Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın ortaklaşa olarak 22-24 Aralık 2011 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlediği “Müslüman Toplumlarda Değişim ve Kadının Rolü” başlıklı uluslararası konferansa 40 ülkeden 20’si bakan, 200 kişi katıldı. Bunlar arasında Arab Baharı ülkelerinden Mısır, Suriye, Yemen, Libya gibi ülkelerden temsilciler de vardı. Filistin, Afganistan, Irak gibi işgal altındaki ülke kadınları da.
Aslında genel olarak konferanstan aktarılanlara bakılırsa İslâm dünyasındaki kadınlar, an’ane, örf ve birtakım İslamî uygulamaları tenkid ederek, çözüm adresi olarak “değişim ve demokrasi”yi gösteriyorlar. “Değişim ve demokasi”?
Konferansa katılan ülkelerden Moritanya ve Bangladeş’te mecliste kadın temsilinin % 25 olduğunu aktarıyor Sibel Eraslan. Oysa kendilerine göre ne kadar önemli bir ölçüdür, gelişmiş bir ülke olmanın tezahürüdür meclisteki kadın temsilci sayısı, değil mi? “Model ülke” Türkiye’nin meclisinde, % 4 civarında bir kadın temsili var mesela. “Ölçü” gitti mi gümbürtüye?! Öyle ya, model ülke Türkiye, Moritanya değil! Demek ki, “ölçü” filan hikaye, bütün mesele “stratejik” rol ve mevkî icabı Amerikan projelerine “stratejik ortak” olmak veya olmamak... Kimse kimseyi kandırmasın, ABD, ağzıyla kuş tutsa “model ülke” ilan etmez Moritanya’yı; öyle mi, değil mi?
Yine Sibel Eraslan’ın aktardığına göre, Afganistan Kadın İşleri Bakanı, 1979’dan beri işgal altındaki ülkesinin kadınlarının yaş ortalamasının 44 olduğunu aktarırken, durumun iyi olduğunu söylüyor. Irak Kadın İşleri Bakanı Elzeydi ise Meclisteki kadın sayısının azlığını tarıma dayalı toplum olmalarına bağlıyor. Oysa bu iki ülkede işgal altındadır ve bu iki bakan işgalin bilançosundan, kadınlara etkisinden, kaç kadına tecavüz edildiğinden, kaç kadının dul kaldığından, kaç kadının fuhşa yönlendirildiğinden bahsetmiyor. Demokrasi getirilecek ülkelerin vaziyeti hiç de iç açıcı olmamasına rağmen, kadınların hâlâ “demokrasi” demelerinde nasıl bir hikmet aramalı? Sibel Eraslan şöyle yorumluyor:
- “Demokrasi” ana hedef olarak pozitif tanımlarıyla o kadar çok zikredildi ki katılımcılar tarafından... Kendilerine, “demokrasi derken neyi kastettiklerini” sordum; “insan hakları, adalet, hür seçimlerle iş başına gelecek hükümetler” şeklinde cevaplar aldım. Batılı anlamıyla aydınlanma düşüncesine yaslanan; laiklik, hümanizm ve akılcılık birikimiyle bugüne gelen demokrasiyle kavramsal bir hesaplaşmaya girmekten çok, yeni bir içerikle yeni bir tanımlama getirdiklerini fark ettim demokrasiye... İslam toplumlarından yükselen “yeni demokrasi” söylemi, uzun asırlardır, doğuya kolonyal politikalar eşliğinde sadece işgal ve sömürüyü dayatmış, “eski demokrasi”ye meydan okuyordu...”
Oysa bu “eski demokrasi”, “yeni demokrasi” tanımlamaları da biraz zorlama duruyor. “Eski demokrasiden yeni demokrasiye geçiş” bir devrim değildir. Değişim hiç değildir. Asıl hayatî sual şudur: Arab Baharı’nda sokaklara dökülen Müslümanlar, İslâmî bir düzen mi istiyorlar, yoksa Batılıların demokratik yoldan sömüreceği yeni stratejik ortakların yöneteceği bir düzen mi?
Eski sömürgeci demokrasinin yerini yeni sömürgeci demokrasinin alacağı açık iken, buna “değişim” demek, kendi içinde çelişkili bir düşünce tarzıdır. Çünkü batılıların canı gönülden desteklediği bu “değişim” rüzgarının altında “yeni demokratik sömürü düzeni” olduğunu herkes biliyor. Mesele Müslümanların yapacağı tercihte...
Model ülke Türkiye’nin, AKP hükümetinin “ileri demokrasi” diyerek ortaya koyduğu yönetim tarzı ile “yeni demokrasi” kavramı örtüşüyor. Recep Tayyib Erdoğan’ın zaman zaman Batılılara “haddini bildiren”, “meydan okuyan” tavırları ile kendilerini özdeşleştiren Müslüman Arabların, bu şekle ve şemaile özenerek “yeni demokrasi” demeleri çok büyük bir aldatmacanın içine düştüklerini gösteriyor. Çünkü, Türkiye hem stratejik konumu itibariyle, hem de “model ülke” olma istidadı ile ABD tarafından pohpohlanacak, söyledikleri (fiiliyata geçmediği müddetçe) gözardı edilerek tolere edilebilecektir. Ama aynı tolerans diğer Ortadoğu ülkelerine gösterilmeyecektir. Şöyle diyor Sibel Eraslan:
- “Müslüman Toplumlar” genellemesinde, “sömürge deneyimi” yaşamamış üç ülke var; Türkiye, İran ve Afganistan. İlk ikisinde, sürekli darbeler ve siyasi devrimlerle gelinen bugünkü düzeyde “değişim”; kadın bedeni ve giysileri üzerinden tanımlanan “sert” bir olgu. Karşıtını itibarsızlaştırma kurgusu üzerine yapılandırılmış toplumsal dizaynları var, hem İran’ın hem Türkiye’nin... Afganistan’sa dünyanın en fakir 3. ülkesi olarak tam 31 yıldır dünyanın süper iki gücünün işgali altına. Bununla birlikte Afganistan denince “küresel medya illüzyonunun” ilk akla getirdiği konu, işgalin vahim sonuçları değil, kadınlarının giydiği “burka”dır. Bir kötü talih ve derhal değiştirilmesi gereken görünürlük olarak “burka”, Afganistan’daki her şeyi örtmüş durumda.”
“Küresel medya illüzyonu” çok doğru bir tabir, fakat aynı illüzyon, Arab Baharını yeni bir demokrasi kabusuna çevirmek için çalışıyor. Misal, Türkiye’nin bugünkü “görünen” parlaklığının altında müslüman kadınlar en tabiî haklarını elde edebilmiş değil. Başörtülü meclise girilmez, başörtülü kamu kurumunda çalışılmaz, üniversitelerin bazılarında girilir, bazılarında girilmez vesaire...
Ortadoğulu müslüman halk değişim ve demokrasi istekleri ile ayaklanırken, onlara öncülük edecek, değişimin İslâmî bir düzen tercihiyle mümkün olacağını gösterecek, Batıyı hevesleri kursaklarında geri gönderecek “kurtuluş fikri” nerede? “Küresel medya illüzyonu”, müslüman halkı sahte demokrasiye yönlendirmek için canla başla çalışırken? Başta Türkiye olmak üzere bütün İslâm coğrafyasının cevabını araması gereken sual budur. İslâm’ı bir takım an’anevî uygulamalar ve yozlaşmış anlayışlarla tahrib eden bütün eskileri ve eskimişleri bir kenara iterek, İslâm’ı yepyeni bir duyuş ve anlayışla hayata hâkim kılacak kurtarıcı fikir?
Büyük Doğu-İBDA fikir ve aksiyon hareketini, “kurtuluş fikri”ni, yani İslâma Muhatab Anlayış’ı örgüleştiren Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu Bolu cezaevindedir ve “değişimci demokrasicilerin”, Salih Mirzabeyoğlu’nun neden cezaevinde olduğunu, neden Telegram işkencesine maruz kaldığını, işte bu “kurtuluş fikri” meselesinden anlamaları gerekir. Asıl “illüzyon” da burada olsa gerektir...
Yeri geldi madem, Salih Mirzabeyoğlu bahsi geçince hep şu "seçim sloganı" gelir hatırımıza, birçoklarının hatırına geldiğini de biliriz, çok da konuşulan bir slogandır: "Üstünlerin hukukundan, hukukun üstünlüğüne"... Ne güzel değil mi? 28 Şubat yargısı yani "üstünlerin hukuku" ve "darbecilerin zulmü" gitmiş, memlekete "ileri demokrasi" ve "hukukun üstünlüğü" gelmiş!.. Peki o hâlde Mirzabeyoğlu niçin hâlâ hapiste? Niçin hâlâ Telegram işkencesi altında? DGM bile kendisi için "hiçbir eylemde dahli yoktur" demişken, neden hâlâ "brifingli yargı"nın verdiği cezaya karşı "üç maymun"lar oynanıyor? Ötesi berisi yok, Mirzabeyoğlu derhal yeniden yargılanmalı ve serbest bırakılmalıdır. Dokunulmazlara dokunmakla övünen hükümet, hükümetin bile yanaşamadığı asıl "dokunulmaz" olduğunu gördüğümüz Çevik Bir ve darbeci ekibine ARTIK dokunmalı, Mirzabeyoğlu'nu ise rahat bırakmalıdır. Mirzabeyoğlu'na tam 11 yıldır yedi gün 24 saat yapılan barbarca Telegram işkencesi bitirilene kadar, bu devletin -başında ortasında dibinde- hangi makamda olursa olsun, herkes suçludur, herkes sorumludur!..