Varlığına ulaşılan ilk şarkının Sümerlere ait üç bin 400 senelik tarihe sahip bir parça olduğu iddia edilmekte. 1950’lerde antik Ugarit (diğer bir adıyla Ras-Şamra, Suriye'de Lazkiye yakınlarında Akdeniz'e kıyısı bulunan antik bir liman şehridir) kentinde ortaya çıkarılan tabletlerin üzerinde bir nota dizesiyle yer alan bu şarkı bir duaydı. 1972 yılında Kaliforniya Üniversitesi’nde Asuroloji profesörü olan Anne Draffkorn Kilmer tarafından bugün kullandığımız yedi notalı diyatonik diziye uyarlanarak yorumlandı. Sümerlere ait bu tabletle gün yüzüne çıkan notalar, Batı müziğinin kökenine dair bütün bir konsepti değiştirdi. Bu tarihe kadar müzikle ilgili ilk kuramları geliştirenlerin Eski Yunanlılar olduğu bilinmekteydi. Sümerler döneminden kalan yazıt, bu teorinin çökmesine sebep oldu. Yine de, günümüzde müzik sahasında kullanılan birçok kavram bizi Antik Yunan’a götürmektedir.

Müziğin insanların hayatında ehemmiyetli bir yer tuttuğuna inanılan Antik Yunan’da, şairler lir eşliğinde destanlar söylerdi. “Müzik” kelimesi de Eski Yunan'da sanatın esin tanrıçaları olduğuna inanılan “Müzler-Musalar”ın adından türetilmiştir. Bununla birlikte o dönemde “mousike” kelimesi, Musalar'ın koruması altında olduğuna inanılan her sanat ve bilim dalı için kullanılan genel bir terimdi. MÖ 6. yüzyılda akustiğin temelini kuran Pisagor, müziği matematiksel yoldan çözümleyerek, bir sesin yüksekliği ile telin uzunluğu arasındaki ilişkiyi saptadı. Belirli uzunluktaki bir telde çalınan notanın frekansının, iki kat uzunluktaki bir telde çalınan notanın frekansının tam iki katı olduğunu buldu.

Çinliler de Yunanlılar gibi müziğin ilahi bir tarafı olduğuna inanıyorlardı. Bu inanç daha sonraları da sürdü. Hristiyanlıkta da müzik etkili bir ilahi anlatım aracı oldu. Melodi, ilahi metnin aydınlatılmasına yardımcı oldu. Martin Luther’in de içinde bulunduğu bazı Hıristiyan din adamları bu görüşü savundu.

Müziğin gelişimi tarih boyunca çeşitli evrelerden geçmiştir. Müzik sahasında günümüze de tesir eden en mühim gelişme ise 17. yüzyılda gerçekleşmiştir. Rönesans sonrası yaşanan gelişmelerle birlikte 17. yüzyılda müzikte de devrim oldu diyebiliriz. Her şey gibi müzik de dünyevileştirilmiş, kilise müziğine muhalif bir şekilde dünyevî müzik ön plana çıkmıştır. Rönesans’ın hemen akabindeki dönem “Barok Dönemi” diye adlandırılmaktadır. Barok dönemi eserleri, karmaşık, aşırı süslü, abartılı özellikleriyle ön plâna çıkmaktadır. Barok müziği hususiyetle soyluların beğenisini yansıtan bir saray sanatıdır. Nitekim bu dönem, “Opera, Oratoryo, Sonat, Konçerto” gibi abartılı anlatımların yoğun bir şekilde ortaya koyulduğu bir dönemdir. Bu dönemi takip eden süreçte ise müzikte başka bir devrim gerçekleşmiştir. “Klasik Dönem” olarak adlandırılan bu dönem de müzik tarihine teknik karmaşayı yenmiş ve doğallığa ulaşmış, yalınlaşmış bir dönem olarak geçmiştir. Artık süslü ve gösterişli müzik yerini sade bir müzik anlayışına bırakmıştır. Günümüzdeki senfonik orkestra biçimi bu dönemde ortaya çıkmıştır. Müzik artık saray ve kilisenin tekelinden kurtulmuş, toplumların alâkasına sunulmaya başlanmıştır. Bütün armoni (türlü sesler arasında sağlanan, kulağa hoş gelen uyum, ahenk) kuralları bu dönemde konmuştur. Klasik Dönemin en ünlü bestecileri de bilindiği üzere “Mozart, Beethoven, Clementi”dir. Klasik Dönem’in ardından gelen Romantik Dönem’in başlatıcısı olan Ludwig Van Beethoven dünyanın ilk “Romantik Dönem” sanatçısı olarak kabul edilir. Esasında Beethowen hem klasik hem romantik dönem bestecisidir. Bu dönemde olağanüstü senfoniler, liedler, koral müzikler, operalar, uvertürler, konçertolar yazılmış ve yorumlanmıştır. Özellikle Verdi’nin operaları bugün bile hayranlıkla dinlenmektedir. Bu dönemin en gözde çalgısı ise piyano olmuştur. Besteciler, çalgılarının imkânlarını çok iyi bildiklerinden kendi parlak yetenekleriyle çalgının tüm sınırlarını zorlamışlardır. Ancak tarihe adını gerçekten bileğinin hakkıyla yazdıran keman virtüözü Paganini’nin yeteneği öylesine olağanüstüdür ki, tüm Avrupa’da insanlar Paganini’nin şeytanla işbirliği yaptığı inancına kapılmıştır. Çağının ilerisinde olan bu keman ustasının yazdığı ve yorumladığı eserleri aynı ustalıkla icra edecek kemancının bugün bile bulunamadığı söylenmektedir. Hemen akabinde gelen “Modern Dönem”de ise her sahada olduğu gibi müzikte de, her türlü sınır bilinçli olarak zorlanmalıdır görüşü esas alınmıştır. Teknikte, ifadede, biçimde, stilde, içerikte, özde tüm geleneksel kurallar eğilip bükülmeye, eriyip çökmeye başlamıştır ve yeni türler ortaya çıkmaya başlamıştır. Besteciler belli bir tekniğe bağlı kalmak yerine, birini denedikten sonra bir başkasına geçmekte bir sakınca görmemişlerdir. Bu dönemdeki müzik, Alman-Avusturya Romantizmine ve onun temsil ettiği her şeye bir başkaldırıyı simgelemektedir.

Bu dönemde sadece orkestral müzikte değil, sahne müziklerinde de yenilikler yapılmıştır. I. Dünya Savaşı sonrası bazı bestecilerin eserlerinde caz esintileri görülmektedir. Teknolojideki gelişmelere paralel olarak radyo ve televizyonun icadı gibi şeyler, konser salonlarına gidemeyen milyonları dinleyici haline getirmiştir.

Baran Dergisi 723.Sayı