LEVHA: 31 Mart 2004… ESKİŞEHİR’de, demiryolu üstünden geçen cadde-köprü. Gidiş geliş yolu ortadan bölünmüş. Bir motosiklet üzerinde, kasklı ve kıyafetleri buna uygun giyinmiş biri, direksiyonda da yüzü ona dönük oturmuş küçük bir çocuğa benzeyen cüce adam. Çocuk zannettiğim adamı, sonra dekolte kıyafetli bir kadınla bir evde görüyorum. Kadın topluca. Ben caddenin bir tarafından diğerine geçiyorum. Köprü üzerinde KÂZIM Albayrak’la karşılaşıyorum. Sanki bir araba satın almam sözkonusu. O, sanayi çarşısından birinin arabasını tavsiye ediyor. Sonra NESLİ-HAN’ı görüyorum; sanki imtihanla bir yeri kazanmış, onunla ilgili birşeyler. Hava Hastahânesi caddesinde, onunla ilgili olarak gidiyoruz. Müthiş bir kalabalık, stadın oradan Odunpazarı semtine giden düz yolu kesmiş, gösteri yapıyor gibi… Kargaşa… Polisler, arabaları Vilayet yoluna –sola– yönlendiriyorlar. Biz yaya olarak yiyecek satılan bir çarşıya geliyoruz. Bir dükkân içindeyiz; ve defile gibi, elbiseler sergileniyor. Bütün bunlar, NESLİ-Han’ı kayıd işi ile ilgili. Biz dışarı çıkarken, dükkânda sadece Fazıl ve annesi SUDİYE Hanım var. Benim yüzüme sanki hiçbir şey olmamış gibi bakarken, annesine pat-küt lâflarından birini ediyor ve lakaydî belirten bir lâf. Sonra eve geliyoruz. Nesli-Han’ın imtihanda geçtiği kızın annesi, ben evde helâya giderken salona lâmba takıyor. Lâmbanın üzerinde KIZIL YILDIZ var; DHKP-C örgütünün amblemi imiş. Ben, bunu helânın buzlu camından görüyorum. Dışarı çıkınca, 35 yaşlarında, pantolonlu, sade giyimli, kısa ve içe kıvrık saçlı kadın, “bu burada duracak, onu kimse çıkaramaz!” diyor. Güleryüzlü, sevinçli ve hafif heyecanlı. Lâmba, hediye ve takdir nişânesi olarak.

*

RAY-Tren yolunun döşenmesinde kullanılan çift demir, demiryolu: 211: RE’Y-Görüş, görmek. Hüküm ve itikad… NU’MAN-Dört ayaklı hayvanlar. Kan. İmam-ı Azam’ın ismi: 211: BAZAR-Pazar. Çarşı. “Rüyâda gelen mânâ: Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin kucağında 1-2 yaşlarında bir çocuk”… BÜRDE-Hırka. “Bürd, bilmece”: 211: MÜSTAHLİF-Kendi yerine geçiren… DAİRE-İhata eden, kuşatan: 211: CUHR-Yer deliği. “Sır. Hakikat”.

*

DEKOLTE-Açık saçık giyinmiş: 546: ME’RUŞ-Yer. Arz. Yeryüzü… KÜSİSTE-Kopuk. Kopmuş. “Kusto. Sahil. Fikir. Devreden. Nefs”: 546: EBU-L VAKT-Vakit ve hâlin tesiri altında kalmayanlar. Vaktin babası… ASÜFTE-Ateşle işlenmiş. Hazırlanmış, hazır. “Üstadım’dan: Ateşten çubuklarla kalbin mühürlü, — Bizim köyde ara pörsümeyeni”: 546: MUVAKKİT-Vakti tayin eden. Tam ayarlı saat. “Sa’y, emek”… MÜSTEHAM-Şaşırmış, şaşakalmış. Hayran. Hayrete düşen: 546: MEKTUF-İki eli arkasına bağlanmış. “Kelepçe. İradesi, Allah’ın iradesi olmuş. Üstadım’dan: Ruhuma geçti bilekçem”… KONFERANS - Üstadım’ın “Yolumuz, Halimiz, Çaremiz” isimlisi: 546: MÜ’TEFİK-Tersine dönen, tersine dönmüş. “Alt üst olmuş ben”.

*

AHZ-Ü İ’TA: Alış veriş, alım satım. “Dünya”: 1389: FAHİŞ-Haddi tecavüz eden. Nekir ve yaramaz şey. “Bütün kötülüklerin kaynağı ademler, yokluklardan gelir. Kalb, cismanî lezzetlerin tesirinde kalıp nefs buna tenezzül ettikçe, ruh alçalır. Bunun tersi, dünyayı Allah’ın rızasını kazanmak için bir cehd yeri bilmekten gelen ticarettir”… KAFÎR-Hayvan tersi, dışkısı. “Küfr, hakikati örtmek demektir. Hades, dışkı, sonradan olmadır, bunun yanında yeni ve yiğitlik başlangıcı demektir ki, bütün bu mânâları ihtiva eden dünyadır. BERZAH âleminin zıddı, tersine dönmüşü, onunla kaim olan. Bunu tersine döndürücü iradî seçme ve imân, zıddını sıçrama tahtası hâline getirmektir. Bu terakki için yaratılmış olan dünya; nefsî EMR’e tâbi için ki, İNSAN bunun hakikatini yerine getirebilirse kötülük istidadı olmayan melekten üstün. Demek ki, üstün marifet için yaratılan dünya”: 390= 1389: MEŞÎM-Benli kimse… ŞASS-Balık avlamada kullanılan olta ve ağ. İspanyolca RED kelimesi. Bunu Türkçe NEFY mânâsıyla alırsak, kalb mertebesinde varlık ve bilginin “olumsuzlanacak” olandan tecrid ifâde ettiği anlaşılır; imânla gerçek varoluş yolunda olma: 390= 1389: ŞEMİM-Koku. Hoş koku. “Ruh”… ŞAST-Balık oltası. Okçuların baş parmaklarına taktıkları yüksük: 790: ŞAST-Altmış. “Sin iki kişi demektir”… İZZET Mirzabeyoğlu: 1789= 790: MÜNŞEAT… MÜTEARRİF-Bir şeyi araştırarak bilen. İrfan sahibi: 790: TEŞEFFÎ-Şifa bulmak, rahatlamak… NESLİ-HAN: 791= 1790: MÜTEREFFİ’-Ululuk gösteren. Yükselen… ARVASÎ: 278: ARÂBE-Açık saçık konuşmak… Ölçü şeriattir ve tabiî olarak zâhire göre hüküm verilir. Bunun yanında herkese göre olmayan bir husus vardır ki, o da VELİ kişilerden hikmetsiz bir iş çıkmaz, bu bakımdan sözlerine ve yapıp ettiklerine hikmet gözüyle bakmak gerekir. Bu göz, EDEB idrakidir. Velilerden, ola ki sözü geçen şekilde bir lâf çıktı: Ne lâfız ne mânâ yönünden, âlemde zâtıyla iyi ve kötü olmaması, bu ölçülerin Allah tarafından bildirilmesi, onların hâlinin de Allah ve Resûlü’ne hakikatiyle bağlılık olması bakımından, yapılması gereken tevildir. Eğer bu türlü bir talimimiz olmasa, basit bir selim akılla izâh ettiğimiz DÜNYA - Hades bahsini bile anlayamazdık. HADES, bok, sidik ve sonradan olma demek olduğuna göre, bunun yiğitlik başlangıcı olmasıyla ne alâkası var der, bu zekiliğimiz’e(!) memnun otururduk. HADÎS? Demek ki velide o söz bir hata neticesi bile olsa, şahsiyetinin onu hayra vesile eden bir yanı var. Hani Allah Sevgilisi’nin, Hazret-i Ömer’in rüya tâbiri hakkında, “Bazen doğru, bazen yanlış tâbir ediyor; Allah O’nun yanlışını da doğruya tebdil eder!” demesi veçhile. Bir velinin dediği üzere: “Bu taifeden saçma bir şey çıkmaz!”… BÜYÜK DOĞU idealinin destanını yazan adamın edebi birşey demiyor mu?

*

YEVMİYE: “Helâ’ya gitmeyecek midir? Bu edebin içinde bu kadar!”… Üstadım, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin İRŞAD Kutubluğu’na dair birkaç çizgiyle tasvirini yaptıktan sonra, böyle bir cümle… Bir şiirinde şöyle der: “Sol elimi keserdim, görevi olmasaydı!”… SOL, dünyadır, kendini tezkiyeye memur nefstir, Berzah âlemi-Emr âlemi’ne nisbetle onun zıddıdır, âlemde insan memuriyetinin gereği olarak ona ircaı gerekendir, bunun hakikati de “kalbin yolu” olan İslâm’dır; insanın beş duyu dışı bir içe yönelmeyle bende kalan hakikatin tasviri, bunun zamandışı ve zamanüstü niteliği belirten “zamandışı şuur, zamanüstü şuur”u belirtmesi, zaman içinde olan eşya ve hâdiseye nisbetle bu kâinatla bütünleşerek onu kendi varlığının kuşatanında görme - aynılaşma, değişik kültürlerle birlikte bugün bir düşünce usûlü olarak tek başına olmasa da bütün düşüncelere sirayetiyle vaktinde “devrim” olarak karşılanmış Batı’daki FENOMENOLOJİ felsefesinde de var… Hayâl, bir ânda en uzak yıldıza erme ve gerçek arasındaki tezat misâl, varlığın idrakinde insanda hangi melekeler varsa, bir hakikati vardır; ve idrak ettiği bir varlık ve bilgi… FENOMENOLOJİ, bütün beşerî düşünce faaliyetleri gibi, “kurucu, koruyucu ve yönlendirici” MUTLAK FİKRİN gerekliliği davasına çatılan her yerde, kanatsız bir kuştur; bâtın meseleleri olduğunu farkedersin, ama yolu yok - dolayısiyle içyüz anlatımları, ya sadece lâfızda kalır, yahud toprak seviyede… Zamanın havanı içinde olan dünya hâlinde, “zamandışı ve zamanüstü”den bahsetmek gibi… Evvelâ bu kavramların hakikatini “hâl” diye yaşatacak, sonra bu yoldan verileri hesaba çekecek? Bu durum, İslâm tasavvufundan bahiste de geçerlidir; dünya telâşesi işlerine dair amelî vechesi ve imân zevkini geliştirmeye, tefekküre, ilme dair istifadesi, eğer Berzah-Emr âlemi’ne âit işlerin dünya işlerine zıt oluşu mânâsının mânâsı anlaşılmayarak konuşulursa, kuru akılla kıyaslar saçmasapan lâflarla inkâra sebeb olur, nitekim olan da budur. İstifadeye dair her dem üzerinde durduğumuz için, bu çerçevede misâli bizzat mevzu hâlinde değil de, ortalama her idrakin kavrayacağı şekilde verelim: Kâinat’ın ortasında bulunan dünya için geçerli “tabiat kanunları”nın, atmosfer dışına çıkınca geçersiz olabilmesine bakıp da nasıl dünyayı kâinattan tecrid ederek, –kâinatı yok sayarak– ele almanın bizzat dünyanın hakikatini anlamada yanlışlığa sebeb olabileceğini anlıyorsak, nasıl bilgiyi sadece gözle görmeye hasredersek ve bu kafayla iç organlar varlığını, bilgisini ve gerekliliğini reddetmenin komikliğini anlıyorsak, nasıl TIB ilmini bilmesek de TIBB’ı inkâr etmiyorsak… Neticede TASAVVUF, Şeriat’ın içyüzüdür… Toprak seviyeli meselelerin halli davasında da –sistem–, ondan bir İSTİFADE DİLİ ile bunu gerçekleştirir; yoksa iş, hep gördüğümüz üzere, doğruları yanlışta kullanmaya döner… Nitekim, verdiğim ölçülendirmeler ışığında, –ki ben söylüyorum değil, MUTLAK Fikrin gerekliliğinin idrakında olarak, söylenenleri ben anlıyorum tavrıdır–, YEVMİYEM’i pekâla basit bir hacet giderme zarureti diye anlar, ardından o büyük adam Üstadım’ın İRŞAD Kutbu’nu anlatırken bu kadar basit bir şeyi serdedişini ya sıradan bulur, yahud da “her kulun kul olarak bir eksikliği ve sıradanlığı vardır!” kabilinden bir beylik hakikati ifâde edersiniz; ama bâtın, inkârcısı için fasa fisoda kalır… Ya benim için?

*

Allah’ın bilinmez Zât sıfatlarından olan suret sıfatı… “Allah’ın eli, mecazen kudret ve iradesidir!” denemez… Kudret ve iradeye “mecaz” olarak “el” denirse, bu takdirde de o, Allah’ın Zâtî suret sıfatından “el” değildir… O, niceliği bilinmez bir sıfat ve Allah’ın iki eli de “sağ”dır… Allah, BİRLİK değil, BİR’dir; aksi takdirde parçaların toplamından parçaları çıkarınca hiçbir şey kalmaz veya eklenince çoğalan olur… “Zâtî sıfat” gibi, “Zât’ın mutlak meçhul oluşu” gibi ifâdelerin ne gereği olduğu şeklinde lâflara gelince, topyekûn varlığın İNSAN’da toplanışı, nihayetinde ise ALLAH ve İNSAN’ın kalışı bir ikilik sözkonusu olur ki, bu da MUTLAK BİR - Varlığı Zorunlu Varlık hakikatine ters düşer. “Allah, insanın bâtınını kendi sureti üzere yaratmıştır!”; herşey yerli yerinde, İNSAN’ın kendi mutlak hakikatini ebediyen bulamayacağı hikmeti de bu. Allah kasdıyla, “Herşey O” diyenlerle “Herşey O’ndan” diyenler, bu hakikatin iki kutbu… İNSAN’ın kendi nefsini bildikçe mahlûk, bilmediği ve hep bilinmesi gereken de HAKK bu ikiliği, ALLAH ve MAHLUK ikiliğinin ezelî ve ebedî kaderi. Asılla var olan İNSAN’ın “arızî” durumu, ALLAH’ın birliğinin isbatıdır. Zikirle isbat da buna dair. Mücerretleri idrakın neticesi, Hazret-i Ebubekir’in beyanıyla “idrakın aczini idrakın bir ilim” oluşu, artık mecaz istihare vesaireye mecal bırakmaması bakımından, “Allah’ın iki eli de sağdır” lâfzına suret aramaz; o suret O’nun bildiği ve O’nun bildirdiğine İMÂN ilmine erenler için de eserlerinden hecelenen… YÜMNA: Sağ taraf, sağ el… YÜMN: Uğurlu, kuvvetli, bereketli… Allah’ın KÜN emrinin tecelli ettiği EMR Âlemi - Berzah âlemi, Dünya - Kâinat ve EMR âlemine girmeyen işler bakımından bir zorunlu âlem. Demek ki, SAĞ ve SOL zıtlığı, EMR âlemi ve Dünya şeklinde… YESAR: Sol, Sol el. Varlık, zenginlik. Gençlik. Bolluk. Kolaylık… YESİR: Az şey. “Ruh”. Kumarbaz. Kolay… YESR: Öldürme… DÜNYA’nın İNSAN için varlık ve bilgi vasıtası oluşunun bütün unsurları görünüyor: Adem nesli olarak yaradılış ve VAR Olmak nimetine erişimiz, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının tecellisine imkân bakımından iyi ve kötünün karışımında “irâdî seçme” yapabilme bakımından ruhun varlık üzerinde VÂLİ hükmüyle görünüşünün gerçekleşebilmesi imkânına erdiğimiz, yahud tersi, Allah’a imânın hakikati ilimle bunu tersinden gerçekleştirecek HAYY yerine fırsatı “sefillerin en sefili” bu âleme HAK diye bakarak öldürdüğümüz, bir yönüyle yiğitlik başlangıcı, öbür yönüyle HADES - Pislik bir dünya… Hem o, hem bu, “doğru, güzel ve iyi” yahud “yanlış, çirkin ve kötü” değer ölçülerini, birinden birini gerçekleştirmeye en güzel misâl ve mecaz da, herhâlde –çok şaşırtıcı olabilir!– HELÂ… Mânâ, bu DÜNYA’nın şartları ve İNSAN memuriyetinden başlayarak, BERZAH-Emr âlemi’ne, daha önce belirttiğimiz KELÂM sırrı, İNSAN da bir kelâm, her şeyin aslı ve esası BERZAH âlemi’nde, tam tersine dönen bir tekâmül ifâdesini de karşılar: Bu bütünlük, dünyayı sıçrama taşı görüş önünde kendini EDEB-HÂNE kelimesine tercüme ettiriyor. Şu bildiğimiz HELÂ-Tuvalet bile… HADÎS: “Din, edeb demektir!”… EDEB de hadlere riayet… Bizzat HADÎSLER, insan aksiyonunun neticesi ve hadleri çerçeveleyen… Hadlere riayetin edeb olduğunu ihtar eden de, Hazret-i Ali… İnsanın en ulvî duygu ve düşünceleri ile, ihtiyaç gidermenin en galizi bir arada, sığınılan mekân HELÂ: Âlemde zâtıyla iyi ve kötü olmadığını, bunların Allah’ın Peygamberlerle bildirdiği üzere… HELÂ, insanın bütün zıdlarıyla içinde bulunduğu iç ve dış durum, HADLERLE çerçeveli ve öyleyse menfilik addedilebilecek olanı tam bir tasarrufa mevzu bir hâl… HAL kelimesi, bu duruma tam bir karşılık olarak, anlattıklarımızın “şiir idraki”ne hitab olduğunu da gösteriyor: Nazım hâlinde bir sözü nesre çevirme. “Nefse, cazz kat, yâni nesir yazan teşmilini hatırlayınız; ve bunun helâda mânâsını”… Bu kelimenin karşıtı da, hadlere riayeti anlatmada kullanılabilir: AKİT-Bağlı bir düğümü, meseleyi açma. Bir işin zor ve karanlık taraflarını çözme… İlmi yalnız NUR’dan değil, karanlığı bir sır görüp nice faydalar devşiren bâtın kahramanları hatırlanmalı; ki onların gözünde dünya… AKİT-Erime, eritme. Bir birleşiği unsurlarına ayırarak tahlil. Bağlı bir şeyi çözme… Dünyayı bir EDEB-HÂNE’ye döndürenlerin, aslında tekkeleri bunun için bir EDEB-HÂNE değil mi? İlim ve fikir yuvaları?

*

HALÂ: Ayak yolu, abdesthâne. Devenin çökmesi. “Nefsin durgunluğu”. Boş, hâli… Hususen, bütün dışyüz edebinden sonra, hiçbir şey düşünmemeye bürünme şartı. BOLU’daki TELEGRAM için söylersem EDEB hususunda riyâ olur, KARTAL’da en büyük azabı yaşadığım yer ki, “hiçbir şey düşünmemek esas!” düşüncesiyle girilmesi gereken bu yerde, ilk söylenen düşünce bu oluyor, neticede DÜŞÜNCE, bu tezat durumundan sonra bana büyüklerimin sureti yollanıyordu. Sonunda şahsiyetlerinin bildiğiniz HELA olduğunu gösterdiğim takım ki, mânâda neleri nelere vasıta ettiğimi biliyorsunuz. BOLU’ya gelince; benim elimde olmayanlardan dolayı kuru sızlanma ile üzülme yerine, gerekeni yapmış olmanın itminan duygusu içindeyim. İmtihan âleminde yaşadığım, yaşanması gereken bir iş imiş; büyüklerin yolundan Allah’a sığınmanın çetin bir yolu ki, bizzat mevzu edişimden hangi sırların çözümüne gidildiği de gözünüzün önünde… HELA’: Korku. Feryad. Hırs… HÂLÂ: Şimdi. Elân. Henüz. “Halihazır dünya”… HAL’: Kaldırma. Kal’ etme. Memuriyetten ve sebeb ile delilden muaf olma. Elbise gibi şeyleri soyma. “Dış yüz terki”. Karısını boşamak. Evlâdını evlatlıktan red… Son mânâlar, ölünce hükmün bitmesi ­–neshi ile, TALAK’ın “güzel söz” mânâsı birlik, tam bir ölümü– dünyada cesedi hatırlatıyor. Dünyaya âit nisbetleri kaldıran, “Müminler kardeştir!” sırrını… HAL’: Padişah’ı tahtan indirmek… HÂL: Dayı. Yiğit. Hususen yüzde görünen benek, ben, hindu… Üstadım’ın, Efendi Hazretleri’nin yüzünde gördüğünü söylediği ben, –rüyâ, keşif–, onun Halifeliği ve benim kabul edilmişliğim olarak, bir YEVMİYE bahsi… Unutmadan: TALÂK, atın sıçraması ve kalkması demektir. Demek ki fikir ve kadının iddet bahsiyle alâkalı TALÂK Sûresi ve bununla ilgili KUSTO hadîsine de sirayeti bakımından, mânâ açık… ALAK Sûresi’nin, ilk inen âyet oluşu: T-Alâk. “Kan. Nefs. İşi sıkı tutma. Sarmaşık”… TEZKİYE: Nefsin terbiyesi, arındırılması… TEZKİYE: T-EZKİYE? Ezkiye, Kürtçe’de “Ben kimim?” demek… T harfinin ebced değeri 400. (Hicri 1400: 1980). Aynı ebcedle TAHT. “Kürsî”… Bâtınî ve zâhirî mânâsıyla ABDÜLHAKÎM Koltuğu? DA’VA cetvelinde T, Allah’ın TEVVAB, “tövbeleri kabul eden” mânâsına geliyor. Bütün hayat ve ibadetin mânâsı. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nde ise bu HARF, Allah’ın EL-KABİD, “kabzeden, sıkan, daraltan” ismine ve kalb mertebesi ESÎR - maddenin lâtifliği, varlığın lâtifliği olan bu varlık, kalbte “bilgi varlık birliği” hâlinde LÂTİF’e tevafuk eder ki, Üstadım’ın bir ömür ısrarla niçin HAKÎM’e bağlı olarak FİKİR ÇİLESİ’ni işlediğini de anlatır. ARŞ üstü Emirler âlemi’nde yer tutmak üzere bu dünyayı bir sıçrama tahtası gören İNSAN’ın çilesi… Üstadım’ın SAKARYA isimli şiirinden: “Yol onun, varlık O’nun, gerisi hep angarya, — Yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya!”… Allah’ın İNSAN’ı ayaklarından da rızıklandırdığı, (terbiye ettiği ve bilgilendirdiği) hususundaki Âyet ve neticede yol da yürüyen de, “İNSAN da, DÜNYA da, O” hakikatini bu meyanda hatırlayınız!

*

KENEF: Helâ, tuvalet. Ayak yolu. Sığınılacak yer. Korunulacak mekân… KENF: Kendini hıfzetmek, korumak. Örtmek, setretmek… KEFEN: Ölünün sarıldığı bez… UD-İ Hindî: Kust otu çeşitlerinden… SIF: Gök… SİF: Sahil, deniz kıyısı… İHSAN: Sağlamlaştırmak. Tahkim etmek. Ehl-i azamet olmak… ALİM: Bilen. O’ndan gizli yok mânâsında Allah’ın 99 isminden biri… AMELÎ: Amele müteallik, uygulama ve tatbike dair. İşlemek suretiyle. Pratik. Tecrübe ile ilgili… MUAMMA: Bilinmez iş. Karışık şey. “Helâ’nın üzerinde durduğumuz gözden kaçmamalı”… Hepsinin ebcedi aynı: 150… MEHDÎ Muhammed: 151= 1150: DÜ-ÂLEM. “İki âlem”… İKİ ÂLEM ilgisi içinde, Efendi Hazretleri’nin sağ olduğu devri anlatan ve onun kemâli yanında, hacet giderme ihtiyacıyla kulluğunu vurgulayan sözü: “Helâya gitmeyecek midir?”… Aynı söz: “Dünya işlerine bakan müride bakmayacak mıdır?”… Aynı sözün, İRŞAD Kutbu makamına nisbetle söylenmesine nazaran: MAHDA’ bahsi ve Efendi Hazretleri… Hatırlatma: Bu makam, Kutublukta bir makamdır ki, zamanın velileri ve bağlılar mânâsına askerleri, payelerini bu makam sahibinden ve onun onlardan da gizlendiği bu yerden alırlar. İrşad Kutbu, kemâle ermiş ve selâhiyetleri geniş olarak bakışı dışında olan velilerden üstündür, payeleri MAHDA’ denilen mânevî gizli hazinenin saklandığı yerden onun tarafından verilir. Bu Kutub, zamanın kutbu gibi değildir; ve zamanın velileri arasında da onlara görünmeden (bilinmeden) gezebilir… ARVASİ: 308: BEDREKA-Mürşid. Allah yolu. Delil, kılavuz… RAKDE-Berzah: 308: HUŞŞ-Helâ. “Dünya”… SARİH-Açık, belli, aşikâr olan. Sâf ve hâlis: 308: EŞHEB-Kır at. Kır katır. Tam techizatlı asker birliği. Pek kıtlık sene. “Kabz, sıkıntı”… KABZ-Tutmak. Ele almak. Kavramak. Teslim almak. Kuşun süratle uçması. Mülk. “Aynı ebcedle, bâtınî mânâda DEVLET-İ EBED MÜDDET”: 902: MART - İlkbaharın ilk ayı. “Azar: Mart ayı. Azerî”.

*

LÜBAHİYE-Mükemmel hilkatli kadın. “Mükemmel nefs”: 648: HÜRMET-Riâyet. İhtiram. Haysiyet. Şeref. “Edeb idrakı unutulmuyor”… AHZEM-Erkek yılan. “Hayat. Çağıran. Ayırıp bitiştiren, terzi. Derzî-Terzi. Düzenleyen: 221: Müslüman”: 648: MÜTEHAKKIK-Tahakkuk eden, doğruluğu meydana çıkan… HUMRET-Kızıllık. Kırmızılık. “Basiret. Feraset. Siyaset. Dehma, belâ, zahmet, kadîm, eski, çok sayıda asker, iri cüsseli”: 648: İRTİMAZ-Remzetme. Acı ve ızdırabla kıvranma. “Abdülhakîm Koltuğu hatırda”… MESKUB-Delikli. Delinmiş: 648: RAHMET-Merhamet. İhsan etmek. Yağmur. Nur. Sır… HATM-Kuş gagası. Son. Ahir: 648: HALÎT-Şerik, ortak. Karışmış. “ÜÇIŞIK”… HALİÇE-Seccade. Kilim. Halı. “Haliç; büyük çanak. Halec; çalışmaktan, yürümekten, ibadetten kemiklerin sızlaması. Halaca; abdesthâne”: 648: MİHADDE-Mehd’den. “Yeryüzü, arz, mehd-i ara, gök”. Baş ve yüz altına koydukları yastık. Kazma. Balta. “Faal, kerem”… EDEB-HÂNE: 648: MEHDİ-İ MUNTAZAR-Beklenen Mehdî.

*

İngilizce, CLOSE: Mücadele. Netice. Son. Cem… CLOSE: Geçit. Kapı. Etrafı çevrili arazi, ihata edilmiş mekân. Avlu. Neşv-ü nüma bulunan yer. “Berzah. Hayr”… WATER: Su, deniz, göl, nehir, su birikintisi, elmasın parlaklığı ve şeffaflığı, hare, kumaşın kalitesi, mükemmellik, karşılığı olmadan ilâve edilen sermaye. “Esîr tabakasının su-varî, su gibi, suyu andırır niteliği, lâtifliği, dalgalılığı, bunun yanında vakt ve ibda’ hatırlanmalı; elbette Hakîm.”… WATER CLOSED: Helâ. Hayâlî. “Dünya. Hücre. Şahsî. İndî. Mahrem”.

*

DEFİLE-Kıyafetlerin mankenlerle sergilenmesi. “Mânâda, varlığın bürüneceği sıfatlar”: 124: ADN-Vatan tutmak, mukim olmak. Cennet’te, üstünlere mahsus ve Allah’ın Cemâli’nin perdesiz görüneceği en üstün makam. “Arş’ta, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği yer. Berzahta HAKK katı”… İCAN-Boyun. “Can. Gizlinin gizlisi. Mürşid”: 124: DU’MA-Ulu yol. “Tasavvuf”… MUÎD-Allah’ın, “öldürücü ve diriltici” mânâsına gelen 99 güzel isminden biri. Her türlü imha ve ihyaya dairde hatırla. “Muîd, insan aksiyonu bakımından, yardımcı, dersi tekrar ettiren, geri döndürücü, bir şeye meleke kesbeden ve adet edinen, tecrübe edinen, güçlü, arslan, gazâ ve cihad eden mânâlarına gelir”: 124: SAYEBÂN-Şemsiye. Gölgelik. Büyük çadır. Koruyan, himâye eden, sahib çıkan. “Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli ettiği ARŞ makamı”.

*

TAKDİR-Kader. Kıymet vermek. Düşünmek. Farzetmek: 714: TEŞEYYÜD-Yükseltme. Sağlamlaştırma… VAHŞET-Issızlık. Vehim, ürküntü. Korku. Savunmasız kalmak, sıfırlanmak. Açlık. “Helâ”: 714: MÜRACAAT-Geri dönmek, ricâda olmak. Başvurmak. Mütalâa istemek… HALİFE-Gebe deve. Yüklü nefs. “Üstadım’ın ÇİLE şiirinden: Bir zerreciğim ki ARŞ’a gebeyim,— Dev sancılarımın budur kaynağı!”: 715= 1714: NÜSHA-Yazılı şey. Yazılı şeyden çıkan suret. “İnsan, kâinat’ın nüshasıdır”.

*

DEHİŞT-İttifak, birlik, ittihad. Bir tarzda hareket etmek. “Yevmiye: Solun kapitalizmi tenkid edişinde haklı tarafları var… Sermayenin dehhameleşmesine karşı oluşlarında…”: 714: TEŞT-Tekne, kab, çanak… TOPRAK: 714: İRTİZAK-Rızık alma, rızıklanma.

*

MÜHDA-Hediye verilmiş: 59: MEHDÎ-Hidayete vesile olan… KABUL-Avcı kemendi. Yakalayan: 59: BETATRON-Elektronları hızlandıran elektromanyetik bir âlet… KULAB-Büyük dalga: 59: CANE-Silâh… HAMİ-Himaye edici, koruyucu. Kayıran: 59: ECNAD-Askerler… İşte “hediye verilen”in hâli!

*

SİRAC: Lâmba. Işık. Fener. Mum. Kandil. Şevk veren şey. “Nur saçan” mânâsında Allah Resûlü’nün bir ismi… MÜDRİK: Aklı eren. Anlayan. Ergenlik çağına girmiş olan… Aynı ebcedte bu kelimlerle, aynı ebcedte, Mehdî Muhammed Salih İzzet Erdiş: 1263… MESABİH-Lâmbalar: 151: MEHDÎ Muhammed… AKİS-Yankı. Tersine dönen: 151: NİNAN-Balıklar. “Nefsler”… MEŞ’ALE: 445: MUHYİDDİN-İ Arabî… ÜMMEHAT-Analar. İslâmî temel eserler: 446= 1445: BAKIR Halka. “Koruyan”… ATOM-“Pire. Karınca. Bit. Zerre”: 446= 1445: TUVALET-Edebhâne… EDEB-HÂNE ile FELYESOF arasındaki alâka da göründü: FELY-Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. Bit ayıklamak. Kılıçla kesmek. Zamanın kat’ ettiği… ASUMAN-Gökyüzü: 152= 1151: NAKB-Delmek. Delik açmak. Dühul etmek.

*

AHMED-İ Farukî. “İmâm-ı Rabbanî”: 450: ABDÜLHAKÎM. “Büyük ebcedle”… DÜ-GİTİ: İki âlem. Dünya ve Berzah: 450: TAHTİM-Tamamlama. Mühürleme… MURTEZA-Beğenilmiş, seçilmiş. Rağbet edilen. “Hazret-i Ali’nin bir lâkabı”: 450: SALİH Mirzabeyoğlu… AHMER-İ Ahter: Kırmızı yıldız. “Necm-yıldız, Kur’ân. Allah Sevgilisi’nin ve hisseleri içinde mümin ve müslümanların nefsi. Kırmızı yıldız, basiret ve ferasetli insan; bir ismi de MEHDÎ olan Allah Sevgilisi, bu mânânın mutlak maliki”: 450: METOD-Usul. Kaide. Edeb. Yol. Sistem… BARAN dergisinin 267. sayısındaki ÖLÜM ODASI’nın SA’Y başlığı altında anlattıklarımın sonunda, işi ısrarla “sana kim olduğunu kesin olarak söyle derlerse ne dersin?” diyen NYMPHA-SER’e bağlayarak şöyle demiştim: İncelik idrakı ile “dır ve tır”a düşmemek için işi ısrarla fikre dökerek “evetlenemeyen”i de sen anla NYMPHA-Ser. “Evet” dememem, “hayır” demek değil. Bu türlü ucuz bekleyişler, ikna olmamanın da şartlarına sahib olmayanlara mahsus. (Dememem yerine “dememen” çıkması, mânâyı değiştirmişti, düzeltmiş oluyorum.) O bahsi yerine oturtan da, son kısmı NYMPHA-Ser bağlanmak üzere şuydu: “İMAN: 102: MUHAMMEDÎ… Şer’i hadlere riayet ve büyüklerin ayak izinde ihtimâllere bakmak üzere TEFEKKÜR, usûlünü koyduğunda, yanıldığı yerde bile imân aslına mugayir bir mânâya düşüyor değildir… Bu asıldan sonra, bir hakikate erilmesi ve isbatı hususunda örgüleşen USÛL doğru mu, inancına ve aklına kıyas et, kıymet burda. “Hanefî, Şafî” deniyor ya…

*

FİKİR Kahramanı: 706: MAHLUL-Delinmiş. Öbür tarafına işlenmiş olan şey. “Dünya ve Emr Âlemi arası”… CAZİBE-Çekici, cazibeli: 706: ŞERARE-Kıvılcım… DHKP - (Rüyâda hediye bana verildiğine ve rüyâ tâbiri yolundan kimliğimi belirttiğime göre, bu izâh buraya kadar gelen bütün “sol” tâbiri için de geçerli, bu harf terkibini de öyle alıyorum: HI harfi, “Allah’ın hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemeyeceği” âyetiyle aynı ebcedte. Allah’ın EL-HAKÎM ismi ve kalb mertebesi ŞEKİL-SURET’e işaret ediyor. Ayrıca, bu harf, “tasdik, doğrulama, kabul sözü, evet” karşılığı ve soru edatı. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin MARİFETNÂME isimli eserinde, “her emele ulaşmak” diye tâbir ediliyor. “Kendimi emellerime hep yakın HİSSETTİM!” buyuran ÜSTADIM’ı da hatırlatayım. HI harfi aslı üzerinden, gelelim DAL harfine: Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri’nin, ona bir Cuma günü havada zâhir olan bu harfi, MEHD’in dalına yorması ve bunun da İRŞAD ehli mânâsına geldiğini beyanı yanında şu izâh - “Yeryüzünün varlıklara hayat veren yer olması, –MEHD olması– neyse, BERZAH’ta böyle neşvü nüma yeridir ve bu MEHD’in DAL’ı da ondan sadır olmuş İRŞAD içindir!”… KAF harfi, “ufuk” ve “efsanevî bir dağ” mânâları ile beraber, KAFÎ - “Birine uyup peşinden giden, tâbi” mânâsına da gelir. KAF Sûresi’nin bir isminin de BASİKAT-“İçi su dolu kuyu” olduğu. BASİKA-Dirsek içinde bulunan üç damardan biri… P-B: Allah’ın EL-LÂTİF ismine ve cinler “gizlilikler” mertebesine işaret eder.): 706: İKTİDAR-Güç. Takat. Kudret. Yapabilme. (Aynı ebcedle, HALKA denilen YUVARLAK mânâsındaki HAVK kelimesi. İhate edici mânâsı, hatırda.)… DHKP-C: 709: MÜSTERAH-Helâ. Edebhâne.

 

“BEN”

 

LEVHA: 3 Temmuz 1986… Sanki lûgat mânâsıyla “Ben”… Gördüğüm yazı: “Ben. Hazır. Ol”… BEN ile OL arasındaki münasebeti değişik buluyorum!

*

BEN: Şuur sahibi olan insanı, öbür insanlardan ve varlıklardan ayıran, şahsiyetini yapan unsur. (BENAN: Parmaklar… Kırgızca’da bir soydan türeyen boylara, ayrıldığından ayrı bir şahsiyet belirtmesi bakımından “değişme” mânâsına “yoz” denmesi gibi, parmaklar elin yozları. BEN ile BENAN, bana tek bir nefsten türeyen BEN sahiblerini hatırlattı. “Kişi kendini bulamaz ki BEN desin!”; Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin bu sözü, MUTLAK VARLIK’a nisbetle arızî bir varlık olan İNSAN sözkonusu olduğunda, büyük Veli idrakında bizdeki “yoz” kelimesinin “değersiz” mânâsını gösteriyor… MELEKUT - ARŞ: Allah’ın, her varlıkta ona mahsus müessiriyeti. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye mahsus ruhu, canı, hakikati. Bir şeyin içyüzü… EHADİYET: Allah’ın her şeyde ona mahsus birlik tecellisi… BERZAH - Ruh âlemi’nin, Allah’ın Zât Âlemi ve Dünya arasında, nereden bakılırsa ona âit görünüşü, İNSAN’ın BERZAH’a ircaında, “ben-sen”den tecrididir. “Mevzuunu bulamaz ki ben desin!”; gören Allah, göreni gördüren Allah, görünen Allah… TEFEKKÜR buudunda “ben”: Onu, vücudumda bir EMREDEN varlık olarak yaşarım. Emreden varlık, Allah’ın emri olan ruh’tur ve emr eden - fâil hâli, ruhîliktir; beni vücudumda ruhîlik olarak yaşarım. Şöyle de diyebiliriz: BEN, ruhîlik olarak yaşanandır.): 53.

AHMED: Daha çok hamdeden. Çok övülmeye ve hamdedilmeye lâyık. Çok sevilen. Allah Resûlü’nün bir ismi: 53.

MEHDÎ Salih Mirzabeyoğlu: 2052= 1053.

HAMİD: Çok hamdeden. ARŞ ehli arasında Allah Sevgilisi’nin ismi: 53.

CİNN: Cin, gizli. “Bedenin kendine âit bâtını”: 53.

İNA: Kab, çanak. Bir şeyin vaktinin gelip çatması: 53.

*

HAZIR: Huzurda olan, gözönünde olan. Amade. (Türkmence, TAYYAR - Hazır. “Tayyar: Deniz dalgası. Uçan. Uçma kabiliyetinde olan”: 612: DERVİŞ Muhammed.): 1008= 9.

İBDA’: İzhar etmek. Bir yerden diğer bir yere çıkmak. Yaratmak. Numunesiz birşey yapmak: 9.

DÂD: Adâlet. Hak, doğruluk. İnsaf. Vergi, ihsan, atiyye, hediye. Ömür. Çile: 9.

CEVV: Yer ile gök arası. Gök boşluğu. Fezâ. Ev içi, oda içi: 9.

ZAG: Karga ve kuzgun. “Renklerinden dolayı Kur’ân’da mecazen ULULUK diye geçmiştir”. (KISAKÜREK: 441: KERAKER-Kuzgun. Karga… Aynı ebcedle Salih Mirzabeyoğlu.): 1008= 9.

*

OL: Olmak fiilinden ve olmak sıfatından, bu şekilde emir de. “O” manasına “Ol”. (KÜN-OL emri: 70: AYN harfinin ebced değeri… Aynı ebced değerinde Büyük Doğu-İBDA): 37.

EVVEL: İlk önce: 37.

HİÇAHİÇ: Hiçliğin de olmadığı hiçlik. Yok. Bomboş: 37.

*

BEN-HAZIR-OL: 99.

ASVEB: En doğru ve iyisi: 99.

NÜCUM: Tulu’ etmek, doğmak. Görünmek, zâhir olmak: 99.

AZMAN: Çok iri olmak. Melez: 99.

SABAE: Bir dinden başka bir dine geçmek. “Bir hâlden diğer hâle intikal etmek”: 99.

İDİYYE: Bayramlık. Divan edebiyatı şâirlerinin bayram dolayısıyla büyüklere yazdıkları medhiyye: 99.

CÜLUS: Oturma. Oturuş. Padişahın tahta oturması: 99.

ÜSLÛB: Tarz, yol. Biçim. İfâde tarzı. Metod: 99.                                                         



Baran Dergisi 270. Sayı