Daha önce de bu konuda yazılar kaleme aldık, fakat şimdi bir kitaptan bahsedeceğiz. Bizim gibi, “entellektüellerin nereye kaybolduğunu” merak eden, Mısır asıllı Macaristan doğumlu, İngiltere’de Canterbury Üniversitesi’nde sosyoloji bölümünde öğretim üyesi olan Frank Furedi’nin “Nereye Gitti Bu Entellektüeller?” isimli kitabında, suallerimize kısmen doyurucu cevaplar alabileceğiz.
Kitap, “Philistinizm” (filistinizm) kavramını açıklayarak başlıyor: “Philistin, açık bir kültürden mahrum, ilgileri maddî ve sıradan olan kişi.” Schopenhauer’in “philistin” tanımı ise şöyle: “Zihnî ihtiyaçları olmayan kişi”. Kitabını da işte bu kavram üzerine oturtuyor Furedi. Kısaca 21. yüzyıl Batısı bir “Philistinizm” tesiri altında diyor. Kültür, eğitim, sanat, siyaset, hep bu kavram çerçevesinde anlamlandırılıyor: Maddî bir fayda veya çıkara dayalı, zihnî hiçbir çaba gerektirmeyen anlayış. Bu durumu da şu başlıklar altında inceliyor yazar: “Aklın değer kaybı”, “Önemsiz görülen arayışlar”, “Muhtevanın yok olması”, “Sosyal mühendislik”, “Pohpohlama kültürü”, “İnsanlara çocuk muamelesi yapmak”. Dahası, “Liyakat” kavramı üzerinde duruyor ve philistinizm’in liyakat dururken vasatlığa yol açtığının altını çiziyor.
Bilgi çağında, “bilginin muhtevasının yok edildiğini”, bilginin bir ürüne dönüştürüldüğünü vurguluyor ve şöyle diyor sonra:
- “Çünkü gerçekle ilişkisi kesilmiş olan bilgiye dair derin bir anlamdan söz edilemez. O artık, değer atfedilmekten çok aktarılan ve en bayağı hâliyle yeniden dönüştürülebilir olan mücerret bir sağduyu halini almıştır. Bilgi bir ürün olarak algılandığında, onun kendi kültürel ve entelektüel kökeniyle ilişkisi belirsiz bir hâle gelir. Bilgi giderek insanî bir entelektüel çalışmadan çok teknik bir sürecin ürünüymüş gibi görünmektedir. Bu nedenledir ki, post-modernist olan Jean-François Lyotard, “profesörün ölmekte olduğunu” dile getirir. Lyotard, profesörün bir takım yerleşik bilgileri aktaran hafıza bankaları ağından daha yetkin olmadıklarını söyler. (…) Bilgi ve sanatın manevî bir anlamı kalmadığından, bu iki değerin sadece kendi başlarına değer görmesi özel bir çabayı gerektirir. Belirli entelektüel ve sanatsal standartları yukarı çıkarma talebi de, ayrıca bunun ne zaman başarılmış olacağını ölçecek, üzerinde uzlaşılmış bir kritere sahip olunamayacağından tutarsız görünür. Dolayısıyla her iki durumda da değerli olan, düşüncenin ve sanatın, muhtevası değil, sağladığı faydadır. Bunun bir sonucu olarak bilginin ve sanatın nasıl algılanacağı, bu ikisinin kendi içerisinden süzülüp gelen kriterlerle değil, bazı başka amaçlar için sağladığı faydaya göre belirlenecektir. Bu tür durumlarda, bilgi ve sanat, ekonomik ilerleme, sosyal mühendislik, kitlelere bir kimlik edindirme veya kişilere terapi sağlama gibi amaçlara hizmet eden birer araç halini alır. Bu fonksiyoncu yaklaşımın kazanmış olduğu zafer, günümüz toplumunun entelektüel ve sanatsal çalışmalara anlam kazandıramaması ile perçinlenir. O nedenle, belki hâlâ güzel kitaplar ve sanat eserleri üretiyoruz ama artık bütün bunlar kendi kavramları içerisinde değerli bulmakta oldukça zorlanıyoruz.”
“Liyakat İdeali” hakkında da önemli şeyler söylüyor yazar:
- “Mükemmel standartlara ulaşma arzusuna dönük kahramanca yaklaşımlara dair en çarpıcı görüntü, liyakat idealine ulaşmanın imkânsız olduğunu kabul etme eğilimidir. Liyakat ideali, eşit fırsatlar oluşturulduğu takdirde, en yetenekli fertlerin toplumun en üst kesimini oluşturacağı tezine dayanır. Burada, sosyal ilerlemenin başlıca aracı, doğuştan getirilen özellikler veya aile bağları gibi etkiler değil, layık olma ilkesidir. Liyakat ideali, sadece ferdî çaba ile başarıyı birbirine bağlamakla kalmayarak bunun yanı sıra, en yüksek standartlara ulaşmanın fırsat eşitliği ilkesine koşulmuş bir gelişmeyle mümkün olabileceği düşüncesini de barındırır. Buradan en yüksel kültürel standartlara ulaşma girişiminin, meziyetleri geliştirecek şekilde ipleri salıverdiği de anlaşılabilir. Farklı geçmişlerden gelen insanların yeteneklerini ve potansiyellerini hayata geçirmelerinin önünde çok ciddi engeller vardır. Ayrıcalıklar ve zenginlik buna sahip olan yeni kuşaklar lehine âdil olmayan avantajlar sağlamakta ve diğerlerinin yukarıya çıkmalarını zorlaştırmaktadır. Fakat hayata geçirmenin önünde duran tüm bu engellere rağmen “liyakat ideali” hep, uğrunda mücadele etmeye değer bulunmuştur. Oysa bugün, bunun tersine olarak, meziyetlere bağlı bir kazanımı özendirme istekliliğinde sert bir azalma söz konusudur. Tıpkı standartta olduğu gibi layık olma ideali de sık sık dürüst olmayan bir seçkin grubunun, halkı kandırmak için tasarladıkları bir aldatma biçimi olarak resmedilir. (…) Bunun amacı “en iyiye” ulaşması beklenemeyecek halkı kucaklayan bir entelektüel ve kültürel ortam oluşturmaktır. “Philistinî” gündem, halkı etkisi altında tutmakta ve zarar verici entelektüel ve kültürel risklerden korunması nazarıyla baktığı insanlara çocuk muamelesi yapmaktadır.”
Gelelim bu entellektüellerin nereye gittiklerine? Şöyle yazıyor:
- “İçinde yaşadığımız çağda, Son Entellektüel gibi başlıklarda yazıların yazıldığı kitap ve gazeteler, entellektüel çözülmeyi yakalamaya çalışmaktadır. Bazı sıradan düşünürleri “son entellektüeller” olarak anmak, sadece kültürel bir yapmacık tavırdan ibaret değildir; bu aynı zamanda ortalıkta pek fazla göze çarpan, çok fazla entellektüel sesin duyulmayışından ve hep birlikte toplum üzerindeki etkilerinin pek anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Gerçekten de, kendisini özgün fikirlerin geniş halk kitlelerine yayılmasına adamış hiçbir önemli entelektüel hareketin olmayışı, yaşanan çözülmeyi gözler önüne sermektedir.”
Eğitimden sağlığa, akademiden kültüre, sanattan edebiyata herşeyi “muhtevasızlaştırma”, halkın anlayamayacağı “derin fikirleri” gündemden çıkararak halkı pohpohlama, “başarısızlık hissine” kapılmasına önlemek için öğrencilere göre eğitim verme, halka “çocuk” muamelesi yaparak, bütün alanlardaki “standartları” reddetme ve “liyakati” seçkinci bir ideal olarak görerek yok sayma, yazarın tenkid ettiği belli başlı konular olarak öne çıkıyor. Diğer taraftan entellektüelin yerini alan kurumsal akademik profesyonellerin de bu çarkın bir dişlisi olmaktan öteye geçememeleri…
Siyaset alanında da tenkidlerini sürdürüyor yazar. Çeşitli siyasî partilerin belirli bir fikri, ideolojik bir akımı benimseyip, insanları fikirlerine davet etmek yerine, birbirleriyle atışarak, polemik yaparak veya sathî vaatler vererek günü kurtarması da “philistinizm”in siyasete yansıması olarak görüyor. Siyasî partilerin birbirinden ne fikrî, ne ideolojik olarak bir farkları olmamasına rağmen, sanki “öyleymiş” gibi yaparak halkı yine “çocuk” yerine koyduklarını söylüyor. Siyaset alanının da muhtevasının boşaltıldığının ve anlamsızlaştırıldığının altını çiziyor.
Kitapta altını çizecek daha çok mevzu var. Fakat yazarın tesbitlerinin ülkemiz için de ayniyle vaki olduğunu söylemeden geçemeyeceğiz. İbda Diyalektiği’nde şöyle yazar Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu:
- “Yapılan büyük yanlışlardan biri, sebebin neticeye, yay’ın ok’a yakın olduğu kadar yakın bulunduğunu düşünmemizdir. Bunun gibi bir hikmet ve bahis karşısında “dışyüz anlayışları”, doğrunun yanlışta kullanılması, dış’a açıldıkça iç’e nüfuz şartını anlamama, fikir üretememe, tabiî ki ifâde dilini bulamama durumuna düşüyorlarsa, sebeblerden biri “kuru mantık” ve hâdiseye yanaşan şuurun muhteva yokluğudur.”
Bu anlamda Büyük Doğu-İbda gibi bir dünya görüşüne muhatab olmanın sorumluğunu daha derinden hissetmemiz gerek. Batı’nın “anlamsız” dünyası, bunca teknik ilerlemeye rağmen muhtevasız bir dünya tasavvuruna (!) sahip olması, İslâm’a Muhatab Anlayış’ın mihrakı Büyük Doğu-İBDA’ya kıtalar çapında bir ihtiyacın da işaretçisi olsa gerek.  Ama ülkemiz entellektüelleri, siyasetçileri ve sanatçıları bunun ne kadar farkında, işte orası muamma…

Baran Dergisi 489. Sayı