İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde 24-25 Aralık 2018 tarihinde düzenlenen "Nizam'ül-Mülk Bin Yaşında" sempozyumunun alt başlığı “Estetik, İktisat, Hikmet ve Siyaset” idi. İkinci günkü oturumlara katılabildim. İzlenimlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Büyük Selçukluların baş veziri Nizamülmülk’ün adıyla anılan Nizamiye Medreseleri (Üniversiteleri), tesiri çağlara sirayet ettiği gibi birçok yeniliklere de imza atmıştır. Zaim Üniversitesi’nden Beytullah Kaya Hoca’nın ifade ettiği üzere, bu medreselerin ders programı sistemi dünyada ilktir. Bütün ilimleri bir araya getirmesi ilk idi. Daha önce ise ilimler farklı medreselerde okutuluyordu.

Sultan Alparslan maiyetiyle Nişabur’da çarşıda gezerken ona ve etrafındakilere pek iltifat etmeyen bir grup görür. Alparslan merak eder ve vezirine sorar. Nizamülmülk, “bu kişilerin ilim gören dervişler olduğunu ve onlara mekân açıp ilim öğretirsek sultana dua edeceğini” söyler. Ve Nizamiye medreselerinin nüvesi kurulur. Tabiî asıl kuruluşu ve gelişmesi Melikşah döneminde olur. 

Nizamiye medreseleri kuruluşu ile medrese-tekke mücadelesine son vermiştir. Zira hem zâhir, hem bâtın ilimlerini içine almıştır. Fennî ilimler de öğretiliyor idi. Hakikat ve Şeriat, Şeriat ve Tasavvuf uzlaşmasını sağlamıştır. İmam Gazalî bu medreselerin önemli hocalarındandır. İmam Kuşeyrî, Şîrazî ve onun öğrencisi Yusuf Hemedanî hem zâhir, hem bâtında önemli isimlerdir.

Medreseler, Alp (Savaşçı) tipi ile Gazi tipini birleştiren bir nesil yetiştirmiştir. Silaha silah, fikire fikirle karşılık verilmesi gerektiğini anlamışlar. Yıkıcı faaliyetlere (başta Bâtınîlik) son vermek, İslâm’ı yeni öğrenen Oğuzlara dinini öğretmek, yoksul ve yetenekli gençlere imkân sağlamak (eğitimde fırsat eşitliği) bu medreselerin amaçları arasında idi. Nizamiye Medreseleri, Ehl-i Sünnet sistemini korumak için inşa edilmiş, Bâtınî, Fatımî vs. düşüncelere karşı İslâm binasını sağlam tutmayı hedef edinmiştir. 

Önce medrese açılıp sonra hoca bulunmuyor, hoca varsa ona göre medrese açılıyordu. Hoca olanlara cübbe giydirilme âdeti ilk defa bu medreselerde başlamıştır. Batı’ya da Nizamiye medreselerinden geçmiştir. Sonra Batı’dan biz kopyaladık; ama aslen bizden oraya gitmiştir.

Değişik şehirlere yayılmış 16 civarında Nizamiye medresesi var. Birkaç yüzyıl sürmüş. Nizamiye medreseleri sonraki çağlardaki eğitimi (Osmanlı vs.) etkilemiştir. İlk defa eğitimin, devletin kontrolüne girmesi söz konusudur. Yukarıda bahsettik, yıkıcı rol oynayan Bâtınî vs. fikirlerden dolayı kurulmuş. Zaten Nizamülmülk de yaşlılık döneminde bir Bâtınî fedai tarafından şehid edilmiş.

Beytullah Kaya Hoca, ücretli medrese açıldı diye Semerkant medreselerinin üç gün yas tuttuğunu söyledi. Sanırım, profesyonelleşme ve kadrolaşmanın doğurduğu ücret meselesinin zaruriyetini Semerkant medresesi görememiş. Zaten Nizamiye medreseleri yoksul ve yetenekli gençlere kapılarını açmış. Ücret işi Allah rızası şartını bozmamış.

Fikret Özçelik (Mardin Artuklu Üniversitesi) ise, halen devam eden Şark medreselerinin Nizamiye medreselerinin devamı olduğunu, medrese ile tekkenin birleştiğini söyledi. Ehl-i Sünnet’e göre rüya, itaat ve masumiyet görüşleri bilinse idi FETÖ gibi sapkın yollara düşülmeyeceğini ifade etti. Fikret Hoca’dan devam edelim: “O zamanlar halkla medreseler iç içe idi, bugünkü gibi kopuk değildi. İmam-ı Şafiî hikmeti sünnet ile yorumluyor. Kur’an-ı Kerim temel ilkeler ortaya koymuş, ancak var olan uygulamalar sünnetle olmuş ve İslâm ümmetinin ortak hayatı olmuştur. İmam Kuşeyrî 27 yıl Nizamiye medreselerinde hadis dersi veriyor. Medrese-tekke çatışmasına son veriyor. Tasavvufu Ehl-i Sünnet’e yaklaştırıyor. Şark medreselerinin temeli tasavvufa dayanır.”

Şu anki medreseler hakkında konuşan Fikret Hoca şu değerlendirmeleri yaptı: “Bu medreselerle olmaz, medresesiz hiç olmaz. Medrese programı önemlidir. Aslında medreseler (Cumhuriyet döneminde) var olma mücadelesi verdiler. Arapça metinleri anlamayı öğrettiler sadece. İslâm düşüncesi olarak usûl-i fıkıh anlamında fena değiller. Medreseler, günümüz okullarına dönüşmemeli. Tanımlarken üvey evlad muamelesi görmemeli. Medreselerin bütçesi sağlanmalı. Kontrol müessesesi kurulmalı. Medreselerde hoca-öğrenci diyalogu canlıdır. Şeffaf olmalı ancak bunu medreseler kabul etmiyor.”

Nizamiye medreselerinde din ve dünya ilimleri birlikte öğretiliyordu. Kırşehir Caca Bey Medresesi’nin duvarında hâlen füze resmi var. Bunu bir konuşmacı nakletti. 

Nizamülmülk, kendisini ziyarete gelen İmam Kuşeyrî’ye çok iltifatkâr davranırmış. Sebebini ise, “Kuşeyrî beni eleştiriyor, hatalarımı yüzüme söylüyor” diye izah edermiş. 

İktisat geleneğinin omurgası isimli oturuma başkanlık yapan Arif Ersoy, Nizamülmülk’ün, bir inkılap yaptığını, fikir ve aksiyonu birleştirdiğini, kurumsal yapıyı tesis ettiğini söyler: “O, yeni bir dönem başlatıcısıdır. Türkiye’de de önce düşünceyi, sonra kuramsal yapıyı tesis etmeliyiz. Bu değişimi yapacak tek ülke Türkiye’dir.” diye uyarıcı tesbitlerde bulunur.

“Bin yıllık iktisat geleneğinin kökleri” başlıklı sunumunda Zaim Üniversitesi rektörü Mehmet Bulut, kendi değerler sistemimize göre iktisadî kurumların kurulmasını, istikrar içinde süreklilik anlayışının gelişmesini, tımar sistemiyle Osmanlıların Balkanlarda devrim yapmasını ve feodal sistemin pabucunu dama atmasını (Braudel’den naklen), piyasa denetimi olan Hisbe teşkilatını, sosyal adalet ve vakıfları anlattı. Osmanlı’nın üç sistemle global sisteme karşı çıktığını, bunların miras hukuku, vakıf sistemi, mülkiyet hukuku ve tasarruflar olduğunu söyledi. İktisad zihniyetinin denge üzerine kurulu olduğunu, adalet, kardeşlik, mal bolluğu ve para bolluğunun dengeli bir biçimde uygulandığını ifade etti.
Mehmet Bulut’a, BARAN dergisinden geldiğimi söyleyerek şunu sordum: “Şu an kapitalist-modernist sistem içinde yaşıyoruz. Nizamülmülk muhakkak devrim yapmıştır ancak günümüzde değişimi hangi fikir ve kurumlarla yapacağız? Geçmişi övmek yeterli değil, günümüzde inşacı olmak gerekir, Cumhuriyetle birlikte büyük kırılma yaşandı, kendi değerler sistemine göre iktisadî kurumlardan bahsettiniz. Bu ise bir sistem ve ideoloji mevzu, mevcut sistemi reddeden ve bizcesini ortaya koyan Necip Fazıl’ın ideolocyası bu hususta değerlendiriliyor mu? Neler yapılabilir?”

Mehmet Bulut hoca şunları söyledi: “Büyük kırılma yaşandığı doğru. Ancak kurumlarda süreklilik vardır. 1854’te faizli banka girdi. Kötü ile kötülük hususunda yarışmaya kalktık, biz kaybettik. 1910’ların başında İngiltere ile farkımız 1/3 idi, 2000’de 1/10 oldu. 1850’lerde İngiltere ve Hollanda ile 1/2 fark vardı. Öbürleri ile bir fark yoktu. Osmanlı iktisaden onlardan daha iyi idi. Kapitalist sisteme direnen Osmanlı’nın insan anlayışı ahlâk temellidir. İnsanın araçsallaştığı dönemde insanın özüne ancak ilim-irfan geleneği ile dönebilir ve kurtulabiliriz. İsmini verdiğiniz fikir adamından da istifade edeceğiz.”

Özcan Hıdır Hoca (İstanbul Zaim Üniversitesi) ise, “Nizamülmülk döneminde Bâtınîlik” başlıklı sunumunda, dikkat çekici bir soru sordu: “İslâm tarihinde Bâtınîlik mi, Zâhirîlik mi daha zararlı olmuştur?” Konuşmasında da bu soruyu cevapladı. Şöyle ki: Musannef dönemi âlimleri eserler ortaya koyarak ve mezhepler zuhur ederek asıl tehlike olan Zâhirîliği bertaraf ettiğini, İmam-ı Gazalî’nin ise multi-disipliner bir âlim olarak nassları yerine oturttuğunu, Meşşaîlik felsefesine karşı İşrakîye’yi desteklediğini ve yeni medreseler kurarak Bâtınîlerle mücadele ettiğini söyledi. Ayrıca 17-18 asırda katı bir Zahîrcilik olan Vehhabîliğin; Haşevî, Haricî, Zâhirî geleneği canlandırdığını, bunun da Zahîrcilik tehlikesine bir misal olarak ilave etti. Tabiî ki bunu günümüze kadar uzatabiliriz. Özcan Hıdır Hoca, oryantalizm tehlikesine de dikkat çekerek, Hollandalı oryantalist (yanlış hatırlamıyorsam Juynboll olacak) “Müslüman oldum” diyerek Mekke’ye gelmiş ve ajanlık yapmış olduğunu da bilgi notu olarak bize verdi. Bâtınıyye’yi anlamak için İslâm âlimlerinin kılık değiştirip onların aralarına girdiğini ve sonra eserler yazdığını da vurguladı. Yani bizimkiler bu mevzuda öncü ve ileri imişler. Tabiî şimdi seyirci olduğumuz dönemi kastetmiyoruz. Ve Gazalî’nin en önemli eserinin “Fedâhiu'l-Bâtıniyye” olduğunu söyledi. Yani onlar bize gelmeden bizim onlara gitmemiz gerektiğini ve “bizim garbiyatçılarımızı yetiştirmemiz lâzım!” tesbitinin haklılığını söylemiş oldu. Hıdır Hoca son olarak, “insan sonrası” deniyor, modern insanın krizinin vardığı nokta! Biz ise Gazalî’nin anlayışını öne çıkarmalıyız, şeklinde çözümün adresini verdi.

Mevzuun sanat cephesine temas eden Durali Yılmaz, tarihî romanlardaki üç isim olarak Nizamülmülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam’dan bahsetti. Nizamülmülk’ün, Hasan Sabbah’la aynı okulda okumadığını, Ömer Hayyam’ın veziri ziyaretinde yanında onun olduğunu ve sonra Hasan Sabbah’ın hainleştiğini söyledi. Tarihe yanaşanın halihazırdaki insan şuuru olduğunu belirterek tarihteki romanlar onu yazanın ideolojisini yansıtır, dedi. Aslında tarih de yazanın ideolojisini yansıtır.
Katılamadığımız ilk günden kitapçık yardımıyla kısaca bahsedelim. Sempozyum tertipleyiciler arasında gördüğüm Yusuf Kaplan (Zaim Üniversitesi) açılış konuşmasında, İslâm medeniyetinin kalbi Bağdat’ın düşmesine rağmen Selçukluların önderliğinde İslâm bayrağının tekrar yükseldiğini, uzun soluklu ve köklü bir medeniyetin gerçekleştiğini, krizlerin aşıldığını ve bugün ise, iki asırdır yaşadığımız krizden maddî ordular yanında, ilim, fikir, zikir, sanat ve ahlâk ordularıyla çıkacağımızı söyledi.

Şenol Korkut (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi) ise, Nizamülmülk’ün söndürdüğü fitne ateşini Farabî ve Thomas Hobbes’in siyaset felsefesindeki “doğal duruma” benzetir. Hobbes’a ait, “insan insanın kurdudur” mevzu. Bu krizden ise adil sultana itaatle çıkılacağını söyler. Nizamülmülk ve Gazalî’nin bu açıdan devlet ve dini ikiz kardeş olarak gördüğünün altını çizer. 

İbrahim Özcoşar (Mardin Artuklu Üniversitesi) ise, ilk dönemde ulema ve ümera ayrımı olmadığını, sonra mecburen oluştuğunu, ulemanın ümeraya mesafeli durduğunu ve ümeranın ise tersi bir şekilde ilme ve ulemaya önem verdiğini söyler. 
Kamuran Gökdağ (Mardin Artuklu Üniversitesi) ise, yönetenlerin yönetilenlere isyanı olabileceğini (fitne döneminde yanlış mecralara düşen halk gibi) ancak siyasetnamelerin sessiz dilinde bunun usta bir siyasetçi ve eğitmen diline döndüğünü ifade eder. Şûra prensibi üzerinde duran Fatih Okumuş ( Zaim Üniversitesi) ise, saltanat devirlerinde bu vazifeyi ahkamüs-sultaniye ve siyasetnamelerin yerine getirdiğini belirtir. 

Osmanlı Seyahatnamelerindeki Nizam Düşüncesi sunumunu yapan Orhan Keskintaş (Muş Alparslan Üniversitesi), nizamın varlığın bütün ve “bir” olarak düşünülmesinden ve düzenliliğe içkin olan birlik düşüncesinin ise varlığın estetik bir öze sahip olduğunu ve insanın ürettiği siyasî ve hukukî yapının estetik bir şekilde yaratılmış kâinat düzenine uygun olması gerektiğini söyledi. Bu ifadeler bize, davamızın estetik bir formda sunulması zaruretini ve ayrıca iç âlem düzeni peşinde koşan Müslüman’ın nizâm-ı âlem idealine tabiî olarak varacağını hatırlatıyor. Avrupa’nın ise nizam fikrini devlete, disipline ve güce döndürdüğünü, bunun ise basit bir yer değişmeden öte, nizamın içeriğini oluşturan adalet ve âleme mensubiyet düşüncesini değiştirdiğini söyledi. Osmanlı’da siyasî açıdan nizamın, farklı alanın farklı kalarak bütüne dahil edilmesi işlevini gördüğünü ve birliğin yeniden üretildiğini ifade etti. 

Netice olarak, orta seviye bir sempozyum oldu! Ancak ana mevzu ve ara mevzular iyi seçilmişti diyebiliriz. Genel olarak hafta sonu yapılan sempozyumların aksine, öğrencilerin katılımını sağlamak için olsa gerek hafta içi yapıldı. Nizamiye Medreselerindeki sistemin günümüze kadar uzanan özellikleri güzel vurgulandı. Ancak yine de çağımıza özgü yeni tekliflere ve bunların kurumlaşmasına ihtiyaç var. Bu yolda atılan adımların devamının gelmesini diler ve emeği geçenlere teşekkür ederim.

Baran Dergisi 625. Sayı
03.01.2019