“İhracat rekora koşuyor!”, “Türkiye ekonomisi, ekonomistlerin beklentilerinin çok ötesinde büyüyor”, Bakan Ergün “Türkiye reformlar sayesinde mali krizden etkilenmedi” vesaire şeklindeki haberlerle Türkiye ekonomisinin tablosu bizlere bu şekilde lanse ediliyor. Acaba ekonominin bu “tozpembe” tablosu hakikatte öyle midir? Yoksa değil mi?
Son aylarda gazeteler sürekli olarak Türkiye’nin ekonomi alanında “kırdığı rekorları” yazıyor. Neredeyse bir “Türk mucizesi” yaşandığına ikna olacakken, ekonominin alarm zilleri çaldığının acaba farkında mıyız?
Türkiye’nin iktisadî sıkıntılarının en büyüklerinden bir tanesi cari açık meselesi… Bu mesele zannedilenin aksine ihracatla-mihracatla giderileceğe benzemiyor. Çünkü bizde ihracat ithalata bağlı. Yani ithalat ne kadar fazla olursa, ihracat da o nisbettte fazla oluyor. Bu meselede en nazik nokta ise “montaj sanayi”sinin hâkim olduğu bir sanayiye sahip olmamızdır. Üretimi yapılacak olan ürünün bütün parçaları dışarıdan hazır geliyor ve içerde de bu parçalar birbirine tutturulup güya ihracat yapıldığı zannediliyor.
Diğer taraftan ülkemize giren sıcak para kısa vadeli ve çok yüksek seviyelerde… Sıcak para, politikasızlığımız yüzünden kısa vadeli olduğu için her an pimi çekilmeye hazır bir bomba imajı sergiliyor. Sıcak paradan doğru siyasî hamleler yapılarak fayda sağlanabilir; ama bu para har vurulup harman savrulursa ülke açısından hiç de müsbet neticeler elde edilemez. Mesela hükümetin yol yapım çalışmaları… Bizim güzel ve düzgün yollara ihtiyacımız var; ama bu meseleden daha acil halledilmesi gereken meseleler var.
İhracat artış tabiî olarak istihdamın da doğru orantılı olarak artmasına sebep oluyor. İstihdam ise ihracatla, ihracat da ithalatla ve ithalat da sıcak paraya bağlı zincirleme bir hâl alıyor. Bu hâli domino taşlarının birbirine nisbeti şeklinde farzedebiliriz. Bütün bu taşlar sıcak paraya bağlı. Sıcak para çekildiği takdirde de her şeyin altüst olması kaçınılmaz olacaktır.
Geçtiğimiz günlerde Asia Times gazetesinde Türkiye ekonomisinin durumu hakkında yazan David P. Goldman, bu olgulardan bazılarına işaret etti.
"Türkiye’nin mali çöküşü daha yeni başladı"
Türk Lirası’ndaki bu hızlı değer kaybına rağmen, cari açık kapanmayarak milli gelirin yaklaşık yüzde 10’una çıktı. Bu oran “battı, batıyor” denilen Yunanistan ve Portekiz gibi ülkeler düzeyinde… Bu verilere bakan Goldman, “Türkiye’nin mali çöküşü daha yeni başlıyor” diyor.
El parasıyla gerdeğe giriliyor!
2009 sonrasında Türkiye ekonomisinde hane halklarına verilen banka kredileri (enflasyondan arındırıldıktan sonra) yüzde 30, şirketlere verilen krediler ise yüzde 40 arttı. Ekonominin “rekor” büyüme hızına ulaşmasındaki en önemli nedenlerden birisi işte bu: Borçlanarak büyüyoruz!
Yandaş kalemler “büyüyorsak sorun yok” diyorlar; “nasılsa borcu ödeyebiliriz”. Sorun şu ki alınan borçların önemli bir kısmı kısa vadeli. Örneğin İtalya’nın her an “patlayabileceği”, yani borcunu ödeyemez hale geleceği tartışılıyor. Oysa İtalya’nın borçlarının ortalama vadesi 7 yıl diyor Goldman. Türkiye’nin ise kısa vadeli (bir yıldan kısa sürede geri ödenmesi gereken) dış borçları son bir buçuk yılda iki buçuk katına çıktı.
Tamam, Türkiye’nin toplam borç düzeyi Avrupa ülkelerine kıyasla düşük. Ama kısa vadeli borçların artış hızı muazzam! Üstelik TL değer kaybederken şirketlerin, bankaların vs. dışarıdan aldıkları borçların maliyeti de büyüyor. Çünkü dolar ya da avro pahalılaşıyor.
“Erdoğan’ın balonu Meksika 1994 ve Arjantin 2000’i hatırlatıyor”
Böyle söylüyor Goldman… “Balon” diyor, çünkü tekellerin, bölgede oynayacağı rol karşılığında Erdoğan’a kısa vadeli dış kaynakla finanse edilmiş bir iktisadî patlama hediye ettiğine inanıyor. Buna inanmak için haklı sebepleri var. Aklımıza, kayıtlı ve kısa vadeli yabancı fon girişleri dışında kayıt dışı kaynak girişlerinde de muazzam bir artış olması geliyor. “Erdoğan ucuz krediyle oyları satın aldı” diye sürdürüyor Goldman. Bu ağır bir laf olabilir, fakat olgulara bakınca pek de yabana atılamaz.
Türk bankaları ekonomiye o kadar çok kredi pompaladılar ki talep yurtiçi kaynakları aştı ve ithalatı çekmeye başladı. Ekonomimiz her an patlamaya hazır bir balon gibi vâdesinin dolmasını bekliyor desek abartmış olmayız herhalde… Bakalım bu şişirilen balon ne zaman patlayacak.
Türkiye, çok nazik bir politik vaziyeti olan bir ülke. Ekonomimizin ve daha birçok şeyin siyasete bağlı olduğu bir platformda Türkiye bağımsız olarak hareket etmelidir. Siyasette ve politikada emperyalist ve Siyonist ABD ve İsrail gibi devletlere bağlı olunarak, ekonomik mânâda bir kurtuluş ümid edilemez. Şayet bağımlı bir siyasetle devam edilirse Türkiye’nin de bir Meksika ve Arjantin olması kaçınılmaz bir gerçektir.