İsrail’in Gazze’ye karşı gerçekleştirmiş olduğu saldırılar ikinci ayına girmiş vaziyette. Amerika ve Avrupa’nın iktidarları ard arda İsrail’e sadakatlerini göstererek “küfür tek millettir” düsturunu yaşatıyorlar. Ne yazık ki, İslâm âleminin iktidarları için aynı hassasiyetten bahsetmek mümkün değil. 

Meseleyi birkaç bakımdan ele almak istiyoruz. Bunlardan birincisi İsrail ile diğer küfür devletleri arasındaki mantık dışı görünen ittifak ve bu ittifakın nasıl bozulabileceği. İkincisi, İslâm ülkelerinin Gazze’deki mezalime takındığı kayıtsız tavır ve Türkiye. Üçüncüsüyse, iktidarların kayıtsızlığına rağmen ümmetin yeşertmesi gereken diyalektik…

Mantık Dışı Münasebet

İsrail ile diğer küfür milletleri arasındaki mantık dışı görünen ittifakla başlayalım. Geçtiğimiz günlerde İsrail’in Gazze’ye karşı gerçekleştirmiş olduğu barbar ve korkak saldırı şiddetli bir şekilde seyrederken, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry nedense şöyle bir açıklama yapma ihtiyacı duydu: 

“İsrail’i tamamen destekliyoruz.” 

Bazı hususlar vardır anlaşılması son derece güç; bu da bunlardan biri gibi duruyor. ABD Dışişleri Bakanı nasıl olur da İsrail’i tamamen destekliyoruz diye bir açıklama yapabilir? Bir de, şu ân kaynak gösteremiyor olmamıza rağmen geçtiğimiz günlerde kendisini sıkıştıran gazeteciye verdiği şu yanıt diğer beyanatından da beter:

- “İsrail’e olan sadakatim sorgulanamaz.”

Dedik ya, “küfür tek millettir.” Tamam ama burada durum farklı bir noktaya doğru eviriliyor. Artık birilerinin eldeki bütün mecraları kullanarak Amerikan ve Batı kamuoyuna şunu söylemesi gerekiyor; “ülkelerinize ve sizlere karşı sadakat yemini eden seçtiğiniz siyasîler, size karşı olduğundan daha fazla İsrail’e karşı sadakat besliyorlar ve bunu da açıkça ifâde etmekten de çekinmiyorlar”. Yine Amerikan kamuoyuna şunun net bir dille ifâde edilmesi gerekiyor; “siz ekonomik kriz içerisinde kıvranırken, başınızda bulunan idareciler, Siyonist efendilerine yaranmak için çocuk katili İsrail’e, yüz milyonlarca dolarlık askerî yardımda bulunuyorlar.”

Amerika’nın sürekli olarak çeşitli ülkeler hakkında yaptığı açıklamalardan bilirsiniz; eğer ki ABD bir ülkeye istediği her şeyi yaptırabiliyorsa, o ülke Amerika için “müttefik” ülkedir. İtaat ve sadakat uzun süredir devam ediyorsa da “istikrarlı müttefiklik” tanımı yapılır o ülke için. ABD İsrail münasebetine gelecek olursak iş tersine dönüyor ve Amerika İsrail’in “istikrarlı müttefiki” hâline geliyor.

Biz meseleyi yalnızca Amerika özelinde ele alsak da, bilmemiz gerekir ki Avrupa’daki iktidarların Siyonist efendilerine karşı tutumları da Amerika’dan farklı değil. Burada aslında bir mantıksızlık da söz konusu değil; Beyaz Saray başta olmak üzere bütün demokratik(!) ülkelerde siyasetin sermaye etrafında şekillendiği de faş olmuş vaziyette böylece…

Ne yapılması gerektiğine gelecek olursak; yıllardır Siyonistlerin elinde bulunan medya zaten güvenilirliğini yitirmişken, özellikle sosyal medya kanalları kullanılarak gerçekleştirilecek dürüst, adil ve kaliteli bir enformasyon hamlesiyle, Batı ülkelerinde iktidarlarla toplumlar arasında ayrışma rahatlıkla körüklenebilir. Bu çok önemli, düşmanı vurmanın en zevkli yollarından birisi de onun silahını kullanmaktır! Bunları bizim biliyor ve konuşuyor olmamızın çok da önemli olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Bunların artık onlar tarafından bilinmesi, sağır sultana duyurulması gerekiyor. Hâl böyle olunca da dünyanın çeşitli kesimlerinde hapsolmuş değil de, bütün bir dünyaya seslenebilen, Siyonistler tarafından itibarı sarsılmamış ve sarsılamayacak STK’lara ihtiyaç doğuyor. Bundan sonra ne yapılacağını da söylemek zekâlarla alay etmek olur herhâlde.

İslâm Âlemi ve Türkiye

İslâm âlemiyle devam edelim. Büyük Doğu Coğrafyasında toplumlarla iktidarlar arasındaki uçurumu tesbit-teşhis etmek için sosyolog olmaya lüzum yok. Arab Baharı olarak adlandırılan halk hareketleri hâlen sürmekte ve toplumlar zaten aralarında uçurum olan iktidarlara karşı savaş açmış vaziyette.

Bu Arab ülkelerinin iktidarlarında bulunan hâinleri anlamak da esasında son derece güç. Yalnız Suudî Arabistan, Birleşik Arab Emirlikleri ve Kuveyt’in 2011 senesinde petrolden elde ettikleri gelirin yarım trilyon dolara yakın olduğunu hesab edecek olursak, bugün Batıya köpeklik eden bu idarecilerin ne kadar kafasız olduklarını görmemek mümkün değil. Paraya hükmedenlerle paranın hükmettikleri arasında kirli bir savaş bu… Üç kuruşluk nefislerini bütün Müslümanlardan daha kıymetli gören bu idarecilerin İslâm fıkhındaki hükmü bellidir. 

Mevcut idareciler bu kadar kafasız oldukları için, Büyük Doğu Coğrafyasındaki bütün gözler Türkiye’ye dönüyor ve bir ideal ekseninde buluşmuş Türkiye’yi bekliyorlar. Türkiye’den bahsedeceksek, burada ayrıca bazı hususlara da değinmek gerekiyor. Bunların en başında gelen de, şartların Türkiye’yi üstlenmeye zorladığı tarihî rolün icablarının yerine getirilmesidir. Peki, bunlar nedir?

Evvelâ, Türkiye’nin etrafında kenetlenmesi gereken bir fikre ihtiyacı var. Tanzimat'tan beri pörsüyen İslâm anlayışı ile Batı taklitçiliği arasında sıkışıp kalmış, ferdî ve içtimaî sorunlar bakımından “iki seksen” yere uzanmış vaziyette olan Türkiye’nin tekrar ayağa kalkmasının yolu, İslâm'a yönelik bakış ve anlayışını “yenilemekten”, yenileyecek olan fikir etrafında buluşmaktan geçmektedir. Allah bu milletin yüzüne bakmış olacak ki, hem Üstad Necib Fazıl, hem de Kumandan Salih Mirzabeyoğlu bu topraklarda zuhur etmiş ve “İslâm’a Muhatab Anlayış”ın dünya görüşünü örgüleştirerek misilsiz bir irfan hazinesi meydana getirmişlerdir. Bundan sonrası soğuk suya girecek olan insanın o ilk kararı alıp adım atması kadar kolay, tereddüt ettiği kadar zor...

Bu peşin kabulden sonra en acil olansa, içimizde bulunan dönme, kripto, satılmış ve hainlerin ayıklanması işi… Bugün çeşitli veçhelerinden bu işe el atılmış olsa da, maalesef iş hem sathî bakımdan hem de çok ağır aksak işliyor. Bu temizliğin bu şekilde gerçekleşmeyeceği muhakkak…

Fikir ve ideal bakımından bir merkez etrafında buluştuktan sonra, bağımsız bir ekonomi ve millî üretime sahib olunması şartı… Bugün milletimiz her ne kadar Türkiye’nin İsrail’e karşı askerî bir müdahalede bulunmasından yana olsa da, maalesef Türkiye’nin millî üretim, teknoloji ve ekonomi bakımından hâlen içinde bulunduğu zaaf ve bağımlı anlayış böyle bir teşebbüsü hayâl kılmaktadır. Savunma sanayiinde ve ekonomide bağımlı olan bir ülkenin, bağımlı olduğu ülkelerle yahut onların “göz bebeği” konumunda bulunan bir ülke ile “fiziken” mücadele etmesi mümkün değildir. Ayrıca, Filistin’in düşmesinde bizzat rol sahibi olan Mustafa Kemal’in Kemalist anlayışıyla şekillenen zihinlerden müteşekkil bir ordu ile bu toprakların sınırları dışında bir hareket gerçekleştirilemez. Milletle beraber aynı şekilde silahlı kuvvetlerin anlayışının da yenilenmesi şarttır. 

Şartların Türkiye’yi üstlenmeye zorladığı rolün daha birçok icabı vardır fakat, konumuz bu olmadığından ötürü yalnızca artık aciliyeti ve hayatiyeti ayyuka çıkmış olanlardan bahsedebildik.

Metot

Gelelim Müslümanlara; Gazze’deki Müslümanlar haklı savaşlarının uluslararası platformda haksız gösterilmesine neden olacak bütün eylemlerden kaçınıyorlar. Hâliyle de bu savaşı Gazze sınırlarının dışına, özellikle de Batı ülkelerine yayamıyorlar. Gazze’de yaşamayan Müslümanların üzerine düşen görev anlaşılıyordur herhâlde. Bu savaşın, özellikle Batılı ülkeler hedef alınmak kaydıyla bütün bir dünya sathına yayılması, Siyonist İsrail ve onun köpekliğini yapan idareciler bezinceye, bıkıncaya ve teslim oluncaya kadar şiddetinin arttırılması gerekmektedir. Herkesle anladığı dilden konuşmak gerekir. İsrail’in de, onun uşaklarının ve köpeklerinin de bedel ödeme vakti gelmiştir. O zaman, işlesin “kendinden zuhur diyalektiği” diyelim ve lâfı da fazla uzatmayalım.

*

Sonuç olarak “küfür tek millettir” hakikatiyle her gün yeniden yüzleşmemize rağmen Müslüman’ın Müslüman’dan başka dostu yoktur hakikatine bir türlü tesadüf edemiyoruz. Türkiye ve Katar her ne kadar bu zulüm karşısında sessiz kalmasalar da, her ne kadar çeşitli yardımlarda bulunmaya çalışsalar da, görüyoruz ki yetmiyor. Demek ki, daha fazlası gerekiyor. Öyleyse bundan sonraki bütün hesab ve kitablar bu çaresizlik resmi göz önünde bulundurularak yapılmalı, üç kuruşluk politik menfaatler tamamen göz ardı edilmeli, ufuk sahibi bir politika benimsenmeli ve gereği her neyse tereddütsüz yerine getirilmelidir. Buradan şu hususu da açıkça ifâde etmekte yarar var; eğer ki, zamanın ruhu bazı şeyleri artık dikte edecek hâle geldiyse, bunun önünde durmaya çalışmak son derece anlamsızdır. 

Üstad Necib Fazıl’ın “Ufuklar ve Ötesi” adlı konferansında ifade ettiği üzere:
- “Benim tek şerefim kendisine mensubiyetimden ibaret olan büyük Velî, bir gün çarşıdan geçerken, bir dükkâncı atılıyor, eline yapışıyor: 
- “Efendim diyor; dua edin M....... Ümmeti kurtulsun! ..”
O da diyor ki:
- “M....... Ümmeti mi kurtulsun? Nerede M....... Ümmeti? Sen bana onu göster, ben de sana hemen kurtulmuş olduğunu haber vereyim!” 

Baran Dergisi 395. Sayı