Fikirlerini çeşitli vesilelerle, değişik platformlarda serdeden arkadaşların hiç birinin samimiyetinden zerre kadar şüphem yok. Herkes mutlaka elinden gelenin en iyisini yapma gayreti içinde. Fakat eksik bir şeyler olduğu, henüz “ fikri taşıyabilecek bir çevre”nin oluşmadığı da âşikâr. Onun için lafı dolandırmadan, lüzumsuz tevazu riyakârlığına düşmeden, meramımı doğrudan ifade etmek istiyorum. “ Murad, esas ve gayenin farkında olma davası, ” arzu edilen, “ incelikleri kavrayacak kafa yapısında “çevre” “ olduğuna göre; acaba biz, murad edilene ne kadar yakın düşebiliyoruz ? Ne yazık ki ! Gerçek bir entelektüelde olması gereken, ama nedense bizde bir türlü olmayan; içgüdüyü has idrak seviyesine yükseltecek, zihinsel yeteneğe dönüştürecek istidatlar kıt. Bu sebeple de, dil ve diyalektiğin hakkını verme, muradı kestirme; “ ucuz sunulan mekâna  güzel güzel yerleşip, bu haneyi tüttürme” liyakatinden epey uzağız. İşler, daha çok; “ sen ne istersen iste, ben bildiğimi çalarım” hesabı, istenileni karşılamaktan çok, repertuarımızda olanla idare et pişkinliğinde gidiyor.

Bu meyanda, tamda meramıma denk düşen bir anekdotu sizlerle paylaşmak isterim. A.Dino’nun naklettiğine göre, eserlerini icra edenlerin üslûbundaki yanlışlıkları gördükçe Aşık Veysel: “ Şeer (şehir) uşağının eline geçince bizim havalar, ne kuyruk kalıyor ne kanat” diye hayıflanırmış. Bâzan ben de kendi kendime soruyorum; acaba diyorum, yazıp çizdiklerimize baktıkça  S.Mirzabeyoğlu da: “İdraki kıt olanın eline geçince bizim kitaplar, ne teori kalıyor ne diyalektik” diye düşünüyor mudur ?  Böyle olduğu muhakkak. Sık sık öyle hatalar oluyor ki, ortada ne dünya görüşü kalıyor ne de politika. Ne çare ! “ İnsanın sevdiği birine haksızlık etmemesi çok zor.”

Gerek dergilerin biçim ve muhtevasından, gerek yüz yüze görüştüğümüz arkadaşların yardım bekler gibi halisâne serzenişlerinden, meseleleri anlayamamak, mevzular arasında bağ kuramamak gibi bir sıkıntı yaşandığını gözlemlemek mümkün. Hükmü başa alırsak; “ Anlamak yok yavrucuğum, anlar gibi yapmak var. – “ Dilimiz girift ve çetrefil; bunu biliyoruz. Okuyucu aslanın ağzından pay alma durumunda…” tespitleriyle, meselenin özü ve işin meşakkati, Rahmetli Üstad ve S.Mirzabeyoğlu tarafından, ta baştan işaretlenmiş durumda. Buna rağmen, şayet bir yardımı olacaksa bu konuda birkaç şey söylemek, bildiklerimi paylaşmak isterim. İnşaallah kuyruk kanat yerinde kalır.

Fert ya da toplumun sahip olduğu mânâ, kıymet ve kurallar bütünü onların ideolojik kültürünü oluşturur ve fert ya da toplum,  belirli bir kültür fenomenine ancak onun ideolojik biçimi içinde sahip olabilir. İbda Diyalektiği’nden biliyoruz ki, “ Toplum ve eğitimin insana belirli akıl ve duygu alışkanlıkları kazandırması açısından, içtimaî şuur süzgeci kafalarda değişimin birinci şartıdır.” Ancak, bir kültür olgusunun ideolojik biçimi, kültürün diğer tanınma ve taşınma biçimlerinden farklı olarak daha öne çıkma, daha çabuk ve kolay yayılma eğilimindedir. Ne var ki, İdeolojik eğitimi eksik pek çok insan, sahibinde ruhî dönüşümü sağlayamamış, eşya ve hadiseler üzerinde kökleşmemiş salt ideolojik düzeyde bir benimseyişi yeterli bulmakta, paradigmanın icaplarını yerine getiriyorum zannıyla, hayatın her an yeniliği içinde karşımıza çıkabilecek sorunların çözüm şablonu gibi değerlendirmektedir. Oysa, bu tarz bir benimseyiş, “ elde ediş” lerin en yüzeysel olanıdır. Ancak fertlerde bünye halini alması ve maddi taşıyıcılar üzerinden yansıtılmasıyla tamama erer.

Yorum, eseri sahip olduğu formdan farklı bir formda göstermeyi gerektirir. Anlama çabasıyla ortaya çıkan, duyularla başlayan, akılla faaliyetini sürdüren, ifadesini ruhta bulan, zihnî ve ruhî bir süreçtir. Dolayısıyla; görecek göz, anlayacak kafa, kavrayacak zekâ; içgüdüyü şuur seviyesine yükseltecek zihnî yetenek ister. Bu süreçte en önemli unsur karakterimiz ve mîzacımızdır. Fikrî takip taklitle değil, sanatçının ürettiği sanat eseri haline gelmekle olur. Bunlar olmadığı zaman, meseleleri meselenin istediği seviyede ele alma, arınma ve yenilenme imkânı olmaz. Bunun aksi beklentiler, “genişliğine geniş meseleleri tüm değişim ve gelişimiyle birlikte izâha kavuşturacak liyakate erme” cehdi peşinde olmak yerine, muhatabınızdan  konuyu; “ can yelekleri tavandadır tavan yukardadır” gibi bir iptidâiliğe çekmesini beklemek olur ki, bu durum; “dil ve diyalektiği heceleyememekten”, “fikri, eşya ve hadiselerin her an yeniliği içinde karşımıza çıkabilecek meselelerin çözüm şablonu değerlendirmek” ten kaynaklanır ve olumsuz yönü itibariyle bir “ donma ve alışkanlık” nişânesidir. Mevzuları bu mertebeye indirgediğiniz zaman, fikir olarak serdettiğiniz her şey; “ yangında ilk kurtarılacaklar” ya da “ ıssız bir adaya giderken yanınızda götüreceğiniz üç şey” derekesinde bir maskaralık belirtir ki, aklî ve ahlâki pejmürdeliğinizi sergilemekten öte bir kıymet ifade etmez.

Bütünlük arz eden ideolojik yapılardan hareketle söylersek, teori ile hadiselerin gelişimine bağlı olarak izlenmesi gereken politik çizgi farklı şeylerdir. İdeal olan, nispetleri de koruyarak her iki ayağı birlikte, diyalektik bir bütün içinde götürebilmektir. Ne var ki, denge sağlamak kolay bir iş değildir. Teori politikayı akîm kılabileceği gibi, politika da teoriyi izâle edebilir. Size basit gibi görünen hafif bir çizgi kayması, o kadar vahim sonuçlar doğurur ki, ortada dünya görüşü diye bir şey kalmayabilir. Sovyetler Birliği çöktükten sonra bir çok örneğini gördüğümüz, akşam komünist yatanların sabah ulusalcı- milliyetçi olarak uyanmalarında olduğu gibi, dinin demokrasi içinde emildiği bir süreçte; dengeyi tutturamayan  Müslümanlar içinde;  “ akşam mümin yatıp sabah kafir kalkma “  riski  hep var. Bu sebeple, tersyüz olmuş bilinçlerini BD- İBDA şuur süzgecinde test etmeyi ciddi ciddi düşünmeliler.

Eşya ve hadiselerin teshirinde, estetik sâiklere dayalı tanımanın, deney ve bilimsel unsurlara bağlı tanıma biçimine nispetle daha sahih, daha tabiî bir bakış açısı kazandırdığı kanaâtindeyim. Zira, farklı diyarların dilini bilmeyi gerektiren; “ Bir şeyin aynı aynı olduğu şeyden başkadır- Zıtların Birliği- Sır İdraki- Bedahet Davası…” gibi, kelimelerle anlatılması zor, ancak hâl diliyle idrak edebileceğimiz, farklılaştırılmamış “ küllî öz” e dair temel bilgiye bu estetik süreklilik içinde ulaşabiliriz. Arka plânını bu düşüncenin oluşturduğu estetik anlayış sayesinde insan, bir taraftan ruhun derinliklerinden kaynaklanan isimlendirilemez ve tanımlanamaz duyguları tanır, murad edilenin dolaysız aktarımına vesile olurken, diğer yandan sanat ve tabiattaki hataları berrak bir bakışla görme istidadını elde edecektir. Henüz gelişme çağındayken bile; “ İstidat kendini kabul edene göre tezahür eder” hikmeti bağlamında, şaşmaz bir takdir ve tasvip duygusuyla güzelden büyük bir zevk alıp onları ruhuna katarak zenginleşirken, zarafet ve asâletin muhteşem birlikteliği tüm ihtişamıyla entelektüel inceliğinden tütecek; kötü ve çirkin şeylerden nefret edecektir. Böylece daha sonra, şuur seviyesi gelişip eleştirel ruhu ortaya çıktığında, güzele karşı kesbettiği âşinalık sayesinde ruh akrabalarını tanıyacak ve onları büyük bir zevkle selâmlayacaktır.

BD- İBDA Dünya Görüşü temel dinamiği itibariyle, çıkış noktası yaratıcılık olan bir dil ve diyalektiğe sahip. Aynı fikrî konsept içinde birçok anlam katı üst üste çakışır. İnsanın ne kadar çok ve farklı ruh hâli varsa, fikir de o kadar çok farklı anlama bürünür.” Yapıcı deha” fikri yeniden üretmez, yeniden ibda eder. Eserlere her yeniden bakışta yeni yeni şeyler bulur, yazar- okur ilişkisi içinde birbirinizi hep yeniden keşfedersiniz. Meselelerin izâha kavuşturulmasında parça-bütün ilişkisi önemli bir yer tutar. Bir orkestra âhenginde seyreden fikirler manzumesinde hiçbir parça, bütünü bozmadan yerinden oynatılamaz. Zira, “ küfrün kaynağını bilmeyen tam imanda olamaz” hikmeti çerçevesinde, hakikat tüm unsurların birlikte göz önünde bulundurulmasını şart koşar. Eşya ve hadiselerin her an yenliği içinde meseleye; “Allah her an bir şe’n dedir” ölçüsü muvacehesinde bakarsak, “kopma içinde süreklilik” diyebileceğimiz bir intikâl zinciri içinde seyreden meseleler izâha kavuşturulurken, baştan sona yönelen bir zaman akışı değil, anları yakalamak; zamanı biçimlendirmektir söz konusu olan. “Gerçek mütefekkir”in zihninde; eşyanın hakikatini gösterme, nesneyi isimlendirilmeden önceki aslî hüviyetiyle yakalama çabası vardır.

Daha öncede yazmıştım: İbda Diyalektiğinde estetik anlayış, “model” yerine “vesile” ye mündemiç. Böyle söylemekteki muradım: “ Vesileye yapışınız” ölçüsünden kinaye, Ekspresyonist sanat akımında, vesile olanın ne olduğunu kestirememekten kaynaklanan ve bir çelişki gibi duran, resim- isim farklılığında olduğu gibi, nelerin nelere vesile olduğunu  bilmek için, ruhun derinliklerinden kaynaklanan, isimlendirilemez ve tanımlanamaz olana ünsiyet  kesbetmek ve “ farklı diyarların dili” ni bilmek gerekir.

Aşağılık bir devrin uygulamalarıyla köye sürülme, yasaklanma, tüm itibarsızlaştırma çabalarına rağmen İslâm Medeniyeti; meseleye furkan vechesiyle bakanlar nezdinde kent medeniyetidir. İslâmî inceliklerden, İslâm Estetiği ve düşüncesinden nasibiniz kıtsa, taşra mantığının çarpıklık ve güdüklüğünde boğulursunuz. İslâmi kesim şayet; “duracağı”, “görüneceği” yeri tayin etmek, geleceğe dair bir umut beslemek istiyorsa; S. Mirzabeyoğlu’nu öğrenmek, S.Mirzabeyoğlu’ ndan öğrenmek; bu haneyi tüttürmek gibi bir meselesi olmalı.     

 Aylık Dergisi 94. Sayı