile hak duygusu değil pragmatist duygularla halkı tatmin var. Biz burada mücerret bir hak ve hakikat gereği olarak belirtelim ki, hak gayesi gütmedikten sonra halkı tatmin etmeyi siyasi gaye yapmak, halk ananı istese vermek gibi bir felakete çıkar ki bunun sonu hüsran olur. Halk dalkavukluğu değil, hakikat kaygısı esas olursa hem kendimize hem de ülkemize yararlı olabiliriz.
Son olarak şunu eklemek gerekiyor ki, müteahhitlik hizmetleri yapmak ve halkı satın almak marifet değildir. “Yarın hakkın divânına varınca/Süleymandan alır hakkını karınca” anlayışından gelen bir milletiz; her ne kadar sistem partileri bu hassasiyeti köreltmekte müşterek olsalar bile…


Baran Dergisi 335. Sayı