‘Nerede o eski Ramazanlar?” sözü çok kullanılan ve artık hakikatini düşünmediğimiz bir ifade halini aldı. Peki, bilhassa yaşlıların geçmiş Ramazanları yâd etmek için kullandığı bu sözün bir gerçekliği olabilir mi? Bu duyguların daha çok hissi olduğunu ve bizlerin de bu tecrübeye iştirak etmesinin mümkün olmadığını düşündüğümüzde, sorumuzun cevabını farklı bir tarafa yüzümüzü çevirerek araştırmamız gerekiyor. Geçmişe dair olumlu hislerin, kimi zaman ân’ın tecrübesinden kaçacak bir sığınak olarak kimi zaman da ömrün ilerleyen demlerinin verdiği hüzne neşe katmak için kullanıldığını düşündüğümüzde aslında her insanın tabiatında bulunan bir şey olduğunu fark etmemiz mümkündür. Peki geçmişe gidip eski Ramazanları bugünden ayıran şeylerin ne olduğunu sorduğumuzda nasıl bir cevap alacağız?

“Eski Ramazanlar” geniş bir mefhum evet, biz de bu nedenle geçmişi Osmanlı; türü de Ramazan edebiyatı olarak ayarlayalım. Günümüzde salgın koşulları nedeniyle kapı dışarı adım atmaya bile zorlandığımız bir dönemde yaşadığımızı düşünürsek, Osmanlı’nın şuarâsının ve camilerinin nasıl bu ayı ihya ettiğini, ne tür şiirler yazdığını incelemek gönüllerimize biraz olsun ferahlık serpecektir.

Osmanlı’da 14 ve bilhassa da 15. yüzyıldan itibaren Türkçe edebiyatının büyük yekuna erişmeye başladığını görmekteyizdir. Akâid kitapları, felsefe eserleri, ilmihaller ve dahi astronomi eserleri bile Anadolu Türkçesinde kaleme alınmaya başlanır. Bundan nasibini şiir ve gazeller de almıştır. Bu yüzyıllardan itibaren büyük şairler ortaya çıkmış ve bugün dahi okunan eserler kaleme almışlardır. İşte böyle bir atmosfer içerisinde Ramazan’a has formlar görmekteyiz. Bunun ilk örneklerinden birisi “Ramazâniyye”lerdir.

Ramazâniyyeler, divan şairlerinin Ramazan ayı vesilesiyle padişahlara, yüksek rütbeli kişilere ve hâmilerine sundukları çoğu kaside şeklindeki şiir formlarıdır. XVII. yüzyıldan itibaren yazılmaya başlanan ramazâniyyeler XVIII. yüzyıl ve sonrasında yaygınlaşmıştır. Ramazâniyyeleri Ramazan ayının dinî yönünü işleyenlerle daha çok folklorik ve kültürel taraflarını ele alanlar olmak üzere iki kısımda değerlendirmek mümkündür. İlk gruptaki manzumelerin en tanınmış örneği Nazîm’e aittir. Çoğunluğu oluşturan ikinci gruptaki manzumeler divan şiirinin toplum hayatını yansıttığını göstermesi bakımından önem taşır.

Ramazâniyyelerde sosyal hayatı ilgilendiren birçok konu dile getirilmiştir. Hilâlin görülmesinin halka top atılarak kandil yakılıp münâdîler çıkarılarak ilân edilmesinin toplumda bir heyecana sebep oluşu, Ramazan’ın rahmet ve bereket mevsimi olarak gelmesi gibi doğrudan günlük hayata ilintili mevzulara değinilmiştir. Tütün tiryakilerinin durumuna dahi değinilmiş ve iftarını tütünle açan tiryakileri Sâbit, “Vakt-i imsâkteki micmere-i anberden / Hoştur âlüfteye iftârda bir lûle duhan”* beytiyle tasvir etmekte, kahve tiryakilerinin durumları da, “Kadeh-i rıtl-i giran mertebesi keyf verir / Kahve-âşâma ağır kahve ile bir fincan”** mısralarıyla anlatılmaktadır.

En çok ramazâniyye yazan divan şairi bu türde on üç kasidesi bulunan Enderunlu Fâzıl’dır. Sâbit, Nazîm, Edirneli Kâmî, Nedîm, Koca Râgıb Paşa, Şeyh Galib, Enderunlu Vâsıf, Sünbülzâde Vehbî gibi isimler dikkat çeken ramazâniyye şairleri arasında sayılabilir. Bihiştî gibi bazı şairler de Ramazanı ve orucu vesile ederek dinî-tasavvufî gazeller yazmışlardır. Koca Râgıb Paşa’nın, Ramazan ayının ramazâniyyelerde konu edilen yönleri üzerinde durarak yazdığı gazeli makta‘ beytinin son kelimesinden dolayı “iftâriyye” adıyla anılmış olup bu konuda tek örnektir.

Ramazan Bayramı’nı ve diğer bayramları da kapsayan diğer bir form ise “ıydiyye”dir. Türk edebiyatında ıydiyye yazılmasına ne zaman ve hangi şair tarafından başlandığı bilinmemektedir. Ancak XVI. yüzyıl şairlerinin divanlarında pek çok ıydiyye bulunduğuna göre bunların XV. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başladığı ve bu yüzyılın tanınmış şair-devlet adamı Bursalı Ahmed Paşa’nın divanındaki biri “ıyd” redifli iki ıydiyyenin bu türün bilinen ilk örnekleri olduğu söylenebilir. Bayrama göre farklı özellikler göstermekle birlikte ıydiyyelerde genellikle önce o günlere kavuşmanın şükrü üzerinde durulmakta, bayramı büyük bir coşku ve neşe içinde eğlenerek geçirmek gerektiğinden bahisle mevsimine göre yapılması uygun olan işler ifade edilmekte ve yapılanlar fevkalâde tasvirlerle anlatılmaktadır. Bayram yerlerinin, törenlerin ve eğlencelerin ön plana çıkarıldığı bu tasvirler yalnızca divan şiirinin yerli malzemesini, mahallî ve millî unsurlarını taşımakla kalmaz, bu şiirin hayatla olan sıkı irtibatını da gösterir.

Son olarak inceleyeceğimiz tür ise daha farklıdır. Bu tür, teravih namazları sırasında aralarda okunan “ilahi”lerdir. Ramazan ilahisi olarak bilinen bu tarzın, selâtin camilerinde uygulanan cumhur müezzinliğinin bir parçası halinde cami mûsikisine taşınarak geliştiği anlaşılmaktadır. Teravihin farklı makamlardan ilâhiler eşliğinde kılınmasına dair esasların Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi tarafından belirlendiği kabul edilir. Bundan hareketle Ramazan ilâhilerinin ortaya çıkışını onun yaşadığı XVII. yüzyıl öncesine kadar götürmek mümkündür.

Osmanlı’da, Ramazan’a has şekilde yapılan telif ve icralara kısaca bir göz attık. Buradan yola çıkarsak şayet, eski Ramazanların atmosferinin mi bu eserleri ortaya koyduğu yoksa eserlerin mi bu atmosferi sağladığı sorusu aklımıza düşmekte. Günümüzde gittikçe sıradanlaşan, yüzeysel bir hale bürünen hayatımızdan Ramazan atmosferinin etkilenmediğini söylemek mümkün değil. Peki bu noktada geçmişe mi kaçmalı günümüzü mü mamur etmeli sorusuna, tüm kavganın döndüğü ve asıl sınanma yeri olan ikincisini tercih etmek bizler için doğru olan gibi gözüküyor. Geçmiş Ramazanlar bugünden iyi de olabilir kötü de kıymetli olan bizim ân’ı nasıl ihyâ ve îfâ ettiğimizdir.

Dipnotlar:

* “İmsak vakti buhurdanlıkta yanan mumdan daha hoştur iftarda müpteleya biraz duman”

* “Kadehin hoş tatlı ve ağır mertebesi keyf verir Kahve içene ise bir fincan ağır kahve”

Kaynakça:

TDV Ansiklopesi; “Ramazaniyye”, “Iydiyye” ve “Ramazan ilâhisi” maddeleri.