Alışılagelmiş ifade; “birlik olursak, ayrı düşmezsek, bölünmezsek, savrulmalar olmazsa, güçlerimizi birleştirirsek düşmana karşı daha iyi mücadele ederiz.” Ezbere söylenen ve pratikten ziyade bir temenni haline dönüşmüş bu sözler, en çok da mücadele etmemeye niyetli, mücadeleden kaçmaya endeksli zihinlerin temel sâiki olmuş. Bu kimselerin; ne mücadele ne de birlik şartlarından haberi var. Ne derin tefekkür ve teşkilat bilgisine sahip, ne de mücadele şartlarının getirdiği fedakarlık, aksiyon ve heyecana... Ama ağızlarına pelesenk etmiş “Müslümanlar birlik olsa”, “Ümmet paramparça”, “başımıza ne geldiyse bu ayrılıktan geldi” falan filan… Soracak olsan “Ümmeti birleştirici fikir ve aksiyon teklifin nedir? Ne diyorsun? Ümmetten ne bekliyorsun, ne yapsın bu ümmet? Nerede nasıl birleşsin. Bu esnada senin rolün ne? Neyin var? ”

Cevap; ‘kem-küm ve cek-cak’lar sürüsü…

Adam gazetede bir köşe kapmış yahut bir cemaatte fildişi kuleye çekilmiş, olan bitene at gözlüğü ile bakmayı siyaset, şahsî çıkar ve istikbal endişelerini de “yapılması gereken” olarak işaretlemiş ve bu adam birlikten bahsediyor. Yani bende birleşirseniz benim çıkarlarımı ve istikbal hesaplarımı önceler ve paylaşırsanız, kurtulursunuz. Her biri farklı maske ve kisveye bürülü bu tipler “İslâmî Camia”da kendilerine dönük hemen her eleştiride yahut tepkide hemen ‘birlikten, parçalanmışlıktan, taassuptan, geri kalmışlıktan” bahsederler. Genel havada, ‘radikal’ arzu ve istekleri varmış ve dehşetengiz bir antiemperyalist bir çizgi benimsiyormuş izlenimi vermeye bayılan bu tipler, riski az şöhreti çok iş ve eylemlerin içersinde yer almakla kalmaz, fikir ve aksiyonun asıl sahibini ademe mahkûm etme yarışına girer ve kendilerini öncelemeye çalışırlar. Tabii ki bu durum ‘yalancının mumu yatsıya kadar’ hesabı sahte kahramanın rolü zoru görene kadar gerçeğini getirir, milletin önüne koyar. Çünkü zoru görünce herkesten önce sıvışanlar bu tiplerdir. Bu tipleri siz zaten tanıyorsunuz, burada detaya ve şu-bu diye sicil dökmeye gerek yok… 

Yıllar öncesinden Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun işaret ettiği mana; “Görüyorsunuz, “birlik paneli”, “birlik toplantısı” gibi, dostlar alışverişte görsün kabilinden tertibler yapılıyor… Neyin birliği?.. Sen militan bir güç müsün, kafanla mı katılıyorsun, paranla mı katılıyorsun, hangi fikri teklif ediyorsun, kendi adına mı konuşuyorsun, ardında ki bir zümreyi mi temsil ediyorsun, kimsin, nesin sen?.. Kendi kendinden ibaret su kabağı cinsinden 4 tane adam toplanıp, “kendimizi düzeltirsek, nefsimiz bilmem ne yaparsak” diye fikir beyanıyla birlik(!) olacak… Birlik mi istiyorsun?.. “Suret olmadan mânâlar tecelliye gelmez” hikmeti içinde bu, bir sistemin ifâdesi ve tecellisi olan siyaseti tayindir. Ne fikrin var ki, ne siyasetin olsun, “nasıl” birlik olsun…”(S.Mirzabeyoğlu, Üç Işık, 49)

Niyeti ciddi değil ki, birlikte mücadele edelim!

Mütefekkirin işaret ettiği “Suret olmadan mânâlar tecelliye gelmez” hikmetini açalım.

Mücessem haliyle; her çeşit araçla mücadele etmeyi benimseyen örgüt, iş ve eylem başta olmak üzere, basın ve yayın faaliyetleri, ilim ve tefekkür atölyeleri, sanat ve edebiyat kulüpleri, farklı dil ve lehçelerde fikri yayma ve berraklaştırma üniteleri, siyasî ve içtimaî hareketliliklerde hemen aktif olabilecek fikir ve kavga donanımlı aktif kıtalar, yaşayan ve yaşatan ‘iş içinde eğitim’ ölçüsünü benimsemiş ‘ben varım duygusuna sahip ve benim olmadığım yerde kimse yoktur’ idrak ve şuurunu şahsında billurlaştırmış ‘sırtına toplumu bindirmiş BEN’ler ordusu vs. Bütün bunlar “Suret olmadan mânâlar tecelliye gelmez” hikmetinden “tecelli eden” birkaç misal… 

Elbette bunlar çoğaltılabilir, değiştirilebilir yahut farklı hale büründürülebilir. Nihayetinde her FİKİR muhatabında bir şekle şemaile bürünmek, görünmek ister.

Mü’min, İslâm’ın mücessem hâli değil midir? Namaz, kulluğunun mücessem hâli değil midir? Mimar Sinan ‘İmar ve sanat’ fikrinin bir tecellisi değil midir? Selimiye bu mânâda Mimar Sinan’ın zihninde örgüleştirdiği ‘sanat ve inşa’ fikrinin tecellisi değil midir? Bir araba yahut sinema yahut bir kitap yahut savaş, o işe el atanların kafalarındaki fikir ve inancın mücessem hâli değil midir?

‘İman olsa tezâhürü olur’ hikmetinden mülhem, niyeti halis olsa, davasında samimi olsa bunun tezâhürü olur. Tezâhür; görünen… Demek, birlik talebi olan önce ne ve nerede, nasıl ve hangi şartlarda, kimde ve hangi bayrak altında birleşileceğinde samimi ve sadık olacak. Mesele şu bayrak yahut bu dünya görüşü değil, burada asıl mesele samimiyet ve ihlas meselesidir. Bu mesele halledildikten sonra gerisi en kolay olanıdır.

Mütefekkir’den devam edelim; “Birlik, her şeyden evvel teşkilat davası… Adam gazete köşesinden gelmiş; kendi başına sudan çıkmış balıktan farksız bir tiple ne birliği?.. Ne yapılır senle?.. Teşkilât davası, dedik… Bunu söylerken de, tabelâdan ibaret bir şuursuzluktan bahsetmiyorum… Teşkilat, şeklini fikrin tayin edeceği, siyasetini fikrin biçimlendireceği bir dava… Kuru kuru bir tabelâ ve su kabağından müteşekkil adam kadrosuyla teşkilât filân olmaz. Bir teşkilatın gayesi, hareketinin muhtevâsındadır… İşaretlediğim meseleler içinde bakarsanız, tabela asmadan da siyasî faaliyet yürür; ama biri legaldir de, diğeri… Anladınız!..”( S.Mirzabeyoğlu, Üç Işık, 61)

Bugün dünya genelinde Müslümanların yaşadığı sıkıntının temel kaynağı fikirsizlik, örgütsüzlük, samimiyetsizlik değil de nedir?

Hıristiyan âlemi İslâm’ın ilerleyişine ve Müslümanların devletleşmesine karşı tek cephe değil midir? 

Çin, Hindistan ve İran gibi şirk ve bidat bataklığında kıvranan üçlü cephe İslam’a karşı ortak bir zihin algısına ve nefret duygusuna sahip değil midir? 

Ve Yahudi… Sicili hayli kabarık ve milyonlarca bebeğin kanı ile eli hayli kirli Yahudi İslam’a ve Müslümanlar karşı yek vücûd değil midir? Bu bile izah etmeye yetmiyor mu “ne ve kime karşı birlik” meselesini?

Ve hangi fikirde? Cevap hazır; İslam! Yahu İslâm senin fikrin mi ki İslâm diyorsun? Senin İslâm’dan anladığın ne? Hali hazırda 73 fırka ve yine aynı fırkaların içinde sayısız dernek, cemiyet, parti ve cemaat var. Elbette değişmez ve değiştirilmesi düşünülemez esaslar üzerinden gidilecek. Aksini iddia eden de yok. Bu yüzden soruyoruz zaten; HANGİ DÜNYA GÖRÜŞÜ ETRAFINDA BİRLİK?

Bugün nerdeyse aynaya baksa kendi kendini tekfir edecek derme çatma Selefi ve türevi yapılarla mı? Sahabe’ye hakaret ederek onları tekfir etmeyi, Ehli Sünnet Âlimlerinin gıybetini yaparak düşman addetmeyi dünya görüşünün merkezine koymuş Şia ve türevleri ile mi? Batı ve Yahudi terkibi liberal demokrasi prensipleri dairesinde insanın ‘ne Müslüman ne de kâfir’ olduğu tesbit edilemeyen p.ç bir rejimde mi? HANGİ DÜNYA GÖRÜŞÜ ETRAFINDA BİRLİK?

Bu anlaşılmış olsaydı –en iyisini Allah bilir- Irak’tan Somali’ye, Libya’dan Afganistan’a, Suriye’den Çeçenistan’a bu kaos ve karışıklık ortamı yaşanmayacaktı. Ve yine bugün anlaşılmamakta ısrar edilmesi ve Batı-Yahudi ve içteki hainin zihinleri bulandırarak mevzuyu anlaşılmaz kılma ve hafif gösterme gayreti aşılamazsa gelecekte olacak olan, şimdi olan bitenden farklı olmayacaktır. İslam’dan anladığın ne? Hayatî soru budur ve cevabı anahtar cümle hâlinde “İslâm'a Muhatap Anlayış” davasıdır. “İslâm'a Muhatap Anlayış” davası İbda Mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ve Büyük doğu Mimarı Necip Fazıl Kısakürek’in gündemimize soktuğu ‘kurtuluş reçetesi’ hükmünde ana davadır.

Bir sonraki yazımızın başlığı o olsun. Şimdilik nokta koyalım ve son sözümüzü söyleyelim; iman ve aksiyon ızdırabı çeken, bu işin çilesine ve fedakârlığına tâlib, içi dışı bir, özü sözü aynı derin ve gerçek müminler aranıyor; NİYETİ CİDDİ OLANLAR GELSİN BİRLİKTE MÜCADELE EDELİM!..


Baran Dergisi 396. Sayı...