DÜŞVÂRÎ: Sultan I. Abdülmecid Devri, (1839-1861), II. Abdülhamîd Han Devri evveli… Ruslar, hâdise çıkarma peşindeler… Meşhur Prens Mençikof’u İstanbul’a göndermişler, Kudüs’teki Hıristiyanların mukaddes yerlerinin Rusya himayesine verilmesini isterler. Sadrazam Damad Mehmed Ali Paşa ile Hariciye Nazırı Rıfat Paşa, o zamanın umumi dili Fransızca’yı bilmedikleri için Mençikof’un şikâyeti üzerine azledilmişler… Rus elçisinin şikâyetini de Padişah’a arzeden Hariciye tercümanı Fenerli Beyler’den Legofet Bey… Sadrazamlık’tan uzaklaştırılan Damad Mehmed Ali Paşa, hâdisenin içyüzünü öğrenince Legofet Bey için şöyle demiş: “Hınzır gavur, Mençikof gider, elime kalır!”… Bunu duyan Legofet Bey, hemen Damad Paşa’nın konağına koşarak binbir yeminle kendisinin suçsuz olduğunu, hattâ Mençikof’un “bu zevat Fransızca bilse bile çok mağrurlar; onlarla böyle müsamaha isteyen işler konuşulmaz!” dediğini, fakat Padişah’a bunu kendisinin arzetmediğini söylemiş. Damad Mehmed Ali Paşa tatmin edilmiş gözükmüş, Legofet Bey yanından ayrılırken, arkasından eliyle “Senin başını koparmalı!” işaretini yapmıştı. Paşanın gazabının geçmediğini karşıdaki boy aynasından gören Legofet Bey, hemen o akşam dostu Viyana sefirimiz Şekib Paşa’yı ziyaret sebebiyle İstanbul’dan uzaklaşmıştı… Bu beklenilmeyen gidişi de yakınlarına şöyle izâh etti: “Ayna, dili tekzib etti… Paşaların dili hakikati saklar ama, ayna doğru söyler!”

*

AYNA ve DİL, KALB ve AYNA; Varlık ve Bilgi, bunun Mutlak Varlık ve İnsan aksiyonu yönleri… Yukarıdaki hâdise bize bu meseleleri ve tarihe bakışla ilgili bir davayı hatırlattı… ALLAH’ın ZÂT âleminden bir kıvılcımın yokluk aynasındaki aksinden meydana gelen GÖLGE varlık, SIFAT âleminden bir kıvılcımla gölge sıfatlar ve FİİL âleminden, Halk âlemi’nin aslı olan gölge fiiller… GÖLGE, asl ile var olabilmesi bakımından, asıl’a bağlılık fikrini güçlendirir; demek ki, Allah’ın Zâtı’na nisbetle sıfatları, O’nun gölgesi olma bakımından, Allah’ın Zâtı, sıfatlarına sıfatlarından daha yakındır… Sıfatları fiillerine, aynı şekilde, fiillerinden daha yakın… GÖLGE Varlık da, bahsi geçen şekilde olunca, Allah her derecedeki mahlûkuna, mahlûkundan daha yakın… “Allah, insana şahdamarından daha yakınken, ne ki O sanırsın O değildir!”: Ruh’un, Allah’ın NEFS’inden, NEFES’inden oluşu gözönünde tutulursa, bunun mahluk cihetinden mahluk, Halık cihetinden O’na ait olması, bu hususu açıklar… İster “Herşey O” de, ister “Herşey O’ndan”; birbirini destekleyen hakikatlerin kutublaşması olan bu iki görüş de, “Mutlak Tevhid”in insan aksiyonuyla mümkün olmadığının iki beyanı olarak, O’nun “Mutlak Meçhul”lüğünü isbat eder… Allah’ı bilmek, İMÂN mevzuu; bunda, doğrudan Allah’ın kuluna mevhibesi olmak bakımından, sahibine “bedahet-apaçık” olma dışında izâhı tevhid yolu boyunca uzayan bir dava olarak görünür. Varlık ve bilgi meselesi olarak, “bir bedahet” demek ve sonrası… Varlık yönüyle şu: “Başkasının hürriyetiyle yakınlık kurmak, varlığın ancak varoluşan tarzda bilinmesiyle mümkündür!”… İMÂN bu; Allah ile insan arasında… İnsanla insan arasındaki varoluşan tarzda bilmek, mevzuumuzun dışı… VARLIK olmadan bilgisi olmaz; Allah ile bildirdiği, İNSAN ile bilgisi, kalb mertebesinde aynılaşınca İMÂN… İmân, BERZAH âlemindendir; bir yönüyle mümin kul, öbür yönüyle emin kılıcı (Mümin ismiyle Allah)… “Mümin, müminin aynasıdır!”; İslâmî yönü açık… Diğer taraftan, imân birdir; Müslümanda açık, kâfirde gizli… Mümin ve kâfir sıfatının, “iradî seçimle” oluşu vesaire, mevzuumuzun dışında… Küfür de birdir; “Küfür tek bir millettir!” hadîsi… İmân ve küfür, küfrün arızî olması bakımından Allah indinde birdir; “Allah’ın, kulunun ibadetine ihtiyacı olmaması” yanında, küfür ve imân’ın Allah’ın bildirdiklerini kabul ile ilgisi, mesuliyet bakımından oluşu bahsi, ayrı. Âlemde zâtıyla iyi ve kötü yoktur, iyi ve kötü, Allah’ın bildirdikleridir… Demek ki kâfir de Allah’ın kulu ve Resûlü’nün kadrosu; istemese de… Memur olduğu iş üzerinde… Neticede, bütün insan faaliyetlerinin temelde RUHÎ Çaba keyfiyetine dayanması, hem her türlü insan karşılaşmasında “varoluşan tarzda bilme”nin asıl, yâni bedahetlere dayanması ve böylece “nasıl anlaşabiliyoruz?” sorusunun cevabını veriyor, hem de İMÂN ve AMEL, aynı sırada İMÂN ve BİLGİ, VARLIK ve BİLGİ birliği ve ayırımına dair ölçülendirmeye kavuşuyoruz… İlim, malûma tâbidir; bu tabir içinde, ilmin bedahetlere dayanmasından, onun bedahet oluşuna, “varlık ve bilgi”nin tek bir bedahet ifâde etmesine kadar herşey var… Bunların örtüşmediği yerde de, tıpkı aynadaki tedib eden görüntüyle, onu görmeseydi sözle iktifa edecek olan adamın hâli… Bir adam, “Şer’i ölçüleri bilmek, itikadın aynı değildir!” hikmeti çerçevesinde, İMÂN idrakına hitab eden Allah’ın varlığını bilmiyorsa, sözkonusu bilgi onun için gerçek bir bilgi ifâde ediyor değildir; ben bilgisine, “kendini bilmeye” dair bilgiye, varlığın hakikati olan bilgiye… O sadece lâfızda kalır… İslâmî mânâda bu bilgi, imkân olarak Müslüman’a açıktır; Bâtın yolu… Bunda kâfirin hiçbir payı yok… Halk âlemi seviyesinde bilgi ise, iç ve dış, “başkasını varoluşan tarzda bilmek, onun hürriyetiyle yakınlık kurmakla olur” sırrı baki, bu gerçekleştiği kadar olur ki, İMÂN, hürriyet mevzuudur… İmânın hakikatinin Allah’a ve O’na eriştiğin kadar hür oluşa âit mânâ göz önünde tutulursa, sözkonusu anlaşmanın temelinde de Allah’ın varlığının bulunuşu anlaşılır… MEVZUUMUZ TARİH: Üstadım, hakikati arayışta neticeden sebebe gidiş yolunu işaretledikten, bunun da bir usûl olduğunu belirttikten sonra, “tarih muhasebesi” bahsinde Allah Resûlü ve Sahabîler dönemini örnek alırken, “o devri yaşamadıysak da, hakikatin o devirde yaşandığını bedahet hâlinde hâlimizden biliyoruz!” der… Düşünün ne tecrid… Bu dilden anlayanlar, olur olmaz ahmakça Kur’ân ve Hadîsler hakkında, bilhassa Hadîsler hakkında kuru sıkı “kabul edib etmeme” lâflarını edemezler. Ehlinin bunları bizzat sahibinden, Allah Sevgilisi’nden bu devirde bile doğrulatabileceğini, işaret ettiğimiz neticeden sebebe iz sürme hakikatini yerine getirebilme bahsinden bile süzebilirler… Bizim BÜYÜK DOĞU İdeolocyamızdaki TARİH bahsi fasıllarının kursaktan gelme olmadığını anlamak için, herhâlde tarihi çerezlik seviyede değil de böyle anlayanlara bakmak gerek… Kimlerse?.. Tarihi hâdiseler bir yana, bilindiği üzere bu isim altındaki hâdiselerden meydana gelen “TARİH nedir?” bahsi bile, ferd ve toplum olarak HALİHAZIRIMIZ’a “ben bilgisi” veren bir itiyad kazandırıcıdır; alışkanlık… Valery’nin, eserden çok eseri verene dikkati, Picasso’nun resimden çok ressamın şahsiyetine duyduğu ilgi neyse, eserden çok müessire ilgi de o; tarih bahsinde, hâdiseleri raksettiren keyfiyeti duymak… ÖLÜM ODASI’nda TARİH bahsine yer verirken, hâdiseleri daha geri plânda görmem, sadece TARİH kitabı olmayışıyla ilgili değil. Hâdiselere yer verirken, bahanesini de söylemiş oluyorum!

*

DİVAN Edebiyatı şairlerinden NAHİFÎ’nin beyti, eğer izahlarımız olmasaydı pek basit zannedilebilirdi: “MİR’AT’a bakma bir iki gün eyle TECRÜBE, — SABR eylemek firakına müşkül değil midir?”… Mir’at: Ayna. Ayine… Firak: Ayrılık. Hicran… AYNA’nın, Allah, Resûlü, Şeyh ve Mürid gibi “seni sana gösterici mutabıklığı” ve onda kendi hakikatini idrak ettiren VARLIK hakikatini nazara alınca, “aynadan uzak olmanın hicranı”ndan kasıd anlaşılır… Ayna, onda görünenle tecelli eden bir varlık; “aynada tecelli eden mazhar, aynaya âit değildir, onda böyle bir keyfiyet yoktur!” buyuruyor bir veli… Mazhar: Sahib olma… Allah’ın bir aşk ânında insanı yaratması nazara alındığında, TECRÜBE “ilim” mânâsıyla, neticede de “ilmin bir aşk vasfı”na haiz oluşu ve “aşk ilmi” davası, “medrese ilminin kanunları olduğu gibi, aşk medresesinin kanunları da vardır!” buyuran veli hikmeti açık olur… Üzerinde durduğumuz bu tip meselelerin “pratik” hayatta ne işe yarayacağını soranlara, LENİN’in bir sözünü hatırlatırız: “Anlayış temin eden teoriden daha pratik bir yol yoktur!”… Bizim, eşya ve hâdiseyi değerlendirici şuur, “İslâma muhatab anlayış” davamıza dikkat… Herhâlde Hazret-i Ali’nin sözü de, hatırlandı: “Tecrübe bir ilimdir!”… Hazret-i Ali sevgisinin hakikati de, onu herhâlde bu tür anlayışta… Ruh ve ilim nehrinde kendi encamını seyreden kişinin “BEN KİMİM?” merakındaki AŞK tab’ı, “Kişi kendini bildiğince, Rabbi’ni bildi!” Hadîsi’ndeki kökten… Tecrübe’de imtihan, imtihanda sabır var… İmtihanda çile, sabırda direnç ve dayanma var; AŞK, imtihan ve sabırdır, çile ve tahammüldür… ÜSTADIM: “Hem yan, hem hâlini anlatama!”… Anlatılamayan hâllerden biri de, SABIR mânâsındaki çelişkidir: “Madem yanıyorsun, öyleyse kaç!” diyemezsin, çünkü ondan uzaklık da sabır… NAHİFÎ’nin dediği gibi: “Sabr eylemek firakına müşkül değil mi?”… Hem tecrübe, hem de sabır ve dua hakkında fevkalâde bir sözü, bir mektub vasıtasıyla aldım ki, AYNA bahsini bana ilhâm eden de o: “Rüyâmda, dayım Cuma Çömek’le aynı sofradaydınız. Ben pencereden baktım ve yanınıza çağırınca girdim, oturdum. İki kaşımın ortasını tutup, TECRÜBE-İ ADU, DUA ADUBETİ gibi birşey söylediniz, kendimden geçtim. Bu vaziyette uyandım. Sonra evimde misafir olan İbrahim Tatlı’ya rüyâmı anlattım. Sabah namazına yakın bir zamandı ve 2007’deki son mahkemeniz zamanında bunlar oldu”… Tecrübe-i adu, dua adubeti: “Düşman tecrübesi, dua yardımcısıdır!”… Hatırımda ŞAH-I Nakşibend Hazretleri’nin sözü: “İlletin sebebi bilinmeden, marazın tedavisi mümkün değildir!”… Hastalığın teşhisini koyamadan, tedaviye yeltenen adam gibi olmamalı… Mektub sahibi HİKMET Kaya’dan sonra, bana geçen hafta EDEB-HÂNE faslını yazmama vesile, “Büyük Türkçe Lûgatı”nı yollayan HASAN Parmaksız’ı da anayım: Bir tek kelimenin mânâsından nasıl yürüdüğüme de misâl… LÛGAT, İlhan Ayverdi’nin.

*

KALB ve DİL: 176: MÜKÂFELE-Birbirine kefil olma… IK’AD-Yüksek bir yere çıkarmak: 176: EFLATUN… MUSİ’-Zengin. Muktedir. Ferahlık veren. Genişlendiren: 176: SELUF-Suya gelen develerin daima önünde gelen deve. “Öncü nefs”… SİKAYE-Yağmur suyunun toplandığı yer. “Erdiş. Vakt. Nakşî”: 176: VASIF-Vasfeden. Bildiren. Medheden. “Güneşi medheden, gören gözünün parlaklığını anlatıyordur!”… VAK’-Ağırbaşlılık. Ağırlık. Yüksek yer: 176: ASFAD-El ve ayağa takılmış kelepçeler… MEKFUL-Kefil olma veya olunma: 176: KUSTO… MİKVEL-Lisân. Dil. “Logos: Dil. Kâinat nizâmı. İslâm. Sarmaşığın –ruhîliğin– helezonvarî tırmanacağı yükseldikçe lâtifleşen hüviyet”: 176: MEHDÎ Salih İzzet Erdiş.

 

BİRİNCİ MEŞRUTİYET

(RUMÎ TARİHLE 1293)

 

MİLÂDÎ: 23 Aralık 1876… Bir hükümdarın başkanlığı altında, kısmen halk tarafından seçilen millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi demek olan MEŞRUTİYET, bizim tarihimizde RUMÎ 1293 tarihinde kurulmuş olmasına nazaran 93 MEŞRUTİYETİ diye de anılır… Midhat Paşa’nın TANZİMAT esaslarına aykırı olarak KANUN-İ Esasiye soktuğu ve yönlendirebilme nüfuzu bakımından onun için o günlerde faydalı olan “Padişah’ın siyasî bakımdan mahzurlu bulduğu kişileri sürme hakkı” maddesine dayanarak 2. Abdülhamîd Han’ın bunu ona uygulaması… MECLİS-İ Mebusan’ın 1877 Martı’nın 19. günü açılması; MECLİS-İ Ayan denilen âzâlarının, ömür boyu (kayd-ı hayat) seçimi… Birinci Meşrutiyet, 1 yıl, 1 ay, 21 gün sürmüş ve süresi belirsiz olmak üzere tatil edilmiştir… KANUN-İ Esasî lağvedilmiş değildir; Devlet’in resmî salnamelerinde (yıllıklarında) Kanun-i Esasî metninin 31 yıl ardarda yayınlanması bunu gösterir. Ancak fiilen uygulanamamıştır; bunun sebebi seçimle gelmesi gereken azâların, seçim yapılamamasından dolayı gelememesi, Ayân Meclisi’nin de toplanamamasıdır. Kayd-ı hayat şartıyla seçilen bu âzâların maaşlarını muntazam aldıkları ve sıfatlarını da ömür boyu kullandıkları… “Birinci Meşrutiyet’in MECLİS-İ Mebusan’ının zabıtları okunursa, Meclis’in rolünü anlamadıkları ve İCRÂ’nın üzerinde rol oynamak istedikleri görülür. Ancak daha da fecii, azınlıkları temsil eden milletvekilleri’nin her birinin bir Avrupalı devletin ajanlığını temsil ve parasını alarak OSMANLI Devleti aleyhine çalışmalarıdır. GİRİD’in, Tesalya’nın, Epir’in YUNANİSTAN’a bırakılmasını savunan milletvekilleri çıkmıştır. Doğu Anadolu’da ERMENİ Prensliği’nin kurulmasını isteyenler olmuştur.”… MİDHAT Paşa’nın azlindeki isabeti söylemeye ne hacet… 2. Abdülhamîd Han’ın feshettiği Meclis budur. “Aksi takdirde 1920’de, İzmir ve İstanbul’u değil, Konya ve Sivas’ı savunmak zorunda kalırdık. Emperyalizmin en azgın devri idi!”… Devrin büyük adamı Almanya İmparatorluk Şansölyesi PRENS Bismark, “bir devlet belirli bir millet birliğinden müteşekkil olmayınca, meclisin faydadan ziyade zararı olur!” derken, “OSMANLI’da bile meclis var!” diye ÇAR’ı şıkıştıran solculardan dolayı sıkıntıda olan RUS Çarı da rahatlamıştı. Ama İngiltere rahatsız; Gizli Servis’in İstanbul’daki ajanı Sandison ile beraber “Jön Türkler”den gazeteci ALİ Suavi ile birlikte darbe hazırlığı yapılması, teşebbüsü, hareketin bastırılması ve “Müstebid Abdülhamîd”in bu vasfının bir kere daha görülmesi(!)… Söylemeye lüzum yok ama: Elbette hiçbir devlet, bugün bizdeki ve dünyadaki DEMOKRASİ dayatması gibi, kimsenin kara kaş kara gözü için onun yönetim şekli ile alâkalı değildir. Almanya ve Rusya, Abdülhamîd’i sevdiği ve OSMANLI’nın iyiliği için mi meclis’in feshinden memnun oldu ve İngiltere OSMANLI’nın iyiliği için mi DARBE işini tezgâhladı?

*

MEŞRUTÎ-Bir şahıs ve meclis tarafından yürütülen idare: 565: SEYYİD Abdülhakîm Arvasî… KAPTAN Kusto Müslüman: 565: TAKNİYE-Çok kırmızı yapmak. “Firas: Çok kırmızı yapmak. Firaset: Basiret. İdrak. Besleyip yetiştirmek. Süvari. Siyaset”… Tarihi sun’i güzellemelere âit bir tertib ve saptırmalarla verme yerine, HALİHAZIR’da doğru dürüst bir fikir mihrakının tesbitiyle “düşman tecrübesi, dua yardımcısıdır!” hikmetine ermişliği göstermek, malzemeyi böyle kullanmak… Hezimeti bile zafere tebdil etme şartları, herşey gibi önce “şuurda” olur.

 

93 HARBİ - RUSLARLA

 

MİLADÎ: 26 Haziran 1877… Tuna Cebhesi’nde Serdar-ı Ekrem, Müşîr Abdülkerim Paşa, karargâhı Deliorman’da; Batı tarafında merkezi Vidin, Müşir OSMAN Paşa; Doğu’da, merkez Vidin, MÜŞİR Ahmed Eyyüb Paşa… Ordu mevcudu 200 bin ve en büyük birlik 100 bin askerle Müşir Ahmed Eyyüb Paşa’da… Rusların TUNA üzerindeki kuvvetleri 250 bin asker; çok iyi techiz edilmiş süvarisi yanında, yedekleri OSMANLI ile mukayese edilemez fazlalıkta. Ateşli silâhlar bakımından da üstün. ROMANYA Prensliği, 50 bin kişilik iyi techiz edilmiş kuvvetiyle OSMANLI yanında; harb başlayınca, OSMANLI’nın kendisine bağımsızlık vermesini istemesi, bunun reddi üzerine karşı tarafa geçmesi… Alman asıllı Rus Komutan’ın 21 Haziran 1877’de 40.000 kişiyi MAÇİN’den Tuna’yı geçirmesi… Ruslar, Romanya’dan Bulgaristan ve Dobruca’ya intikal edince, bu kolay geçiş bütün dünyayı şaşırttı. Bunda, askerî bilgi bakımından yaş itibariyle yetersiz ihtiyar Abdülkerim Paşa’nın da rolü… Ruslar’ın 7 Temmuz’da Tırnova’yı, 16 Temmuz’da Niğbolu’yu, 19 Temmuz’da Şıpka Geçidi’ni almaları… Müşir Abdülkerim Paşa’nın azledilmesi ve yerine Müşir Mehmed Ali Paşa’nın gelmesi… Bu sırada 45 yaşında ve bir senedir Müşir, Osman Paşa, Vidin’den Plevne’ye intikal etti. Kalesi olmayan Plevne’yi, üstün bir deha eseri alelacele tahkim etmeye başladı; Ruslar’ın Balkan Dağları’ndan güneye sarkmalarını önleyeceği kanaatinde idi. SÜLEYMAN Paşa ise, Mostar’dan 25 bin askerle Adriye Denizi Bar limanından gemilerle 17 günde Şıpka Geçidi’nin güney eteklerinde… OSMAN Paşanın niyetini anlayan Alman Asıllı Schilder komutasındaki Rus birliklerinin PLEVNE’ye yetişmek istemesi… Burada 3 bine yakın zayiat ve arkasında büyük ölçüde askerî mühimmat bırakarak çekildi… OSMAN Paşa’nın bu zaferinden sonra, yine Alman asıllı Krüdner komutasında bir saldırı ve 7 bin küsür zayiatla çekilme… OSMANLI’nın 100 kadar şehidi ile neticelenen bu ikinci zaferden sonra, dünyanın gözü Plevne üzerinde… Rus Komutan Gurko’yu Eski Zağar’dan çıkarıp Şıpka’ya atan Süleyman Paşa (31 Temmuz 1877), bu geçidi geçip diğer iki orduyla birleşmek için harekete geçince, çok şiddetli çatışmalar ardından çekilmek zorunda kaldı; ve bu kadar stratejik bir geçidin Ruslar’ın elinde kalmasının mesulü, Serdar-ı Ekrem Müşir Abdülkerim Paşa’nın savaşın en başında yaptığı Ordu düzeni-imiş… Onun yerine geçmiş olan MEHMED Ali Paşa, çok genç ve tecrübesiz… Kuzey’de Çar’ın kardeşi Grandük Nikolay… Paşa, DELİORMAN’ı savundu. Ayazlar, Karhama, Kaçılova, Ablova muharebelerini kazanmasına rağmen, Ruslar’ın devamlı takviye alması yüzünden onlarla başedemedi. Bu sebeble de ne ŞIPKA geçidini Kuzey’den açma, ne de Plevne’ye ulaşıp OSMAN Paşa’yı muhasaradan kurtarmak fikrini uygulayamadı… Savaş iki taraf için de çok çetin geçiyordu… 21 Eylül’de GRANDÜK Nikolay, Mehmed Ali Paşa’yı Çakırköy savaşında yendi… Paşa’nın azledilmesi ve yerine MÜŞİR Süleyman Paşa’nın getirilmesi; vasfı, çok cüretkâr oluşu, karagözlülük imtiyazına sahib oluşu… Savaşın genel seyri, Petersburg’da hükümet aleyhine nümayişlere sebeb olurken, Avrupa Askerî çevrelerinin Ruslarla istihzaya başlaması; ve Çar İkinci Aleksandr, kardeşi Nikolay’ın yanında, Plevne’de… Romen askerlerinin katılımıyla Plevne ordusunun başına Prens Karol getirildi… Sırbistan ve Karad ile savaşta, OSMANLI kuvvetleri başarılı… Ruslar 432 topla Plevne’yi döğerken, 30 bin askerle Osman paşa savunmada. Civarda ona bağlı birlikler bulunsa da, bunların Plevne ile irtibatı gittikçe kesilmede… Güneyde SÜLEYMAN Paşa Şıpka’yı tutmuş, düşmanı geçirmiyor… Ruslar yeterli derecede kuvvet toplandığına kanaat getirdikten sonra umumi taarruza geçtiler ve o zamana kadar tarihinde görülmemiş kesafette tüfek atışı ile 12 saat süren bir savaş; Ruslar’ın 3’ü general ve 350’si subay olmak üzere 15-16 bin zayiatı, OSMANLI’nın 3-4 bin kadar şehidi. (3. Plevne zaferi)… Eylül ortalarında Ruslar’ın kaybı 50 bin kişiye ulaşmıştı. OSMAN Paşa’nın dünyayı şaşırtan başarısının getirdiği kıskançlık yüzünden, diğer Paşalar’ın ona yeterli yardım yapmadığı rivayeti… İkinci Abdülhamîd Han, ona GAZİ ünvanını vermesi… OSMAN Paşa, bir gece hurucuyla, ordu ve halk beraber, Plevne’den çıkmak istediyse de, bir yahudi’nin Ruslar’a haber vermesiyle tedbir alındı ve bu önlendi, 2500’e yakın şehid verildi… Neticede, atı öldürülen ve dizinden kurşun almış OSMAN Paşa da dahil, esir edildi. GRANDÜK Nikolay, onun yaralarını sardırdı, kılıcını iade etti ve parlak savunmasına takdirini belirtti. OSMAN Paşa’nın Rusya’ya sevkinden sonra da, maiyetiyle beraber hürmet ve misafirlik gösterildi. Çarla tanıştırıldı ve gittiği her yerde askerî törenle karşılandı. Plevne’nin tamamen düşmesinden sonra esir olan askerler ise, aynı muameleyi görmedi… SIRPLAR Niş’e girdiler. KARADAĞLILAR, Bar iskelesini alıp ilk defa Adriyatik’e çıktılar. ROMENLER Vidin’i aldılar. YUNANLILAR savaşa girmeksizin TESELYA’ya çıktılar… SÜLEYMAN Paşa ile RAUF Paşa arasındaki çekişme, Ruslar’ı Balkanlar’da durdurma ümidini bitirdi… Edirne’nin düşmesi… Kırklareli’nin düşmesi… İstanbul’un Yeşilköy bölgesinin işgali ve GRANDÜK Nikolay’ın karargâhını buraya kurması… Avrupa cebhesinde kesin Rus zaferi.

*

ANADOLU’nun Kafkas cebhesi… Genç ve kabiliyetli, birkaç sene önce Yemen ve Asir’i yeniden fethetmiş olan Müşir Ahmed Muhtar Paşa komutasında 90 bin asker, 97 sahra topu… Kalelerdeki asker ve toplar bunun dışında… Erzurum kalesi, MÜŞİR Harunoğlu Kurd İsmail Paşa’da… Batum’da Müşir Lofçalı Derviş Paşa… Araları bozuk ve Cebhe komutanlığı kendisinde olan Muhtar Ahmed Paşa kıskanılan… Ermeni asıllı Melikof’un emrinde 125 bin asker ve 189 top, ilk aylardan itibaren de devamlı takviye… Bu savaş, TUNA cebhesinden önce başladı. Ruslar, Bayezid ve Ardahan’ı    aldı, Kars’a girerlerken HALYAZ meydan muharebesinde AHMED Muhtar Paşa’ya yenildiler. (21 Haziran 1877). Ardından, ZVİN meydan muharebesinde yenilmeleri. MUHTAR Paşa, Gedikler meydan muharebesini de kazanıp, İkinci Abdülhamîd’ten GAZİ ünvanını aldı ve ardından Yahniler meydan muharebesinde de Rusları yendi. (4 Ekim 1877)… Ancak Aladağ meydan muharebesinde, Muhtar Paşa yenildi; Ferik Ömer ve Hacı Raşid Paşalar 6 bin askerle Ruslar’a esir düşünce, Muhtar Paşa geri çekilmek zorunda kaldı ve düzenli bir şekilde Erzurum’a çekildi. Kars’ın düşmesinden sonra Erzurum’a gelen ve Aziziye tabyalarını ele geçiren Ruslar, buradan destanî bir savaşla atıldılar; Erzurum’u alamamakla birlikte, Kasım ayı sonunda Doğu cebhesinde kesin bir zafer kazanmış oluyorlardı.

 

GUR-AL-TAY

(AYASTAFANOS VE BERLİN KURULTAYI)

 

RUSYA, büyük devletler işe karışmadan Ayastafanos sulh şartlarını OSMANLI’ya dikte etmek istediler. ABDÜLHAMÎD Han’ın İngiltere’yi resmen daveti ve anlaşmayı hiçbir zaman yürürlüğe koymadı. (3 Mart 1887)… Çok büyük bir BULGARİSTAN Prensliği ile, onun EGE Denizi’ne inmesi; Makedonya, Batı Trakya ve Kırklareli olmak üzere üç bölümlü bir muhtar prenslik… Kars, Ardahan ve Bayezid (Kars) sancakları ve Batum Rusya’ya, NİŞ sancağı Sırbistan’a bırakılıyordu… KARADAĞ büyüyor… OSMANLI donanmasının en yeni 6 zırhlısının Rusya’ya bırakılması… Muhtar bir idare vasıtasıyla Rusya’nın EGE ve AKDENİZ’de görünmesini sağlayacak bu anlaşmaya, büyük devletler şiddetle muhalif… İkinci Abdülhamîd’in 30 yıl sürecek şahsî diplomasisi, bütün siyasî dehasını sergilemek üzere bu anlaşmayı yıkma teşebbüsüyle başladı. Bunun için KIBRIS sancağı, İngiltere’ye yönetmek üzere taviz olarak bırakıldı; OSMANLI hükümranlığı devam edecek ve başka devlete yönetim devredilemeyecek - bir nevi zilyedlik, kullanma hakkı… Kuzey doğu ANADOLU’da Elviye-i Selâse (Üç sancak) Rusya tarafından OSMANLI’ya bırakılırsa, İngiltere’nin bu kazançlı durumu da denge için sona erecekti… Rusya’nın EGE ve AKDENİZ’deki tehlikesine karşı, İngiltere’nin ona rakib durumunu kuvvetlendirme taktiği… İngiltere, Cebelitarık Boğazı ve Malta’dan sonra, Doğu Akdeniz’de de görünmüş oluyordu; Rusya bunu istemezse, üç sancaktan vazgeçmek zorunda… BERLİN Kongresi, Rusya ve İngiltere’den başka, rekabetten kopmak istemeyen Almanya, İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya’nın katılmasıyla başladı. 1815 Viyana, 1856 Paris, 1871 Versailles anlaşmalarından sonra, 19. asırın Avrupa siyasî coğrafyasını değiştiren - tadil eden son anlaşma. Abdülhamîd Han’ın dehasıyla, OSMANLI’nın BALKANLAR’da 35 sene daha bulunmasını sağlayan bu anlaşma, şübhesiz Ayastafanos’tan çok iyi, ama OSMANLI’nın aleyhine imzaladığı en ağır anlaşmaydı… Bu iki anlaşma, MİDHAT Paşa ve zihniyeti ile, İkinci Abdülhamîd zihniyeti arasındaki dış politikada başarı ölçüsü bakımından açık farkı gösteren vesikalardır… BERLİN anlaşmasının RUSYA’ya sağladığı imkân, RUSYA’nın büyük askerî fedakârlığının karşılığı olmamasından dolayı, Rusya’da büyük hayâl kırıklığı meydana getirdi; istakozla istavrit tutmuş gibi… Balkan kavimleri büyük istifade sağlamış olmalarına rağmen, kendilerine minnet duyulacağı şübheli bir keyfiyetti. (13 Temmuz 1878)… OSMANLI’nın Doğu Anadolu’da 6 eyalette Ermeniler lehine ve Makedonya lehine 3 eyalette Balkanlar lehine ıslahata mecbur edilmesi maddeleri çok mühimdir. Her iki madde de Abdülhamîd Han tarafından hiçbir zaman uygulanmadı. Bunun için Büyük devletlerin ve Balkan ülkelerinin aralarındaki çıkar ilişkileri zıtlıklarını çok iyi kullandı ve bu dengelerle mâhirâne oynadı. Hepsi Abdülhamîd’e karşı iken, bu maddeleri tatbike zorlayamadılar… AYASTEFANOS’ta OSMANLI’nın Rusya’ya ödeyeceği harb tazminatı 350 bin altunun taksitlerle ödenmesi hükmü ise, ABDÜLHAMÎD Han’ın taksitleri hiç aksatmamak üzere yerine getirmesi ve hiçbir mazerete sığınmaması, yukarıda anlatılanlar çerçevesinde onun başarısı olarak eklenmeli… NETİCE: 1699 Karlofça anlaşmasından sonra OSMANLI’yı Avrupa’dan tasfiye eden BERLİN anlaşmasıdır; bu tasfiye 1913 LONDRA anlaşması ile tamamlanacaktır ki, ABDÜLHAMÎD’in hâllinden sonra.

*

KURULTAY. (Moğolca’dan): Gerekince veya belirli zamanlarda yapılan toplantı, şûra, kongre. Muahede, andlaşma. Türkmence, GURULTAY… GURU: Mürşid. Hüküm-dar. Düzenleyen. Açığa koyan… GUR. (Türkmence): Kurumak. “Olgun olmak, olgunlaşmak, olgunlaşmış”… KURULTAY: GUR-AL-TAY: 345: İMÂM-I RABBÂNÎ - Veliler BAŞBUĞU… MÜFEKKİRE-Düşüce gücü ve kuvveti: 345: ALEMDAR-Bayrağı ve sancağı taşıyan. Bayraktar, sancaktar. “İBDA”… MEŞAD-Mukavemet ve galebe yeri: 345: MUKADDER-Tâyin olunmuş. Kısmet. Kıymeti biçilmiş. Beğenilmiş. Sözün gelişinden belli. Olacak olan. Olması gereken olan… GUR-AL-TAY: 1325: BİÇİŞK-Hakîm. Bilgin. Hâkim… KASKASE-Yol göstermek. Köpeği çağırmak. “Basireti davet, basirete davet”: 325: TAG-I SAGR… TAGÎ-Ledün, SAGR da, “kadeh, sahil şehri, surlarla çevrili şehir, mağara - ben”; demek ki, daha önceki nüshalarda da geçen, “doğumumda yıldızıma yapılan büyü sebebiyle bana yapılan kelepçeleri çıkarmamam hususundaki ikaz ve yıldızımın TAG-I SAGR” oluşu, burada “Ledün yıldızı” gibi bir mecazla ve elbette “Kaptan Kusto Müslüman” takdimime ilgi içinde tekrardan görünüyor: TAG-I SAGR, Kust Ledünnü, Kust Arşı… Kust Arşı: KUST otu ve kadının iddet bahsi içinde, “Allah’ın rahmetinin tamamlanışı”nın İNSAN’da nihayesini daha önceki nüshalarda işledik. ARŞ’tan kasıd da bu… Malûm ve meşhur Nass: “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de”… NETİCE: Tarihî süreçteki hâdiselerin raksı ne olursa olsun, neticede hâdiseleri raksettiren keyfiyet mahfuzdur. Bu GAÎ yorum çerçevesinde kendi İBDA durumumuzu da hiçbir kesimde olmayan bir tutarlılık ve derinlikte bildirdik, bildiriyoruz. ALEMDAR, her biri bir, bugünde MAHFUZ mânâdaki yerinde… Ayastefanos ve Berlin Kongreleri? Herşey bir yana, sadece HALİHAZIRIMIZ’a bu faslı yazdıran vesile rolü birşey demiyor mu? Hadîs: “Vesileye sarılınız!”… TELEGRAM?

 

İKİNCİ MEŞRUTİYET

 

KANUN-İ Esasî denen (Rumî tarihle 1293) anayasası, hâlâ yürülükte… Yerine getirilmeyen tek maddesi, TEŞRİÎ meclislerinin kapalı olması, seçim yapılamaması, kanunları Devlet Şûrası’nın yapması… 1905’te Rusya’da, 1907’de İran’da da meclislerin açılması; OSMANLI’nın çevresi, meclisli devletlerle dolu… Dünya’daki payının gittikçe küçülmesinden, İslâm’ın, Osmanlı’nın, “Jön Türk” çevresinin samimi unsurlarıyla Devlet’in ezgin hâlinden müteessir olmaları, buna mukabil soylu bir muhasebe getirmeksizin, tekâmül isteği teraneleri… Birinci Meşrutiyet’in yerine getirilemeyen maddeleri, izan bakımından fazlasıyla mevcut ise de, yine “Jön Türkler”in merkezinde oldukları “şekil” talebleri: İkinci Meşrutiyet ve meclisinin açılması… Birinci Meşrutiyet Meclisi’nin hâlinden bahsedildi - ve iptâl sebebinden… MİDHAT Paşa, günümüz için “kim kimin adamı?” hesabı bolca konuşmadan gelen bir tabilikle anlaşılabilmesine nazaran henüz duyurulma imkânları yüzünden kıt bir devirde, İNGİLİZ ajanı yönü perdeli, bir “hürriyet kahramanı” diye karşılanabilen - kahraman… İkinci Abdülhamîd’in en büyük düşmanı kim? O… Öyleyse bayraklaştırılacak olan kişi de o… 93 felâketine zemin hazırlanması, İmparatorluğun yapısının bilinmemesi, Meşrutiyet fikrini “Jön Türkler”den hayat boyu iktidar için cebine indirdiğini bilmedikleri MİDHAT Paşa… Avrupalılar, gittikçe sayıları çoğalan ve iyi beslenen Avrupa’daki bu “Jön Türkler”e… Paris’te AHRAR-I Osmaniyye kurultayı toplandı. (Ahrar - Hürriyetçiler): 4 Eylül 1902… İTTİHAD ve TERAKKİ Cemiyeti’nden başka, Abdülhamîd’in bütün muhalifleri bir araya geldiler; OSMANLI içindeki gayr-i müslimler dahil, bütün unsurlardan katılanlar… KARAR: Osmanlı İmparatorluğu içinde bütün milliyetlere tanınacak olan muhtariyet. (Kendi başına dışarı ile de ilişkiye girebilen) Bu madde, garibtir ki, BERLİN Anlaşması’nın Sultan Abdülhamîd Han’a tatbik ettiremediği 23. ve 61. maddelerinin kapsamını da aşan bir karardı. PRENS Sabahattin’in “Adem-i Merkeziyet” dediği bu politika ile, İmparatorluğun parçalanması yoluna gidildi. O, İngiltere’nin kucağına düşmüş henüz 25 yaşında bir delikanlı… Ama İngilizler, Arablar da dahil, onları da kendi gayelerine kullanmakla kalmadılar, Ermeni, Rum, Arnavud murahhaslarının da kendileri tarafında olanlarını buldular… 1908’de, Üçüncü Ordu’nun hemen bütün gençleri ve küçük rütbeli subaylarının İTTİHADÇI oldukları söylenebilir: Kur’ân, bayrak ve silâh üzerine yemin ediyorlardı(!)… Emirleri Komite erkânından geliyor, uymayanlar öldürülüyorlardı. Kendi kumandanından değil, Komite’den emir alan subaylar… Cemiyetin en faal üyeleri, Talât Efendi, Kurmay Binbaşı Enver Bey, Piyade Kolağası (yüzbaşı) Mustafa Kemâl - ki sonradan ayrılmıştır. İTTİHADÇI’lar, kendileriyle işbirliği yapmayan Makedonya’daki OSMANLI görevlilerini vurmaya başladılar. Enver Bey, eniştesi Selanik Merkez Kumandanı Kurmay Albay Nazım Bey’i, tabancayla bizzat kendi vurarak yaraladı. Teğmen Atıf Efendi, Manastır’da Birinci Ferik (bugünkü orgeneral) Şemsi Paşa’yı tabancayla öldürdü. Yerine geçen Müşir Tatar Osman Paşa, 2 bin kişilik bir İTTİHADÇI grub tarafından konağı basılarak dağa kaldırıldı. Üçü kurmay olan iki Binbaşı ve iki Kolağası, bir çete kurarak dağa çıkmıştı ki, en ünlüleri ENVER Bey’dir… İkinci Meşrutiyet’in ilânı (23 Temmuz 1908)den 27 Nisan 1909’da Abdülhamîd Han’ın indirilmesine; İSTİBDAD’a karşı oluş derken, meydanın TAL’AT - ENVER ve CEMÂL Paşaların oligarşik diktatalarına kalması… İKİNCİ MEŞRUTİYET’İN İLÂNI: İkinci Abdülhamîd Han, bir irade-i seniyye yayınlayarak, KANUN-İ Esasi’yi yine yürürlüğe koyduğunu, esasen bunu 32 sene önce yaptığını, o devrin şartlarına göre Meclisi tatile sevkettiğini, şimdi seçimlerin yapılıp Meclis’in kurulmasını istediğini bildirdi… ÇOK ÖNEMLİ: Kanun-i Esasi’de yapılan radikal bir değişimle, sadece Sadrazam’la Şeyhülislâm Hükümdar tarafından seçilirken, bu sefer hükümet tertibinde yenilik, SADRAZAM nazırlarını seçiyor (Başbakan tâyin edilenin Bakanları seçmesi gibi) ve bu kabine MECLİS’ten güven oyu alırsa çalışmaya başlıyordu. MECLİS, başarısız görürse hükümeti düşürebiliyordu…

 

RUMÎ 31 MART VAK’ASI

(MİLADÎ 13 NİSAN 1909)

 

DERVİŞ Vahdetî isimli biri Saraya baş vurarak Şeraiti savunmak için bir gazete çıkaracağını ve bunun için Padişah’tan yardım ve ihsan beklediğini söylüyor. Bu adama yüz verilmemiş, fakat o bulduğu vasıtalarla meşhur VOLKAN gazetesini çıkarmıştır. 31 Mart hâdiselerinin mantığı, aslında bu gazeteden bellidir: “Volkan gazetesinde İngiliz parlamentarizminin ve seçim sisteminin kurumları savunulmaktadır!”… Batı düşmanlığı, “BERLİN Kongresi, BALKAN Savaşı ve HAMİDİYE İslâm birliği” ile, slogan hâline dönüşmekteydi… Şeriatçılık iddiasında görünür, öyle değildir; Batı düşmanlığı ise slogan seviyesini aşmaz… ÜSTADIM: “Jön Türk soyunun yetiştirdiği Genç Subaylar, Abdülhamîd’i devirmek için saf ve dünyadan habersiz (ALAYLI) neferlere mektebli subay nefretini telkin ediyor ve okumuş subayla cahil neferin arasını açıyorlar. Dünyada bundan daha alçak bir metod görülmemiştir!”… İTTİHADÇILAR, bilhassa başlarındaki TALAT Bey, 30 yıldır yıkılamayan idare şeklini devirip “hürriyet getirdikleri” hâlde, kendilerinden olmayan memurların tamamen tasfiye edilememiş olmasından ve İkinci Meşrutî idareye sadece iki nazır verebilmiş olmaktan rahatsızdı. Devlete tamamen hâkim olamamanın rahatsızlığı… Sultan 2. Abdülhamîd Han sadece temsili bir saltanat olarak ve HÜKÜMET ve İCRA ile ilgisiz görünürken, gölgesi bile İTTİHADÇILAR’ı ve yabancı devletleri ürkütüyordu… Onu tamamen uzaklaştırmak-devirmek gerek; tek engel de Birinci Ordu. Merkezi İstanbul’da olan bu ordu, İMPARATORLUĞUN en vurucu gücüydü. “Bilhassa 1. ve 2. tümenleri, o zamana göre fevkalâde silahlandırılmış, teçhiz ve tâlim edilmişti”… Bu ordu hem Padişah’a bağlı, hem de 3. Ordu’ya karşı; zirâ 2. Meşrutiyet’ten sonra Abdülhamîd’i buna zorlamış olan 3. Ordu’nun mülâzım ve yüzbaşılarının serkeşliğinden yaka silkmeye başlamışlardı. İTTİHADÇILAR, 93 Harbinin Şark Ser-askeri GAZİ Muhtar Paşa’nın oğlu genç Müşir Mahmud Muhtar Paşa’yı, 1. Ordu’nun başına getirerek bir kıpırdanmaya engel olmak istediler. Ancak, kendilerine taraf olacak taburları bu Ordu’dan temin edemediler… Bunun üzerine 3. Ordu’nun Selânik’teki tümeninden AVCI Taburları’nı, “Nigahban-ı Hürriyet: Hürriyet Bekçileri” ve “Muhafız-ı Meşrutiyet: Meşrutiyet Muhafızı” ünvanlarıyla İstanbul’a getirdiler. Birinci Ordu, meşru idareyi koruyacak güçte değilmiş gibi bir hava… 31 Mart Vak’ası denen ve Milâdî tarihle 14 Nisan 1909’a tesadüf eden ayaklanmayı, işte İstanbul’a sevkedilen bu AVCI Taburları, başlarında tek subay yok, bugünün Başçavuş ve çavuşları seviyesinde bir yönetimle, tahrik olduğu son derece belirli “Şeriat isteriz!” gibi sloganlarla ayaklandılar. Sayısı 15 bini geçen isyancı asker, Payitaht’ta tam bir hâkimiyet edasıyla dolaşmakta, hükümet ve otorite adına “kan dökmemek için” ortada hiçbir kuvvet görünmemekte, iş hayatı durmuş ve herkes evine kapanmış bulunmakta ve hâlin nereye varacağı meçhul bulunmakta… Yollarda ve münferid vaziyette hiçbir Subay görülmüyor; kazara görünen MEKTEBLİ, öldürülmemek için ALAYLI olduğunu söylemekte… Abdülhamîd Han’ın Başkâtibi, –ki gizli İttihatçı–, şöyle anlatıyor: “Çarşamba gününden itibaren İstanbul’da başıboş gezmekte olan asker, takım takım Yıldız Saray-ı Hümayunu’nun önüne gelir, PADİŞAHIM ÇOK YAŞA duasını tilâvet eder ve Zât-ı Hümayunları da bilmecburiye pencereden bunlara selâm verirdi!”… Burada, belki Rumî 31 Mart 1324 Vak’asının anlatılışındaki “karmakarışıklık” hissinin doğmasına sebeb şu hususa dikkat çekelim: İslâm’da idare şekli yok, idare ruhu vardır. Dolayısıyla, zamanın ihtiyaçlarına pek münasib olan MEŞRUTÎ idarenin, 2. ABDÜLHAMÎD Han tarafından kabul edilmemesi, onun yaptığı yenilikler ve başardığı işler nazara alındığında, düşünülemez. Ancak, Birinci Meşrutiyet’in hâli, meclis unsurlarının durumu ve ehliyetsiz kadro yanında, 2. Meşrutiyet’in Meclisi’ni teşkil eden zevata bakıvermek, bunun bir DAYATMA neticesi olduğunu göstermektedir. Bugün dünyadaki DEMOKRASİ dayatmasının hangi mihraklar elinden yapıldığına bakıvermek, bizdeki MEŞRUTİYETLER hakkında bir fikir verebilir. 31 Mart Vakası’nda da, sanki MEŞRUTİYET, Abdülhamîd karşıtlığı, onu tutmak da MEŞRUTİYET karşıtlığı; AVCI Taburları “meşru idare” diye, ABDÜLHAMÎD taraftarı olduğu zannı ile hareket ederken, bugünün okuyucusuna, “hani bunlar onu tutuyordu, halbuki meşrutiyeti müdafaa ediyor!” hissini uyandırmakta. İttihadçılar da, Abdülhamîd Han karşıtı ve Meşrutiyet taraftarı; sanki, AVCI taburlarının hareketine muhalif olmaları gerekirken, bu takdirde de MEŞRUTİYET’e karşı olmaları gerekirmiş gibi. Eğer MEŞRUTİYET fikri ile mevcut MEŞRUTİYET’e taraftar veya muhalif olmanın farklı şeyler olduğuna dikkat etmişseniz, o zaman da AVCI Taburları’nı Selânik’ten oraya sürmek İTTİHADÇILAR adına bir çelişki değil mi? Oysa 31 Mart Vakası’nda asıl dava, MEŞRUTİYET değil, Abdülhamîd Han’ın hal’ edilmesidir. Nitekim, “gerici ayaklanma” diye takdim edilen bu Vak’a, sonradan Abdülhamîd Han tarafından tertiblenmiş gösteriliyor ki, anlatılan hâdiseler bunu çeliyor… DEVAM: Volkan isimli gazete yanında, SERBESTÎ isimli bir gazete. Başmuharriri Hasan Fehmi, –ki kuduz bir Abdülhamîd düşmanı, İttihad ve Terakkiyi de tenkid edendir–, bir iç hesablaşma olarak İTTİHADÇILAR tarafından vuruluyor… Abdülhamîd Han: “Başkâtib Bey; bu gazetelerin makam-ı saltanat ve hilâfete bu kadar tecavüz etmelerine bakılırsa, artık ne Padişahlığın ve ne de HİLÂFET’in ehemmiyeti kalmayacaktır. Zannedersem ben Padişahların ve Hilâfet’in sonu olacağım!”… Gerçek HİLÂFET’in “muktedir güç” olduğu nazara alınırsa, öyle de olmuştur: Nitekim 1900’lü yılların sonuna kadar HUTBELER’de onun adı zikredilmiştir - tabiî ki sınır dışı İslâm dünyasında… Hâdiseler, Ahmed Rıza Bey zannıyla Adliye Nazırı Nâzım Paşa’nın, gazeteci Hüseyin Cahid zannıyla Lazkiyye mebusu Emîr Şekib Bey’in, Âsar-ı Tevfik zırhlısı Kaptanı Ali Kabulî Bey’in öldürülmeleri şeklinde suikastler ve grublaşmış tertiblerle karmakarışık sürerken, bir yandan da yağmalar, çapulculuklar almış başını gidiyor… Sultan Hamîd, 2. Tümen Komutanı’ndan bu âsileri dağıtmasını istedi ise de, o, sonradan azılı İTTİHAD düşmanı olacak olan İTTİHADÇI Mahmud Muhtar Paşa’dan böyle bir emir almadığını, ama Padişah şahsen emir veriyorsa bunu yerine getireceğini söyledi. Abdülhamîd, onunla görüşmesini söyledi, o da böyle bir emir vermedi… ÜSTADIM: “İttihad ve Terakki öyle bir oyun oynuyordu ki, bizzat Rumeli’den getirttiği askerleri ŞERİAT İSTERİZ diye isyana davet eder ve bunu Padişah tarafından tertiblenmiş gösterirken, Abdülhamîd’in hiçbir alâkası olmamasına rağmen hareketi bir ânda benimseyebileceğini ve HASSA birliklerini de isyancılara katıp fırsattan faydalanabileceğini hesaba katmıyordu. Çünkü Abdülhamîd’in bunu yapamayacak karakterde olduğundan emin bulunuyorlardı. Nihayet, İttihad ve Terakki plânının ikinci safhasını teşkil eden, vesileden faydalanma teşebbüsü: HAREKET Ordusu, Selânik’ten hareket etmiştir. Başlarında da, MAHMUD Şevket Paşa… 25 Nisan 1909’da İstanbul’a girdi”… Bir kısmı masum bir sürü insanı astırdı… Balkan çetecileri, Yıldız Sarayı’na girip yağma etti ve Saraydan aşırdıkları on milyonlarca değerindeki kıymetli eşyayı paylaştılar; buna, Padişah’ın Altun ziynetli arabasının parçalanıp bölüşülmesi de dahil. Saray’ın papağanları bile götürüldü… MECLİS-İ Mebusan’ın 2. Reisi TALÂT Bey, İttihad ve Terakki Genel Başkanı sıfatıyla Meclislere hâkimdi. 22 Nisan’da Yeşilköy’e gelen MAHMUD Şevket Paşa, “Meclis-i Mebusan ile Meclis-i Ayan”ın, “Meclis-i Umum-i Millî” ismi altında birleşik toplantıya çağırmıştı, gelebilenler geldi. Meclis-i Ayan Reisi, Sadrazam Küçük Said Paşa, Padişah’ın hal’i üzerinde anlaşmıştı. TALÂT Bey, tereddüt edenleri mürtecilikle itham ve tehdit ediyordu. Meclis-i Mebusan reisi Ahmed Rıza Bey, saklanmıştı ve İttihad ve Terakki ile arası açılmaya başlamıştı. Fetva emîni, hal’ fetvasını imzalamamıştı; yerine adam bulundu ve fetva alındı… 27 Nisan 1909’da, ABDÜLHAMÎD Han Tahttan indirilmiş oldu.     

                                                   


Baran Dergisi 271. Sayı