Tam bir sarhoş keyfi cıvıklığı içinde, 35-40 yaşlarındaki Kenan’ın artık iyice sivilleşmiş vıcık vıcık, dili dolaşık sesi:
— “İyi oldu bee! Bu akşam güzel güzel şarabımızı içelim!”
— “Ağabey, sen içeride biraz demlendin galiba!”
— “Biraz cilâladım kafayı ama, daha sarhoş değilim! Uzat bana şunu!”
Gece, Cezaevi projektörünün benim havalandırmayı ölü sarıyla aydınlatması; loşluk. Ben tesbihata devamla, kim bilir arkadaşlar ne havada, havalandırmada çilemi turluyorum. Yan havalandırmadan, sanki orası deniz kenarı, kıyıyı hafif hafif döven dalga sesi geliyor. Sonra Kenan’ın, orada çöken birinin yanına gelmesi. Belli ki oyun. Zaten yanına geldiği de, deniz kenarı zannedecek hâlde olmadığımı biliyor ki, ona “sen içeride biraz demlendin galiba!” dedi. Şu gerçek, bu oyun, “siğil-uyarıcı işaret” de oyunu bildiren oyun. RİT.
Belki dikkatinizi çekti: Hem deniz kenarı olmadığını biliyorum, yâni hipnozda değilim, hem de deniz kenarı zannettirmelerini salaklık olarak yormuyorum. Bana kala kala “Cin” olmalarının tahayyülü kalıyor. Aynı ânda, iki ayrı mekân, yâni yan havalandırma ve deniz kenarı bir arada, bende çelişki duygusunu uyandırmıyor. Bahsettiğim koğuş, –bileklerimi kestiğim, kendimi astığım, daha sonra Akıl Hastanesi’ne bu hastahanelik iş(!) diye postalanmam, dönüşte ikamet ettiğim koğuş–, yâni “sarhoşlar”ın koğuşunun, bana zannettirildiği gibi olmadığını görünce çok şaşırmıştım. Üst kat merdivenlerinin bitiminde veya arasında, bir tahta kapıyla birbirinden ayrılan iki oda. Giriş çıkışa nisbetle bu tahta kapının sesi. Benim banyo tuvalet ve lavabonun bulunduğu kısımda, bilhassa lavaboda abdest alırken, duvarın hep aynı yerinden bana sataşan ses; o sesi, bir ihtimâl, yan koğuşta bana mahsus bir yuvadan veriliyor, öyle değilse “cindir!” diye addetmem vesaire. O koğuşa dair anlatacaklarım bitmedi. Burada kısaca temas etmemin sebebi, gerçek veya zannettirme oyunlarına uygun olarak tertib edilmiş bir mekân intibâına sahib olmam idi. Bu deniz kenarı hikâyesinde de, tahta kapının açılıp sanki koğuş dışından geliniyormuş gibi tuhaflıklar, gayet normal göründü: Dediğim gibi, gerçek, hayâl, hayâl dediğim deniz kenarı da gerçek, bir kaos. Bir ayağım hep cinlerin, cinliklerin dünyasında. Kirli mavi dalgalar, Sarayburnu gibi bir yerde kayaları dövüyor, orada Kenan ve yeni gelen. NYMPHALAR, “hani gece idi?” diyor. Bu kadar çelişkinin olağanlaştığı bir zihinde, bir akşamüstü ile gece yarısı çelişkisinin lâfı mı olur? Hem bu gafiller dikkat etmiyorlar ki, ben işin aslını vermek üzere anlattığım hâdiselerde, sırf bu kasıtlı lâflara, yâni geçmişi anlatırken insanın isteyerek olmasa da onu değiştirdiği beylik teşhisine muhatab olmamak için, pek teferruata girmiyorum. Hani bulunduğum mekânın nazikliğinin de rolü yok değil ama, heves duymuyorum... Bir şeye daha dikkat çekeyim: Elektromanyetik dalgalar, betatron, frekans oyunları vesaire tâbirlerini de daha az kullanarak bir anlatma içindeyim.
Sakin bir gece idi, umulmadık bir şekilde bozuldu. Tehlike beklentisi içinde olunan ıssız sessiz bir ormanda, hele gece vakti, her çıtırtının korku ve endişeye sebeb olması neyse, sakinlik de olsa
hakim duygu endişe ve korku iken, o gece ben bıkkında ne endişe ne korku vardı; beklenti bâki. Deniz kenarındaki sarhoşlar hafif hüznümü fazla dalgalandırmadılar. Hâlimde fazla bir değişiklik olmaksızın, bekleme sızısı da bitmiş turlarken, kafam ister istemez onlara yuvalanıyor; istedikleri zanna girdim. Ne tuhaf! Elbette havalandırmadayım ama, onların kayalara oturmuş ve yakın mesafede bana da lâf çarptıran muhabbetleri, sarhoşlukları, hayâlin gerçeğe doğru mayalanması diyesim, beni de o ortamın bir unsuru kıldı. Arada var olan duvara rağmen, sanki ben de onların az ilerisinde, deniz kıyısındayım ama, şuurum yerinde havalandırmadayım. Bu işi cinlerin yaptığını sanıyorum. O zamanlar, binbir işkencesini yaşamama rağmen, frekans oyunlarıyla duygu temini, düşünce ve suret ilka ve transferi diye birşey bilmiyorum; ve bu yüzden alabildiğine abartılı şokları, benden menkul bilerek yaşıyorum ki, asıl oyun bu.
Evet; şuurum yerindeydi. Genel olarak bilebildiğim Telegram ve Telegramcılarla cinlerin korkuya kondukları düşüncesiyle, zaman zaman aradaki duvarı hissetme ihtiyacını duyuyorum... Ve klâsik: Duvar dibinden gelen görünmezlerin sesi; sarhoşlar... İşi oluruna bıraktığımı onlara da göstermem gerek:
— “S...tir olun gidin, başka yerde için!”
Bunu, kaya üstündekilere söylüyorum. Anlattıklarım size bir KAOS olarak görünüyor değil mi? Zaten öyle!
Şu denizden gelen dalga sesi... Cin ve frekans oyunları meselesi bir yana, kaba bir telkinle gerçekleştirilmiş olamaz mı? Küçük alıcı-vericiler, cep telefonu vesaire gibi bir şeyle, deniz kenarından aktarılan sesler, yan havalandırmada bulunan oyun kurucu gerçek seslerle beslenerek, tam da “sakalan-insan ve cinler” tâbirinin karikatürü bir oluşum? Doğrusunu söylemek gerekirse, bu alıcı-verici âlet meselesi, o zaman muhtelif yerlerde ve muhtelif suretlerde, bazen başka şeyleri de bu zannettirerek kullanıldı; velâkin sözkonusu hâdisede hiç aklıma gelmedi. Sonradan da. Sonradan, sanki kaydedilmiş bir ses kullanılmış olabilir diye düşündüm.

*

Şarab: 503.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1503.
Şecere: Ağaç. Kütük. Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel. Hazret-i Meryem’in hâmile iken dayandığı ağacın ismi: 503.
Başir: Müjde veren: 503.
Bariş: Yağmur. Sağanak: 503.
Tedmin: İhata edip toplamak. Lâzım olmak: 504= 1503.
İclet: Dişi buzağı. Sığır yavrusu. (Levha: 27 Nisan 1989... Rahmetli Said-i Nursî Hazretleri’ne âit, 12 sığır yavrusu ile ilgili bir yazı sözkonusu... 12 sığır yavrusunun mucize beyanı olması. – SİN HARFİ: Arabça alfabede 12. harftir. Ebced değeri 60’tır. Gelecek zaman yapımında kullanılır. Farsça alfabenin 15. harfidir.): 503.

SÎN - SAHİL - AYNA

Levha: 8 Mart 1987... Üstadım’ın bir dergi sayfasında Çin ile ilgili bir yazısı... Dikkat edince o derginin Büyük Doğu olduğunu görüyorum... Gayet net okuyorum ve mütalâada bulunuyorum... Adını unuttuğum bir Batılı fikir adamının Çin hakkında hükmü ve onu tasvib eden birinin sürekli onu kullanması ve geliştirmesi sözkonusu ediliyor... “Çin’in nüfusunun artması ve nesilden nesile geçmesi, ....’nin onun bu fikrini sürekli işlemesi bir yana...” diyen bir yazı... Ve imân bahsinde gayet net ve düzgün okuyup mütalâa ettiğim devamında, “her türlü fikrî yaklaşımdan önce ve her mevzuu her alanda mütalâa ederken görünen imân ne güzel!” deniyor.

*

Sîn: Çin. (Sin: Bir harf. Sual kelimesinin kısaltılmışı. İnsan.): 150.
Mehdî Muhammed: 151= 1150.
Ayine-i mücellâ: Parlak ayna. (Hazret-i Ali buyuruyor: “Zaman, ibret aynasıdır!”... Aynanın sırrı ve cilâsı insan... Ayine-dar: Ayna tutan: 281: Rakis-kılavuz: “Naka-i Salih”: Kenehver-büyük beyaz bulut: Kamkam-büyük deniz... KADIN isimli şiirimden: Püskül püskül çözülmüş ne dağınık düşüncen — Bir suret binbir mânâ peşinde sabahladın — Odur seni cezbeden astarından yüzünden — Endâm bürünmüş zaman ayna tutan bir kadın.): 150.
Sif: Sahil. (Sahil: Deniz kenarı... Sahil: At kişnemesi... Hayl: At. At sürüsü. Atlı sürüsü. Düşünmek... Hayl: Havl. Kuvvet... Hayle: Zann. Sanma... Hayla’: Cin taifesinden bir nesne. (Gizli şey.) Sırtlan. Korku... Kasah: Sırtlan: 169: Kust: Rahman Sûresi, 19.-20. âyetleri... Hayyale: Fikir sahibleri.): 150.

*

Kelhebe: Beyaz bulut. (Kenehver: Büyük beyaz bulut): 142. Men ene?: Ben kimim?: 142.
Mehdî. (Büyük ebcedle): 142.
Baykal: Asya Türk ülkelerinde bulunan yaban kısrağı: 142. Asib: Dağ, cebel: 142.
Ünafî: Büyük burunlu kimse. (Enf: Burun. Koku alma uzvu. Bir şeyin ucu veya evveli veya en şiddetlisi. Bir şeyin sivri yeri. Bir şeyin en şerefli olan yeri. Karanın denize en yakın ucu. Dağın zirvesi.): 142.

*

Nesl: Nesil. Soysop. Şecer: 140.
Nass: Kat’ilik, kesinlik, açıklık. Tevile ihtimâli olmayan söz veya delil. Kur’ân âyetleri: 140. İsa: Ruhullah ünvanlı babasız Peygamber. Hazret-i Meryem’de tecelli eden mucize, O’nun yönünden keramet: 140.
İlm: İlim. Dil-mucize, keramet: 140.
İlkah: Döllenmek. Döllemek: 140.

MECAZ

“Mecaz hakikate köprüdür!” buyuruyor İmam-ı Rabbanî Hazretleri. Ruhun nefs-bedende tecellisi ile oluşan şuurumuz neyse, hakikat ile gerçek arasında köprü-berzah olan mecaz da o. Mecaz, lûgatta, “bir şeyi benzeriyle anlatma” sanatıdır; hakiki mânâsı ile değil de, ona benzer başka bir mânâ ile konuşmak, istenilene benzer bir mânâ ifâdesi... Ruhî kendinden geçme-sekr hâline, sevince, şarap ve afyon sarhoşluğunun teşbih edilmesi gibi. Burada şarab ruhtur, sarhoşluk da ruhîlik ve hâl. Varlık ve bilgi nesnesi ile, bunlar hangi mevzuya dair ise, bunlarla benzer addedilen gerçek ve bilgi nesnesi arasında bulunan mecaz, köprü-berzah rolüyle, bahsi edilen hakikate benzerlik keyfiyeti ölçüsünde, benzer addedilenin aslî hakikatini de kendinde göstericidir. Mecaz, aklı aşanda veya akıl yürütme kuralı mantıkta oyalanmaksızın “espri-ruhî” olanı bulanda vücut bulur. Bu hiza içinde RİT bahsi de hatırlanmalı.
Bizim bu hususa el atma sebebimize gelince: AKŞAMCILAR başlığımızın, “içki içenler” niyetine kullanıldığı belli - meşhur ve malûm bir mecaz. Anlattığım hâdiseye gelince; gerçek, hayâl, ikisinin birbirine girmişi, bir taraftan şuurluyum, bir taraftan aslı tam söylediğim gibi olmasına rağmen şuursuzmuşum zannedilebilecek anlattıklarım. BOLU’da, tasavvufta bahsi geçen “oturanı yürüyen, yürüyeni oturan görmek” tâbirindeki mecaz bir yana, basbayağı bir şekilde kendimi oturan (oturuyordum), içimi atılan gördüm; ikiliki ayrı ayrı, aynı ânda duyan. Atılan, hayâl değil, bir ânlık tuhaf bir kopuştu. Bunun benzeri, oturduğumuz yerde malûm hayâl kurmadır; ama o, bu değil. TELEGRAM cihazı altında, hayâlden daha diri, sözkonusu ikilik- çokluk yapılabiliyor; bir taraftan bedene tesir, bir taraftan bu hazırlanmışa dair telkin ve suret sevkiyle, oturduğunuz yerde aslî hâlinize aykırı bölünme. Meselâ şu ânda okuduğunuz yazıyı yazarken, bir taraftan da feci küfürler ettiren telkin ve hayâllerin beynime postalanması şartlarındayım. Artık yüzgöz olduk: Meselâ frekans oyunları ile zihin ve vücudumu korkuyormuşum hissini telkine hazırlarlarken, ben ruhen kayıtsız kalabiliyorum. Bahsettiğim tabiî ikilik, bu da değil. Doğrusunu söylemek gerekirse, AKŞAMCILAR başlığı altında anlattığım ve benzeri hâdiseler, bir rüyâyı görmekle anlatmak arasında tamı tamına uygunluğun imkânsızlığını andıran bir nitelik belirtiyor; bu yüzden, bahsini ettiğim ikilik, sadece hissettirmeye dair. Hiç de sarsıcı ve olağanüstü olmayan bir tabiîlikte yaşadığım gebertici gerçeklerin söylenebilecek en net ifâdesi, herhâlde “yaşamayan anlamaz” demekten ibaret; ama ha gayret. Olağanüstüler, hiç olmazsa olağan dışıya bakış bakımından daha kolay ifâde edilebiliyor... Bu kadar lâfla muradımı ifâdeye geçişe hiç lüzum yoktu; ama doğrusu hikmet dolu. TİLKİ GÜNLÜĞÜ’nde, gerçek veya gerçek niyetli hâdiseler “Düşvarî” başlığı altında veriliyor ya; hani dünyadaki suretler, rüyâ suretleri neviinden ve bu yüzden tâbir ve tevile muhtaç ya. Anlattığım hâdise ne ve nasıl olursa olsun, bu gözle tâbir ve tevil edildi. Hayra tebdil edildi.

*

Mecaz: 51.
Müceddid: Yenileyen, yenileyici. Peygamber varisi olan zât: 51. Hecmec: Koç: 51.

KOÇ - (KURBANI HATIRLA)

Fürfür: Semiz, besili koç: 566.
Seyyid Abdülhakîm Arvasî: 566.
TAHT - Rahman Sûresi 19. ve 20. âyetler: (Taht: Hükümdarların, hüküm koyanların, hüküm sahiblerinin makamı... Abdülhakîm Koltuğu bahsini hatırlayınız... Ve, B.D-İBDA: 15: Davud bahsini.): 4566.
Teşhis - Rahman Sûresi 19. ve 20. âyetler: (Teşhis: Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Fikir. Seçme, ayırma, tanıma. Eşyaya şahsiyet verme: 1400: Nişân-yüzdeki ben. Alâmet. İşaret): 4566. Âyet - Mehdî Muhammed. (1 ekleyerek): (Ayet: Mucize. İbret. İşaret. Alâmet. Şahıs. Kastetmek. Yönelmek): 566.
İrfan - Rahman Sûresi 19. ve 20. âyetler: (İrfan: Bilgi. Bilme. Bilmeyi bilicilik. Mücazat. Kâinatın sırlarını bilme gücü. KÜLTÜR. Tasavvuf... KÜLTÜR DAVAMIZ isimli eserimi hatırlayınız.): 3566.
Tanzim - Rahman Sûresi 19. ve 20. âyetler: (Tanzim: Sıraya koymak. Sıralamak. Düzenlemek. Islah etmek. Manzum veya mensur olarak yazmak.): 4566.
Keşşaf - Rahman Sûresi 19. ve 20. âyetler: 4566.
Vesatet - NİL: (Nil: Mısır’ın hayat kaynağı olan nehrin ismi. İngilizce’de “sıfır” demek... Sıfır: Eski harflerde, Allah ismine işaret nefes harfi “he”nin, tevafuk ettiği 5 sayısının, eski sayı işaretinin “0” oluşu ve 10 sayısının da “nokta” ile gösterilişi hatırlanmalı. “He” harfinin mertebesi “Levh-i Mahfuz” ve Allah’ın EL-BAİS ismi ile taalluku var. Bais: Gönderen. Sebeb olan, icab ettiren. Yeniden yaratan. Ölüleri yeniden dirilten. Peygamber gönderen... Nokta, topyekün suretin kendinde tükendiği, 0 ise arkasına gelen sayılar boyu onu çoğaltan; bâtın ve zahire remz... Vesatat: Vasıta olma, araya girme, aracılık... Mecaz ve Berzah ile ilgilerine dikkat.): 566.
Mehdî - NİL - Necib Fazıl Kısakürek: (Nil: 90: Malik): 1566.
Tahliz - Necib Fazıl Kısakürek: (Tahliz: Bir kimsenin koluna bilezik takmak, kulağına küpe takmak: 149: Havleka - Lâ hâvle çekmek.): 566.
Mecnun - Necib Fazıl Kısakürek: (Mecnun: Aşık. Çılgın. Deli: 149: Ud-u Hindî, KUST otu: Müdehmes - gizli, saklı, SIR): 566.
İcma’ - Salih Mirzabeyoğlu: (Cem’: İkiden çok olan şeyler. Toplama. Farklı şeyleri bir araya getirme. Tasavvufta, bütün eşyayı Allah ile görerek, Lâ havle sırrına erme, Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi görmeme, doğrudan Allah’tan bilme: 113= 1112: Hilâfet... İcma’: Toplamak. Hazırlamak. Azm ve kasteylemek. Topluluk. Fikir birliği: 115: Sümmeha - yer ile gök arası, her tarafa dağılıp gitmek, her yerde olmak: Mu’cib - taaccübe, hayrete düşüren... “Allah’ın halifesi olma”, başta Peygamberler, velilere mahsus. Bu mânâda Hilâfet: 112: Vahşur - peygamber, nebi... Peygamberlik, doğrudan doğruya Allah’ın ihsanı olarak, çalışmakla kazanılan değil, Allah’ın VAHHAB isminden gelen, ezelden böyle takdir edilmiş zâtlara mahsus. Hilâfet, kâmil mânâ ile, DAVUD Aleyhisselâm’da tecelli ediliyor. Bu HÜKÜM halifeliğidir. Allah Sevgilisi’nden sonra Peygamberlik yok, sadece o nura veraset var. Buyuran O: “Ümmetimin âlimleri, Ben-i İsrail Peygamberleri gibidir!”... Yâni, müstakil bir kitab getirmeksizin, tâbi olduğu ile HÜKMEDEN. Burada HÜKÜM, doğrudan Allah’tan alınan VEHBÎ niteliktedir. VAHHAB hikmetine dikkat çekmek bakımından, Allah Sevgilisi doğrudan doğruya kendisi
HALİFE nasbetmemiştir. Üstadım’ın, SU isimli Noktalamaları’ndan biri: “Su bir şekil üstü ruh, kalıplarda gizlenen; — Yerde kire battı mı, bulutta temizlenen”... Farsça’da, Allah’ın RAHMET sıfatıyla da andığımız yağmur, PÎÇ kelimesinin karşılığı, mânâsıdır; oluşu “karışık bir dava”, hiç- a-hiç’ten, yoktan, Allah’ın bir mevhibesi eseri. Peygamberler ve HÜKÜM Halifeleri de, Allah’ın kullarına RAHMETİ’ndendir; bu hikmete işaret için Allah, şükrü Davud Aleyhisselâm’dan değil, ümmetinden istedi. PÎÇ-yağmur: 15: B.D-İBDA: Davud... Hatırlayınız: Milt, “nesebi bilinmeyen, karışık, dolaşık.” Miltat: Beyne erişen baş yarası. DENİZ KENARI. Sahil. Kişneyen at. FİKİR ADAMI. KUSTO.): 566.

*

İbrahim Aleyhisselâm, oğlu İshak Aleyhisselâma, “ben rüyâmda seni kestiğimi gördüm!” dedi. Rüyâ âlemi, hayat karşılığıdır. İbrahim Aleyhisselâm rüyâsını yormadı. Halbuki uykuda oğlu kılığında görünen KOÇ idi. Allah O’na, VEHMİ’nden dolayı büyük koçu İHSAN etti ki, bu Allah katında O’nun rüyâsının yorumudur.


Baran Dergisi 217. Sayı