UYGURCA’nın ve UYGUR kültürünün İslâm Dünyasında yayılması, büyük MOĞOL İmparatorluğu ve Anadolu’ya gelen UYGURLAR sayesinde olmuştur… Moğol İmparatorluğu’nda Kaanların emir ve fermanlarını yazmak için, Farsça, Uygurca, Çince, Tibetçe, Tankutça vesair dilleri bilen kâtiblerin bulunduğu… Selçuklular’ın UYGUR yazısına yabancı olmadıkları… Bununla beraber, bu yazıyı pek az bildikleri, Anadolu’ya yerleşene kadar ekseriyetle göçebe olarak bir asra yakın İslâm ülkelerinde yaşamaları dolayısiyle ve İslâm’ı kabul ettikleri için, Arabça ve Farsça bir kültür dili olarak rengini vermiş, Uygur yazısını bırakmışlardır. Nasıl ki Şamanî kavimler Mani ve Hristiyan dinlerini (Peçenekler gibi) kabul ederken ORHUN alfabesini terketmişler ise… Bilinebilen bir zamandan başlayarak sürekli dallara ve kollara ayrılan, bunlar arasında hâkim olan veya olanların ismiyle anılan, bu tesbitle birlikte, bulunan yeni kültür ve temsilcisi kavimlerle, o tesbitlerin de niteliği hakkında değişen kanaatler; tarih mevzuundan bahsediyorum… Mekân tâyini ile toparlamak isterken ayrı veya ayrışmış dil, dil birliği, derken ayrı veya ayrışmış-kavimleşmiş görüntüler… İnsanoğlu’nun birliği Adem ve Havva’dan başladığına göre, sair başlangıçlar kendilerini kendilerinden olmayanlardan ayıran özellikleriyle bir bedahet ifâde eder; aile boy, soy… Aileden boy derken, bakıyorsun boylara soy… “İnsan bu, su misâli kıvrım kıvrım akar ya!”… Bu samimi ifâdemin, tarihçilere de tercüman olduğunu sanıyorum. Meselâ, “Selçuklular ve Türkler” sonra “Selçuklu Türkleri”, derken “Türklerle savaşan düşmanları”, bakıyorsun o da “Türk” ismiyle başka bir yerde… “Türk kelimesi Tarîk’ten gelme”; tarîk de Arabça… Bunun yanında Arablar’ın –ki onlar da coğrafya farkı ve temasta oldukları dillere nazaran çeşitli–, kendi dışındaki kavimlere ACEM demesi ve bunun FARS-İRAN’a oturması, her ismin sanki ayrı ayrı yerlerde devletleşebilmesinden dolayı, giderek işin daha da çorba olması… AMA, çorba da olmuyor ve ana rahminden tutun da ihtiyar çağına kadar değişen bütün uzuvların macerası gibi bir topluluk ve ayrılıkları içinde mustakillikler. AĞAÇ misâli daha güzel: Çekirdekten başlayarak, nihayet hep yeniyi doğuran bir ayrışma ve birlik… KÜRDE: Sürülmemiş toprak… Böyle bir mekânda, göçebe yaşayanlar bunu bir isim mi algılar? Uydurma birlik veya ayrılık edebiyatına katık olsun diye söylemiyorum… MALAZ: Sürülmemiş toprak… Hani MALAZGİRT… Ne dersiniz? Aile bir bedahet, aileden çıkan kollar ve akrabalık da, derken aileler arası hısımlıklar da, aynı aşiret, aynı köy, aynı bölge(?) içinde olanların topluluğu da, şehirler ve bölgeler de, ülke sınırları addettiğin de, dil de… Bütün bunları ANADOLU ve ANADOLUCULUK gayesi etrafında hâkim bir İSLÂMÎ renk düşüncesinin temin edici unsurları olarak belirtirken, kestirme bir ilgi hâlinde ŞAMANLIK’la İSLÂM Tasavvufu arasında sanki bir geçiş ve tekâmül farkından başka birşey yokmuş sananlara cevab vermenin güyâ “özünden ayrılma” işi sanılmaması için de söylemiş oluyorum… ALT başlığı ZİHİN KONTROLÜ olan TELEGRAM isimli eserimden: “ŞAMANİZM, tabiatüstü varlıklarla ilişki kurabilme istidadına ve hastalıkları iyileştirebilme gücüne sahib olduklarına inanılan din adamları çevresinde oluşmuş bir inanç sistemidir. Şamanlık, Asya’da bulunan kavimler arasında yaygın olmakla beraber, aynı temele sahib inançlara Kuzey ve Güney Amerika’da, Afrika’da, Avustralya’da ve Hindistan’ın bazı kavimlerinde rastlanmaktadır. ŞAMAN kelimesi, URAL-ALTAY dili olan TUNGUZCA’dan gelmedir. Orta Asya topluluklarında KAM kelimesi kullanılmıştır!”… Okudum: “Alparslan, 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’nde hazırlanırken, ŞAMAN âdetlerine uygun olarak atının kuyruğunu topuz yaptı!”… Buna ŞAMAN âdeti densin denmesin, genel örf ve âdet cümlesinden olarak İSLÂMÎ Ölçüleri inciten bir tarafı yoktur; tâ ki bir bâtıl itikad belirtmeye, niyet belirtmeye… Bir pehlivanın çayırda PEŞREV yapması gibi… ALP-EREN tâbir ve ünvanının, ALP, bunun da dağ ismi ilgisinden Şamanî bir kokuyla “kahraman, yiğit” diye bir ünvan olarak kullanılırken, İSLÂMÎ bir hüviyet içindeki ANADOLU Selçukluları’nda muhafazası, GAZİ ünvanı ile birlik, ALP-EREN olmuştur… EREN tâbirinin “derviş, veli” mânâsı, biraz ALP Dervişleri gibi bir mânâyı hatırlatıyorsa da, yine ALP Erleri’ni, ikisi ortasını ifâde eder bir ünvandır. LUGÂT’ta “erler” mânâsına EREN kelimesine rastlamadım. Yukarıda dil ve kültür bahsinde biraz lâf ettiğim için, SELÇUKLU’ya ER’AN kelimesini yakıştırdım ve EREN-ERLER karşılığı çıktı ve dolayısıyla EREN’in “derviş” anlamıyla birlikte yakışıklılığı… ER’AN: Leşker-asker. Deli, çılgın… ALP-ER’AN: Alp Askerleri… ALP: ALB-Yiğit, kahraman, bahadır. Eser… GAZİ ALP-EREN… “Anadolu Selçuklu Sultanı’na HALİFE’nin gönderdiği mektublarında da kullanılan unvan böyledir!”… OSMANLI’nın YENİ-ÇERİ ismiyle ordu ihdasında, tuğrasında “Devlet-i Aliyye-i Ebed Müddet” yazılı ORHAN Gazi’nin HACI Bektaş Veli karşısına çıkışını ve onun kendisine takdim edilen birkaç YENİ-ÇERİ’nin şahsında bütün orduya dua edişini hatırlayınız.

*

ALP-EREN: 285.
FİHR: Taş. Allah Sevgilisi’nin içinden çıktığı KUREYŞ topluluğunun ceddi, O’nun neslinden geldiği: 285.
Gerdune: Zâtıyla hareketli: 285.
Naka-i Salih: 286= 1285.

*

ALP-ER’AN: 321.
Kurtubî: “Allah’ın çekilmiş kılıcı” ünvanlı Hâlid Bin Velid Hazretleri’nin kılıcı: 321.

*

GAZİ Alp-eren: (Annemle ilgili bir rüyâ ve “Gazi Ana öldüğü zaman…” diye, yarım kalmasın istenen bir iş hakkında gibi, yazı… GAZİ ANA: 1070: Büyük Doğu-İBDA… Aynı ebced’te olanlar… ARZ: Takdim etmek. Bir şeyi bir büyüğe takdim etmek… SUD: Rengi kara olan şeyler. Sevdalar. KUST… MÜEKKİD: Te’kid eden, sağlamlaştıran, TEKRAR eden, TENBİH eden… YASİN: “Ya Seyyid, Ya İNSAN” mânâsına gelir. Kur’ân’da bir Sûre… SEBBABE: Şehadet parmağı… NECİBE: Soyu sopu temiz. Asilzâde… SEHA’: Beyin zarı… KÜN: “Ol” mânâsına emir… DEVLET: 440… DAHM: İri, kocaman cüsseli. EBEDD. “Ebed”…): 1303.
İKRA: “Oku” diye emir. “Kiraya vermek”: 303.  
Mirzabeyoğlu: 1302= 303.
 

ALPARSLAN (ABU’L FETH)

 
Bizans’ın taht kavgaları ve Balkanlar’a göçen PEÇENEK, OĞUZ ve KUMANLAR’ın istilâları… Derken yüksek dağlar, derin vadiler, müstahkem şehir ve kalelerle dolu olan bu memleketin, açık arazi savaşına alışkın bu GÖÇEBE boylar için zorluk teşkil etmesi, BİZANS ordusunun takibine uğradıklarında, buralardan ANADOLU’ya ve sıkışınca tekrar AZERBAYCAN’a dönmeleri… SELÇUKLU ordu himayesinde olmadıkları zaman, buralarda emniyetle kalamamaları… DİKKAT: Birkaç aşiret ve boy ismiyle, ANADOLU’nun ALPARSLAN’ın buraya yerleşmesi, SELÇUKLULAR’ın burada merkezleşmesi öncesi ve sebeblerini vermeye çalışıyorum. Sadece bir tek aşiretin ne kılıklara girdiği meselesi bir yana, devam etmiş olduğu süre içinde, ailelerin yeni ailelere ayrılmama öncesi reisini ölçü alarak ŞECERE çıkarıldığını düşünün. Her aile ve ferdin bir tarihi var ve bir karınca yuvasındaki fertler gibi, aslında tek tek bildiğimiz tarihi yapan. Bunlardan hangisi ve ne zaman MİMAR olur, diğerleri ustabaşı, usta ve çeşitleri ile işçi, bilinmez-kader neyse. “Fertte toplu topluluk hakikati” vesaire gibi meseleler, bu hususları hesaba almamış değil; o mesele mahfuz. Başka kıta topluluklarının her birinde de görüldüğü-görülebildiği üzere, başka aşiret ve kabile isimlerine dönüşmüş-katılmış olanlar da onlara dahil, hepsinin o topluluğun fertlerinin şeceresi, mühim hâdiseleri vesaire, sözlü tarih olarak kişi veya kişilerde ezberdedir. Onların, her ne zamansa anlattıklarının yazıya geçmesi - yazıya geçmese de var; oldu sayısız malzeme ve vesikası olan ARŞİV. Netice olarak TARİH, mevzu ve murad olarak alınışına nisbetle, gerekli olanların temsilen seçildiği bir mahiyet belirtiyor. Bizim bağlı olduğumuz İMÂN kutbuna nisbetle görünen bir İnsan - Kâinat ve toplum meseleleri çerçevesinde bu ruhun “tahayyüz sahası” olarak ANADOLU’yu seçmesi, bunun bir hudut olmayarak Cihan-şümûl bir mânâ belirtmesi, mevzu ve muradımızı gösteriyor. TARİH hususunda burada söylenenleri de, “tarih muhasebesi”nin alfabesi diye alın; bu işin erbabları bellidir. Biz EHİLLEŞTİRME’nin murad ve mevzuundayız; işaretlediğimiz haysiyette bir ANADOLU ve ANADOLUCULUK’un. Neticeden sebebe gidiyoruz… Sanıyorum sayısız malzeme boğuntusu içinde doğru dürüst bir tarih yapılamaması, yahud da yalap şalap sıçramalarla yapılanların da “tarih ne işe yarıyor ki?” dedirtmesinin sebebine değinmiş oluyorum… NİYETİM, “Abu’l Feth” lâkablı ALPARSLAN’ın MALAZGİRT savaşına altyapı hava estirmekti, ama “seçme” belirtilmezse doğan sığlık, teferruat işaretlenmeye kalkılsa doğan karmakarışıklık yüzünden, bunları söylemeye ihtiyaç duydum… PROFESÖR Osman Turan’ın “Selçuklular Tarihi” tasnifinin muradıma uygun kısmının başlıklarını verirken, söylediklerim gözönünde tutulmalı ki, şu: DANDANAKAN ZAFERİ. (Selçuklular’ın GAZNELİLER’e karşı 1040’taki zaferi.) - Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu ve Mahiyeti - Yeni Fetihler ve Devletin Genişlemesi - Payitahtın REY’e Nakli - Selçuklu Sultanları ve ANADOLU’nun Fethi Sebebleri - Umumî Boylar Muhacereti - İlk Anadolu Gazası - Hasan Kale Zaferi - Selçuk Bizans Barış Anlaşması - TUGRUL Bey’in Merkeziyetçi Faaliyetleri - ÇAĞRI Bey ve İNANÇ Yabgu - TUGRUL Bey’in Anadolu Seferi - SELÇUKLU Sultanlığı ve İSLÂM HALİFELİĞİ - ŞİÎ Taarruzu, Tugrul Bey’in Dünya Sultanı İlân Edilmesi - Şehzâde İsyanları - BAĞDAD’ın Kurtarılışı ve KUTALMIŞ’ın İsyanı - ALPARSLAN’IN SALTANATI ve KUTALMIŞ-ALPARSLAN’a Kadar Anadolu Gazaları - ALPARSLAN’ın KAFKASYA ve ANADOLU Seferleri - Şehzâdelerin Tâyini ve TÜRKİSTAN Seferi - ANADOLU Akınlarının Genişlemesi - ALPARSLAN’ın İkinci Kafkasya Seferi - SELÇUKLU Kudretinin Yayılması - ANADOLU Gazaları ve BİZANS’ın Mukabelesi - ALPARSLAN’ın Anadolu ve SURİYE Seferi - El Basan ve YAVGULULAR Meselesi - ALPARSLAN ve BİZANS İmparatoru - MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ - ALPARSLAN’ın Türkistan Seferi ve ANADOLU’nun FETHİ EMRİ.

*

KÜRDE: Sürülmemiş toprak… MALAZ: Sürülmemiş toprak. Sular altında kalmış tarla… MALAZGİRT: 708: HURKAT-Yangın. Yanma. Yanık. “ARVASÎ. Harika”… BÜRGUS-Pire. “Fely. Şiir. Kılıç.”: 1708: TASRİH-Zâhir ve ayân kılmak… Üstadım’dan: “O gün ova ufkunda yelpaze, ateş, — Karınca yolu atlılar belirecek”… ALPARSLAN: 375: Mehdî Mirzabeyoğlu… ŞİBDİ’-Akreb. Dil. Belâ. Şiddet: 376: KARİA-Belâ ve musibetten korunmak için okunan âyet ve dualar. Allah Resûlü’nün düşman üzerine saldığı asker grubu. Pek şiddetli rüzgâr. ABU’L FETH: 528: MÜFETTİH-Fetheden, açıcı… MÜFTEH-Hazine, define: 528: GÜZARİŞ-Rüyâ tâbir etme… MEFTA-Hazine: 528: TEFAHHUM-Kömürleşme. “Siyah. Ululuk. Anlayış”… ALPARSLAN ABU’L FETH: 903: SABİT-Doğruluğu isbat edilmiş olan: BEŞARET-Müjde. Yeni çıkan acib şey.

*

BİZANS İmparatoru, ANADOLU’yu göç istilâsından kurtarmak ve başka İslâm ülkelerini istilâ, hamileri SELÇUK Devleti’ni de tahrib maksadıyla, BİZANS tarihinin en büyük ordularından birini topladı. Bu ordu, Balkan vilâyetlerinden, Bitinya, Kapadokya, Kilikya, Trabzon bölgelerinden ve Ermenilerden başka Slav, Bulgar, Alman (Got), Frank, Müslüman olmayan Gürcü - Hazar - Peçenek - Uz (Oğuz) ve Kıpçak ücretli askerlerinden meydana geliyordu. Müslüman ve Hristiyan kaynakları bu ordunun 200 ile 600 bin kişi arasında bulunduğunu söylüyor. Biraz mübalâğalı ama, mancınıkçı, çarkçı, lâğımcı, kazancı, arabacı vesair teknisyenlerinin de 100 bini bulduğunu… İmparator 13 Mart 1071’de, SELÇUK-NÂME isimli esere göre AYASOFYA’da dinî âyin ve duadan sonra yola çıkmıştır. Eskişehir’i geçip, Kızılırmak vâdisini tâkible Sivas; burada Rumlar’ın, Ermeniler tarafından zulme uğratıldıkları şikâyeti üzerine, İmparator Diogines şehri tahrib etti ve pek çok Ermeni’yi öldürdü. Prenslerini sürdü. Kumandanlardan Tarkhaniotes (Tarhan) ile Bryennios, Sivas veya Erzurum’da kalmayı, köyleri tahrib ederek Müslümanları açlığa mahkûm etmeyi teklif ettilerse de, İmparator bunu kabul etmedi; o bir ân önce İran’a gitmek ve Selçuklu Sultanı’nı ezmek istiyordu. İmparator’un hareketi üzerine, o sırada HALEP’te bulunan Alparslan, süratle Doğu Anadolu’ya döndü. (…) Alparslan İmparator’un ERZURUM’a vardığı ve ilerlediği haberini MEYYAFARİKÎN (Silvan)da almış, başta MALAZGİRT Kadısı olmak üzere o havaliden topluluklar himaye isteğini ona iletmişlerdi. MERVANÎ Emiri Nizam-üd dine âit askerler ve genel bir ifâde olarak Türkmen ve Kürd (isimleri neyse aşiret ve topluluklar) kuvvetlerinin katılımı vesaire… Neticede sayı etrafında rivayet muhtelif olsa da, ALPARSLAN Ordusu’nun BİZANS’a nisbetle yarı yarıya veya üçte bir nisbetinde bulunduğu. (…) Savaş. Bizans Ordusu’nda Oğuz ve Peçenekler’in Selçuklu tarafına iltihakı. Malûm zafer. İmparator ve maiyetinin esir oluşu. ANADOLU’da yeni bir devir.
 

DUKAK’TAN ALPARSLAN’A

 
SELÇUKLULAR, Kuzey Afrika hariç, İSLÂM dünyasına hâkim olan, İSLÂM medeniyeti ve kavimleri tarihinde yeni bir devir açan kavim ve hanedanların adıdır. Oğuzlar’ın KINIK boyundan oldukları, ALPARSLAN tarafından da beyan edilen bir husus. İki esas kola ayrılıp, 11. asırdan 14. asra kadar Türkistan, Hârizm, Horasan, Afganistan, İran, Irak, Suriye, Azerbaycan ve ANADOLU’da hüküm sürmüşlerdir. SELÇUK’un(?) oğlu MİKAİL’in neslinden gelen BÜYÜK Selçuklular ile KİRMAN ve SURİYE Selçukluları birinci kolu teşkil eder. SELÇUK’un büyük oğlu ARSLAN Yabgu’nun torunları tarafından kurulan ANADOLU Selçuklular’ı ikinci kolu… Devlet’in kuruluşundan evvel SELÇUKLULAR tâbiri, dar mânâsı ile sadece MİKAİL oğulları Tuğrul ve Çağrı Beylere mensub Türkmenlere alem olup, diğerleri bazen SELÇUK’un oğlu YUSUF Yınal’a nisbetle YINALLILAR, Arslan Yabgu’ya mensub olanlar da YABGULULAR ismiyle anılmışlardır. Daha küçük zümreler de, beyleri dolayısıyla KIZILLILAR ve YAĞMURLULAR ismini almışlardır. Çok geniş mânâsıyla da TÜRKİSTAN’dan AKDENİZ kıyılarına kadar hüküm süren bütün bu devir, SELÇUKLULAR tâbiri ve tarihi şümûlüne girer… Bu kadar uzun zaman ve bu kadar geniş bir coğrafyada hüküm sürmelerine rağmen, tarihçiler SELÇUKLULAR’ın tarihinin yeterince aydınlık anlatılamadığını söylerler-miş… SELÇUK’un babası Dukak; bu Oğuz Beyi’nin, boy Beyliği’nden fazla bir siyasî kudreti olmadığı… DEDE KORKUT’un kitabında Dukak’ın ünvanı “Demir Yaylı”nın, “Demir Yaylı Kıpçak Melik” şeklinde beş asır sonra da göçerler arasında mevcut olduğunu gösterse de, kabile teşkilâtı üstünde bir ehemmiyet kazanamadığını… “SELÇUK Oğulları’nın DUKAK’tan evveli cedleri hakkında bir bilgiye sahib değiliz!”
 

SİYASET-NÂME VE VAKAYİ’-İ KİRMAN

 
ALPARSLAN’ın veziri NİZAM-ÜL MÜLK: Dünya’nın efendisi Melik Şâh (Alparslan), Afrâsyab (Oğuz Han) neslindendir. Dindar, âlimlere saygılı, zâhidlere iyilik ve fakirlere şefkat ve halka adalet göstermek gibi dünyada kimseye nasib olmayan yüksek vasıflara sahib ve cihâna hâkimdir. Bazı HALİFELER zamanında devlet çok genişlemiş idiyse de, yine HARİCÎLER’den endişe vardı. Allah’a şükürler olsun ki, bu uğurlu zamanda böyle bir kaygı kalmamış ve kimse muhalefet düşünmez olmuştur… (Haricîler: Vaktiyle Hazret-i Ali’ye âsî olan dalâlet fırkası.)
AFDAL-ÜD-DİN KİRMANÎ: Selçuklu Padişâhları hep güzel ahlâka sahib idi. Onların bayrakları belirdikten sonra ihtiyar dünya yeniden tazelendi ve gençleşti; onların ıktaı oldu, imar edildi. Selçuklular’ın iyi idareleri sayesinde dünya nizâma girdi; İslâm sancakları kuvvet buldu. Şark ve Garb’ta câmi, medrese, ribât ve minârelerin çoğu Selçuklu Sultanları ve vezirlerin eseridir. Bu hânedanın devletleri inhitata yüz tutunca da memleketlerin mamurluğu ve halkın asayişi bozuldu.
 

ALPASLAN - ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU

 
ALPASLAN: 205.
SEFİNE: Gemi. “Deve. Nefs”. Evliya. Çeşitli mevzulara âit kitab: 205.
Kılaa: Gemi yelkeni. “Şeriat”. “Şiir idrakı”: 205.
Dur’: Doğmak, tulu’ etmek: 205.
Kasme: Yüz, çehre, vecih. TARİH. (KÖKLER’den: Arifin gözü çehrededir.): 205.
Receb: Azametli, heybetli: 205.
Cebir: Zabtetmek. Zor. Kuvvet. Bir şeyi ıslah ve tamir etmek. Cebir ilmi. Amel-iyat: 205.
Mus’a: Böğürtlen meyvesi. Bir kuş cinsi. (Musa: Kelimullah lâkablı Peygamber’in ismi.): 205.
Bergab: Suyun biriktirildiği yer. (VAKT-Suyun biriktiği yer: 506: NAKŞBEND: ERDİŞ): 205.
Mantuk: Bir lâfzın söz sahasında delâlet ettiği şey. Mânâ, mefhum: 205.
HÜRR: Arslan: 205.
NAKİME: Asıl, cevher. NEFS, kendi. Nefsi mübarek olan: 205.
SELİKA: Güzel söz söyleme ve yazma sanatı: 205.
SELİKA: Üstüne binen kişinin ayaklarını sallamasından dolayı, DEVE’nin yanlarında meydana gelen ayak izleri. Tabiat. “Huy, karakter”: 205.
Alâka: Kan pıhtısı. Bir işe sıkı sarılmak. (İKRA emriyle başlayan ALAK Sûresi hatırlanmalı. Ve nefsimizin ruh ve ilme iştiyakını gösteren dişi ruhumuzun, dişi bir arslan iştiyakıyla o avın peşine düşmesinin gerçek hürriyet oluşunu.): 205.
Duhter: Kız. “Nefs”: 1204= 205.
Gabra: Yeryüzü, arz, toprak. “Mehd”. Bir nebat çeşidi. (Gabir: İstikbâl… Gabr: Doğuda bir dağ ismi.): 205.

*

ALPASLAN - ABU’L FETH: 205+528= 733.
ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU: 1732= 733.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1733.
İnhifa: Gizlenip saklanma: 733.
“414 Şehîd”: (Nezahat Türedi Hanım’ın, HIRKA-İ TECRİT’te bulunan rüyâsı: Yanımdan geçerken bana, tebessüm ederek “414 Şehîd” diyormuş!): 733.

*

ALPASLAN: 175.
KUSTO: 175.
Fassad: KAN ALAN. Cerrah-Ameliyat yapan. “Amelî işler”: 175.
KAYTUN: Hazine. Kiler-erzak saklanan yer. Ziyafet. (Büyük Doğu-İBDA’nın, mânâda nerelerden kan aldığını ve almakta olduğunu, bulunan HAZİNE’nin çıkarılmasına dair aramanın ne demek olduğunu görüyorsunuz… ŞİİR: “Bir hazine buldum ki kazmaya yürek ister — Onu çıkarmak için bir KISA KÜREK ister!”… KUSTO: “Ben kimim?”… Üstadım’ın, önce KADIN, sonra NEFS, sonra malûm sebeblerin sıkıntısından kaçınmak için, BEKLEYEN diye ismini değiştirdiği şiirinin ilk iki mısraı, KADIN ve NEFSİN mânâda ne demek olduğu tarafımdan gösterilmiş olarak, KADER çizgisinde KISMETİ’ni avlayan ben AVCI için “Ben Kimim?” macerama uygun, NEFS’tir: “Sen kaçan ürkek bir ceylânsın dağda, — Ben peşine düşmüş bir canavarım, — İstersen bütün dünyayı çağır imdada, — Bir sen varsın dünyada, bir de ben varım!”…): 175.
 

OĞUZ HAN - AFRASİYAB

 
KIRGIZLAR vesilesiyle… OĞUZ Han’ın 6 oğlu vardı: KÜNHAN, (Kün-Han), AYHAN, YILDIZHAN, KÖKHAN, DAĞHAN, DENİZHAN… Bunların Büyük hanımlarından dünyaya gelen dörder çocukları vardı. Demek ki, Oğuz Han’ın 24 torunu… Selçuklular, bu 24 boy-yozdan, en küçüğüne bağlı… Büyük hanımlardan başka, küçük hanımlardan doğmuş çocuklar da vardı. KIRGIZLAR, bu şekilde OĞUZ Han’ın torunu oluyorlar ama, onun hangi oğlu babaları, bu tesbit edilemiyor… “OĞUZ Han’ın KIRGIZ adında bir torunu vardı, isimleri oradan gelir. Sayıları o zaman çok az idi, bundan dolayı MOĞOLLAR, TATARLAR ve diğer kabileler, hayvanlarına otlak bulmak için onların bölgelerine gelip yerleşmişlerdir. Ama KIRGIZLAR kendilerini muhafaza etmişlerdir!”… OĞUZ Han şahsiyetinin efsaneleşmesi yanında, efsanenin zamana nisbetle değişimi ve karışımı, onun kendinin ve oğullarının isim delâletinde de görüldüğü üzere, temas edilen kültürler boyu tabiî olarak çeşitlendiği… AFRASİYAB, Oğuz Han’ın FARS edebiyatında, FİRDEVSÎ’nin Şehnâme isimli eserinde, TURAN Hakanı olarak bahsedilen… TUR, Arabça’da DAĞ demek… AFRASİYAB, babası PEŞENG’in, Farslılar’dan babası FERİDUN’un öldürülüşünün intikamını almak isteğini üstlenen evlâdı: “Gölgesi birkaç kilometre öteye uzanan, dili keskin kılıç-FELY, yüreği derya gibi, eli yağmur yağdıran bulut misâli cömert!”… AFRASİYAB, İran Şâhı NEVZER’i öldürür ve memleketine 12 sene hükmeder. Husumet devamda. Meşhur Kahramanları RÜSTEM karşısında her seferinde yenilir ve kaçar… ANADOLUCULUK davası için önemli: İster cesed, ister kültür olarak bak, kurusıkı kavimcilik hiçbir şey demek değildir. KOCA Selçuklu ve KOCA Osmanlı, misâl bu ya, AFRASİYAB’ın ne değişmiş değişmemiş bir isim oluşundan yakınmış, ne de onun yenilen oluşuna bakmış, doğrudan kendine mahsus DİN ve mezhebin kültür rengini vererek edebiyatında kullanmıştır. HÂKİM bu demek… FIRKA-İ NACİYE-Doğru yol, Kurtuluş yolu, İSTİKAMET derdinde ol, insan ve toplum meseleleri hallinin niçin Büyük Doğu-İBDA anlayışıyla mümkün olduğunu, zaten dünyada bunu andırır bir örneğin bile olmadığını kavra, palavra kardeşlik ve birlik masallarından bir şey çıkmayacağını artık idrak et. Vesselâm!
 

OSMANLI TARİHİ’NDEN

 
DÜŞVARÎ: Sultan İbrahim, 1640-1648 yılları arasında Osmanlı Tahtı’nda kalmış, 21. Padişah. “Deli İbrahim” diye anılmasının sebebi, 20. yüzyıl tarihçilerinin biraz da Osmanlı’yı karalama niyetiyle; tarihçi YILMAZ Öztuna’dan, onun ölüm korkusu içinde geçen senelerden sonra tahta çıkışı, bu yüzden bir takım taşkınlıkları olsa da, bunun delilikle bir ilgisi bulunmadığını öğreniyoruz!

*

SULTAN İbrahim Han: (İbrahim Han, babası SULTAN Ahmed’in ölümünde 2 yaşında; kardeşler arası saltanat çekişmeleri ve hâkim olanların diğerlerini öldürmeleri ortamında, ağabeyi SULTAN Murad’tan sonra bu endişeler içinde yetişmiş olarak TAHTA geçti. Üstelik, hayatta bulunan tek varis sıfatıyla. Dördüncü Murad gibi zalim, Birinci Mustafa gibi basiretsiz değildi. Şahsına münhasır sefahatinin, Devlet işlerinin kendisinden sonra bozulduğunu gösterir bir tarafı yoktur; derler… Onun tahttan indirilmesinde de, diğer iki ağabeyinde olduğu gibi, meşhur KÖSEM Sultan vardır - ayaklanmaları hazırlayan. NAİB, “vekâlet eden”; protokoldeki yeri, daima PADİŞAH’tan sonra gelen saraydaki en kıdemli kadın, yâni NAİBE Kösem Sultan… Sultan İbrahim Han’ın hal’edilmesinden sonra, KÖSEM Sultan, torununa da 3 yıl NAİBELİK yaptı - saltanat onun gözetiminde oldu. 1640-1648 yılları arasında hüküm süren Sultan İbrahim Han’ın ölümü de, annesi KÖSEM Sultan’ın tezgahları neticesi ve kemendle boğularak.): 1055.
MUCÎB: Kendisinden istenilen iş ve suâli cevablandıran. İcabet eden, uyan. (Benim yapmam gereken diye aldığım bu SULTAN İbrahim Han’ın ebcedine tevafuk eden kelimenin mânâsı, bir bakıma TARİH mevzuunu mânâsızlıktan kurtarmanın da EBCED yolundan izâhını gerektiren bir ihtar… Bundan sonra gelecek olan kelimelerin “ne alâkası var?” diye sorulmaması için, peşinen yerine getirdiğim bir iş. Meşhur hikmettir: “Bir çivi, bir nala, bir nal bir ata, bir at bir Hükümdar’a, bir Hükümdar bir savaşa, bir savaş da bir Devlet’in batışına mâl olabilir!”… Her şeyin her şey ile alâkası ve her şeyin kendine mahsus bir hayatı bulunması, ama bunun “nasıl”ı… Merkezinde Allah Sevgilisi bulunan ABDÜLHAKÎM Koltuğu ve bunun zamanımıza birebir uyan isim TİMSALİ ve “Büyük Doğu-İBDA” fikriyatı olarak görünüşü malûm; maddî ve mânevî DEVLET-İ ALİYYE-İ EBED MÜDDET idealinin tarih sahnesindeki ZAHİR olmuş ve sonra perdelenerek ÜMİD’e çekilmiş mâhiyeti, sözkonusu fikriyatı merkezine almıştır. Öyleyse “nasıl”ı bu cümleden olarak… Kendi nefsimizde merkezleşen, Kâinat, toplum ve elbette ferd meseleleri, nasıl ki nefsimiz Allah ve Resûlü emirleri doğrultusunda EHİLLEŞME’ye memur, onlar da bu cümleden… MİSHEL: Yabanî eşek. Dil. Dizgin… AHKAB: Yabanî eşek… AHKAB: Uzun zamanlar… LOGOS: Dil, lisân. Kâinat nizâmı… Kâinat’ın, “eşek, binilen VASITA” mânâsına gelen MERKEB kelimesi delâleti de dahil, bizim kendimizi ehlileştirirken gördüğümüz bir NİZÂM ifâdesi açık; hatırlayacaksınız, “Kâinat-dünya, bir İNSAN’ın TAKVA’ya ermesi şartlarında yaratıldı!”, ahirete vasıta… Mevzuya nisbetle İFRAT HÂLDE TECRİD’e kaçan bu muhasebemiz, aslında SULTAN İbrahim Han’ın VESİLE rolü diye alınırsa, mesele kalmaz; bunun yanında, tarihte boşluk olmaması bakımından, onun da keyfiyeti ne ise öylece gösterilmesi gereken olması… Biz, üzerinde bulunduğumuz iş bakımından bir bağ tesis etmiş oluyoruz. Bundan sonra söylenebilecek olanlar, daha önceki BARAN nüshalarında söylenmiş ve içinde yaşadığımız ANADOLU’nun kendine âit bir BİLGİ etrafında müşterek motif amacına dair. Tarihin, malzeme derleyicisinden, kronolojik ilim tertibine, mevzularına nisbetle seçmecilerine, muhasebecilerine ve mütefekkir rolünde olanlara kadar herkes işbaşına. EHLİLEŞME’ye ve EHLİLEŞTİRME’ye!): 55.
NE: “Değil, yok” mânâsına NEFY: 55.
LEKE: Benek. Kir izi. Kusur. (Nefse daima kusurlu ve eksik gözüyle bakmalı.): 55.
HAZM: Bağlamak. Zabtetmek. Cem etmek, toplamak. (Her şeyde ona mahsus İlâhî hikmeti görmek, göstermek. NEFY ve İSBAT yolundan.): 55.
NECÎB: 55.
MUHAZARA: Hatırda tutulan şeyler. TARİHÎ ve EDEBÎ hâdise ve hikâyeler anlatma. KONFERANS verme: 55.
YEVM: Gün. Sene. Devir. Asır: 55.
TAHDİM: Hizmet ettirmek: 55.
MÜBDİ’: Benzersiz bir şey icâd eden. İBDA: 55.
MEHDÎ Salih Mirzabeyoğlu: 2055.
NÜH: Dokuz: 55:
ÜMİD: İSTİKBÂL. “Bugün, dünün istikbâli” kaydıyla: 55.
 

HADÎCE TARHAN VALİDE-SULTAN

 
HADÎCE Tarhan Valide-Sultan: (SULTAN İbrahim Han’ın zevcesi, TAHT’a geçen ve tarihimizde AVCI lâkabıyla tanınan 4. MEHMED’in annesi… NAİBE - İktidarı, şu veya bu sebeble idareden aciz PADİŞAH yerine onun adına vekâleten yürüten… Kendisi hakkında çizilen şahsiyet tipinden edindiğim intiba, kadın tipini pırıldatan bir sembol mânâ oluşu: Hayatı gibi bu mânâ da, hiç abartısısz bir tabiîlikte. Görümcesi 1. Ahmed’in kızlarından ATİKE Sultan tarafından tahsil ve terbiye edilmiş ve SULTAN İbrahim Han’a - TAHT’a lâyık bulunmuş bir cariye. Ukrayna asıllı, “uzun boylu, narin yapılı, mavi gözlü, altun saçlı, duru beyaz tenli” bir sureti var. Edindiği kültür ve NAİBE’lik döneminde takındığı basiretli tavır, üstelik kendini ön plânda abartmadan gerçekleştirdiği işler, bana “her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır!” darbımeselini hatırlatıyor. Bir anne, bir NAİBE, hep saray erkânı ve terbiyesi içinde ferdî ve içtimaî rolüyle kadın… SULTAN Dördüncü Mehmed’in naibeliğini de, başta KÖSEM Sultan yürütüyor; 3 sene ve bir ay kadar… KÖSEM Sultan’ın, halkı soyan “Yeniçeri ağaları saltanatı” ile çevirdiği işler, politikaya karışmamasını isteyen SULTAN İbrahim’in katli, ardından gelişen halk ayaklanması, onun kendi durumu gereği çerçevesinde 4. Mehmed’i de katlettirmek istemesi; halk ayaklanmasının arkasında HADÎCE Tarhan Valide Sultan, bunu haber alınca, Padişah ve kendi adamlarıyla KÖSEM Sultan’ın dairesini bastırıyor ve boğduruyor. Bunun ardından, halkın, “yeniçeri ağaları”nın kellelerini istemesi 38 tanesinin idamı ve gayrımeşru servetlerinin hazineye devri. “Bunlardan sadece KUL KAHYÂSI denen Yeniçeri ağasının bile, yalnız nakid olarak 5 milyon altun ve gümüşü çıktı ki, 3 yılda İmparatorluğun nasıl soyulduğu anlaşılır!”… AĞALAR Saltanatı sona erdi ama, Devlet düzeni de çığırından çıkmıştı. 24 yaşındaki genç NAİBE Hadîce Tarhan Sultan, devleti emanet edebileceği bir SADRAZAM aramaya koyuldu. Bu arada, çeşitli isimler bu makama getirildi ise de, arzulanan bulunamadı. İyi-kötü biten savaşlar, hâdiseler… “Kırım Nureddin’i - yâni 2. veliahd ADİL Giray, MOSKOVA varoşlarına kadar muzaffer. ÇAR, 100 bin altun ödeyerek anlaşma yaptı. Polonya, KIRIM’a yıllık vergisini 240 bin altuna çıkardı!”… Nihayet, Sadrazam, KÖPRÜLÜ Mehmed Paşa.): 1081.
VASITA: İki şeyi birbirine ulaştıran. Vasıtalık eden: 81.
MECLUB: Celbolunmuş. Kapılmış. Aşık, tutkun: 81.
Mütehayyil: Hayâl kuran. Bir şeyi görüp gözetici, idrak edici olan: 1080= 81.
İf: Vakit: 81.
Gune: Tarz, gidiş, yol, sıfat: 81.
Visata: Kavim içinde izzetli ve şerefli olmak: 81.
A’ved: En çok faydalı: 81.
Kiyan: Yıldız, merkez: 81.
Kiyan: Tabiat. “Dünya”: 81.
Tab’: Tabiat. Seciye-karakter. Huy. (İyi veya kötülüğüne nisbetle, kendisine ehilleştiren.): 81.
Keyan: Hükümdarlar, hakanlar: 81.
FARZ: Bir kimseyi bir hizmete tâyin etmek. Kendi nefsine âid iken, birine hibe edilen şey. Takdir ve beyân eylemek. Bir davaya mevzu ve rükun kılınan husus. Delmek, gedik açmak… Üstadım’dan: “Surda gedik açtık, mukaddes mi mukaddes!”… Neticenin tahsili için gerekli olan, nüfuz edilmesi gereken… (ABDÜLHAKÎM Koltuğu’nu hatırlayınız.): 1080= 81.
DA’VA: Takib edilen fikir. İddia. Mesele: 81.
 

SADRAZAM KÖRÜLÜ MEHMED PAŞA

 
KÖPRÜLÜ Mehmed Paşa: (NAİBE Tarhan Valide Sultan, SER-Mimar Koca Kasım Ağa, KOÇİ Bey, SOLAK-Zâde, ŞAMÎ-Zâde Mehmed Efendi, lalası İBRAHİM Ağa gibi iş danıştığı yakınlarla devletin derdine deva arıyordu. 80’lik KASIM Ağa, bilhassa, şöhretsiz ve ihtiyar bir VEZİR olan KÖPRÜLÜ Mehmed Paşa’yı uzun zamandır telkin ediyordu. Nihayet NAİBE-Vâlide Sultan, daha ziyâde âlim ve sanatkâr olan bu yakınlarının tesiriyle, pek ümidi olmamasına rağmen KÖPRÜLÜ ile görüşmeye razı oldu, gizli ve hususi olarak kabul etti. İhtiyar vezirin SADRAZAMLIĞI kabul için bir sürü şartı vardı, Vâlide Sultan epey şaşırdı. OSMANLI Düzeni’nde sadaret için vezirin şart ileri sürmesi görülmüş şey değildi. İhtiyar KÖPRÜLÜ, istediği mutlak selâhiyetler verilmezse, Sadrazam olduğu takdirde Devlet’e beklenen hizmeti yapamayacağına inandırdı. NAİBE-Valide Sultan, istediği mutlak selâhiyetleri KÖPRÜLÜ Mehmed Paşa’ya vererek, SALTANAT NAİBELİĞİ’NDEN ÇEKİLDİ. (1656)… 1683 yılına kadar devam edecek 27 yıllık KÖPRÜLÜLER Devri başladı. KÖSEM Sultan ve NAİBE Hadîce Tarhan Sultan’ın 8 yıl süren NİYABET’inden sonra AVCI 4. Mehmed, 14-15 yaşlarında rüşde ermiş ilân edildi. Saltanat’ın icrasında… YILMAZ Öztuna — OSMANLI Devlet Tarihi.): 680.
Nikter: Çok beğenilmiş, çok iyi: 680.
Sekaf: Soy, kabile. Nisbet: 680.
Raiyyet: Bir hükümdar idaresinde olanlar: 680.
Sütürg: Büyük, iri, muazzam. EBEDD. “Nefs”: 680.
FITR: Açıldığında, başparmakla şehadet parmağı arası. (İBDA selâmı): 680.
Ferzah: AKREB isimlerinden. (Şibdi’: Akreb. Dil. Belâ-yakınlık… Üstadım’dan: “Gelsin beni yokluk akrebi soksun!”… Kıvam ve muvazene meselesine, TIB’tan kıyasen güzel bir misâl: “Bütün maddeler zehirdir, ilâcı zehirden ayıran dozudur!”… Vücudumuz da, âlemin unsurlarından mürekkeb bir kıvamda; sıhhat, bunun kıvamının devamında. Bildik soydan şartlar ve beslenme yoluyla gerçekleşen veya bozulan bu kıvam, vücudun hangi organ veya kısmından eksik veya hasta ise, onun giderilmesinde ölçü olan ilâcın verilmesi de tedaviye dair. Bildiğimiz ZEHİR ile bu ZEHİR tarifi ve zehirlenme işi, TIB’ta da böyle mi geçiyor bilmiyorum. Bu tür bir ZEHİR ve ZEHİRLENME, ihtiyaç olmayan ilâç ve dozuna da sâri bir mânâdadır. Meseleyi TELEGRAM cihetinden, bu çerçevede de göstermek istiyorum: KARTAL Cezaevi’nde, “ne versen alıyor!” dedikleri duruma geldiğimde, bu durumda olduğumu da bilmediğim zamanlarda, bazen “zehirlendi, zehirlendi!” diyerek tesiri azaltırlardı. Bu vesile ile, zoru kolaya irca edici bir misâl: Rüyâ görüyorsun ve pek canlı bir şekilde gördüğüne dahilsin. Bu zaman ve mekânsız görüşün-görüntünün “gözümün önünde, kafamın içinde” gibi nitelemelere girmeksizin anlatılması kolaylığı, TELEGRAM’da görüntü bahsini anlatmada zorluk olarak karşımıza çıkıyor. Şimdiye kadar bu babta ne dedimse bir kenara, gözü açık, şuuru yerinde, yatarken veya yürürken gönderilen görüntüler, rüyayı andırıyor; bildiğinize nisbetle düşünün. Gözün açık olması, şu basbayağı gördüğünüz eşya ile sözkonusu durum bir arada? Neyse: Gerek sözlü telkin, gerekse görüntünün, iradî direnişin sıfırlandığı yerde bire bir çelinemeksizin alınışında, söylenen o sözler: “Zehirlendi!”… NYMPHALAR, asabımı bozucu söz ve görüntülerin ardından benim mukabelelerime, “bunlar olmasa ölürsün!” diye bence “saçmasapan” bir söz ekliyorlar. TELEGRAM’ın, beyinden bütün vücuda ilgi hâlinde 5 hasse-duyu ile ilgili elektrikî tesirinden bahsetmiştim. Böyle uzaktan marifetleri bir yana, bildik TIB çerçevesinde “fizik tedavî” vesair nitelemelerle icra edilenlerin fayda ve mahzurları, elbette tedavî niyetleri ayrı, sanıyorum benim anlattıklarımın kıyasen anlaşılmasına vesile olur. NYMPHALAR’ın “böyle konuşmasak” demelerine gelince, verilen tesirle vücudun infialini bir başka tesirle dengelemek diyebileceğim bu husus, “ne tatbik et, ne de zehirlenmeme engel ol!” demekten ibaret… Üstadım’ın mısraına dönelim, başa: YOKLUK Akrebi, akrebin “yakın” demek oluşuna nazaran, şühud’a nisbetle bâtın’ı temsil eder. Yakınlık zehri, NEFS’in tezkiyesi ve bu yolda dengesi için, bir İLÂÇ hükmündedir… Kürtçe bir kelime, DOZÎ: Amaç, dava, dava adına yürütülen faaliyet.): 1680.
 

…YENİ CAMİ VE MISIR ÇARŞISI

 
YILMAZ Öztuna: NAİBE-Hadîce Tarhan Valide Sultan’ın NİYABETİ 5 yıl sürmüştür. İktidardan çekildiğinde 29 yaşında idi. Ama VALİDE Sultan görevi 1683’de ölünceye kadar, yâni 56 yaşına gelene kadar 34 yıl sürdü ki, Osmanlı tarihinin en uzun Valide Sultanlığı’dır. Çok sayıda ve önemli hayır eserleri yaptı. Ama Osmanlı Devleti’ne yaptığı hizmet, hayır eserlerini gölgede bırakır. Bütün mevcudiyetini devletin yüksek menfaatlerine adamıştı. Şahsî hiçbir menfaati yoktu. KÖPRÜLÜ’ye iktidar verdi ve bir daha politikaya hiç bulaşmadı. Ama oğlu AVCI 4. Mehmed’e telkinlerini, hayatının sonuna kadar gösterişsiz biçimde devam ettirdi. Ona, KANUNÎ Devri’ne benzer bir şevket Saltanatı sağladı. Kayınvâlidesi KÖSEM Sultan kadar zeki idi, ama onun politik ihtiraslarının Devlet’e vermiş olduğu zararı teşhis etmiş olarak, komplolara girişmedi. Saray kadınlarının politikaya karışmasını önlemek için elinden geleni yaptı; kendisi hepsinin başı olduğu için, böyle işlere tevessül etmeleri mümkün olmadı. HÜRREM Sultan’dan beri, kendisi NİYABET’ten çekildiği 1656 yılına kadar dönem dönem kendini çok hissettiren ve Osmanlı tarihinde KADINLAR SALTANATI denen çağ, onun politikadan çekilmesiyle kapandı. Gelini RABÎA Emetullah Gülnûş Hâsekî’yi –ki iki Padişâh anası olacaktır–, bu terbiye ile yetiştirip oğluyla evlendirdi. Bir Hasekî’nin, bir Valide Sultan’ın, Osmanlı Devleti’ndeki görevlerini dikkatle öğretti, belletti. HADÎCE Tarhan Valide Sultan’ın bu son hizmetine tarihçiler pek dikkat etmemişlerdir. Daha çok MİMAR Mustafa Ağa’ya yaptırdığı muhteşem YENİ Câmi ve MISIR Çarşısı dolayısıyla sonraki nesillerce hayırla anılmıştır. Muazzam bir külliye olan Câmiin köşesindeki türbede medfundur.

*

YILMAZ Öztuna: (Ottaman: Osmanlı… Ottaman: Arkasız minderli sandalye, minderi kendinden tabure… Elbette yazılış ve okunuşları bir bu İngilizce iki kelimede, OSMANLI ve ABDÜLHAKÎM Koltuğu’nu, keyfiyeti taşıyan kemmiyet - ruhun bineği nefs olarak hatırladınız… YILMAZ Öztuna’yı, ismin EBCED değeri ile ele alırken, şahsiyeti ne ise o olarak bâki, mücerret bir isim, bunun yanında kapsamlı bir kronolojik tarih yazarı, bunun yaman bir emekçisi olarak görüyorum. Dolayısıyla, mevzuu ile ilgisi de var. Bu izâh, neticede benim NEFS muhasebem ve usûlü çerçevesinde bir malzeme olarak bulunurken, herhangi bir ileri geri tenkidi de bertaraf etmek içindir… YILMAZ Öztuna, bizim mânâmıza yabancı bir isim olmadığı gibi, beni bir psikolog farzedin, ondakini ona gösterici bir ayna ile karşısındayım. Aynanın SIRRI, B. D.-İBDA hâlinde kendine şifa kılan DOZ’u, ehlileştirici olarak sahibine göstermek. MALÛM; bir isim, isterse bir YILAN olsun, VAHDET aynasında görünendir-usûlüm. MÜSBET ve MENFÎ değerlendirmesi çerçevesinde ise, davamızın kadrosundan diye takdim edebilirim… ŞAHANE’ye bakınız: SULTAN Abdülhamîd’in 30 yıl süren ve Dünya’nın muazzam bir parçası üzerinde hükümrân olan ŞAHSÎ İdaresi’nin karakteri nedir? Hususiyetleri nedir? En büyük hususiyetin, İmparatorluğun hem bütün müesseselerinin, hem bütün meselelerinin, Padişah’ın şahsına bağlanmış olması bulunduğu söylenebilir. Çok zor olduğu aşikâr, millî bir devlette değil de bir milliyetler konfederasyonunda gerçekleştirilen bu uzun yönetim şekli, iddia edildiğinin tersine olarak kaba bir güçle temin edilmemiştir. Unutulmamalıdır ki, Osmanlı Paktı, hiçbir milliyetin, hattâ en mütevazı kavmin benliğini ve kültürünü inkâr etmeyen, imha etmeyi aklından geçirmeyen, koruyan bir düzendir, şemsiyesi altına alandır. Bu kavimlerin hepsi, Devlet’e karakterini veren İslâm malûm, Osmanlı siyasî ve medenî aktivitesine iştirak etmişlerdir. Abdülhamîd Han’ın o zor dönemde devam ettirmeye çalıştığı, Osmanlı’yı Osmanlı yapan bu esasî yapıdır. Kaba güç elbette vardır, zâbıtadır, hafiyye teşkilâtıdır, sürgün cezasıdır. Bugün bütün devletlerde olandır. Ama ordu iç politikada asla kullanılmamıştır. İç politikada orduyu kullanmak, İTTİHADÇILAR’ın marifetidir ve HÜSEYİN Avni Paşa’nın 1876 darbesini örnek aldıkları aşikârdır. Asker, sadece elinde silah Devlet’e açıkça isyan eden zümreler için kullanılmıştır. Yine bu ŞAHSÎ Yönetim’de, idam cezası ve suikasd sistemi yoktur. Hapis cezaları nadir ve hafiftir. POLİTİK hapisler az bir müddet sonra, hemen “mecburî ikamet” adıyla İmparatorluğun herhangi bir şehrinde sürgüne çevrilmektedir. PADİŞAH’ın muhalifleri ve azılı düşmanları hiç de az olmadığı gibi, bunların içinde gafil Müslümanlar da vardır. Buna rağmen bu kadar uzun müddet ŞAHSÎ İdare’nin devam edebilmesinin temelinde, itibar, bunun politikası yatar.): 1326.
Magfur: Rahmetlik olmuş: 1326.
Tezkere: Herhangi bir iş için alınan resmî vesika. Pusula: 1325= 326.
Şebeke: Balık ağı. Hüviyet sureti. (İngilizce, NET-Balık ağı: 451: Salih Mirzabeyoğlu.): 327= 1326.
Naur: Kanı durmayan damar. Değirmen kanadı. Döndükçe gıcırdayan dolap. Çalab: 326.
Şekah: Yakınlık: 326.
Kaviş: Eşme, kazma: 327= 1326.
KIRGIZ: 1326.

*

RABİA Emetullah Gülnûş Hasekî: (RABİA-Dördüncü. “Netice”: 278: ARUB-Erkeğini seven kadın. “Cuma günü”… Aynı ebced’te olanlar… RAHMAN Sûresi 20. âyet. “Noktasız harflerle”: 278: ARVASÎ… EMETULLAH-Allah’ın kadın kulu. “NEFS”: 112: Veliyullah… Aynı ebced’te olanlar… HİLAFET: 1111= 112: Salih İzzet Erdiş… GÜLNÛŞ-Gülsuyu. Gül sefası: 406= 1405: BERABER… HASEKÎ-Yakın dost, sırdaş. Osmanlı Sarayı’nda bir hizmette uzun zaman bulunanlara verilen ünvan. Bostancı Ocağı’na mensub küçük rütbeli zâbit: 720: FEHM-Ulu kişi.): 1516.
İ’timad: Güvenerek bağlanmak. Emniyet etmek: 516.
Müteabbid: Kulluk eden. İbadet eden: 516.
Tashih: Hastanın ağrı ve acısını gidermek. Daha iyi ve daha doğru hâle getirmek. Düzeltmek. (Bu kelimenin tamı tamına icrası olarak, bahaneyle bir tashih: “Yandı kitab dağlarım ne garib bir hâl oldu, — Bana kalan yalınız ilmihâl oldu!”… Üstadım’ın bu NOKTALAMA’sına nazirem: “Yandı kitab dağlarım, ne garib bir hâl oldu, — Bana kalan yalınız, malûm, LÜGAT’ım oldu!”…): 516.
DESTANE. (Kürtçe): Eldiven. (Bürünülen sıfat… Allah’ın bilinemez Zât sıfatlarından suret sıfatı.): 516.

*

HEME OST: Hepsi O’dur: 517.
PİŞDAR: Kumandan. Birinci. Öncü. (Yukarıdaki VAHDET-İ VÜCUD ifâdesi, topyekün varlığın kendisinden yaratıldığı NUR Allah Sevgilisi olmasına nazaran, –kul plânında VAHÎD O–, demek ki bu kelimenin o ifâdeye ve onda fâni mânâya en yakışanı olarak, Allah Sevgilisi’ni işaret ediyor. Kulda KIYAS-I Vâhîd en başta O.): 517.
Mütezemmil: Örtüye bürünen: 517.
Nasut: İNSANLIK. İnsanlar ve insanla ilgili olduğu şeyler. Ruhun göründüğü, ilgilendiği şey. “Nefs”. EMR’in tecelli ettiği mekân: 517.
Bidistan: Söğütlük. Söğüt ağaçları bulunan yer-mekân. (OSMANLI’nın ilk yerleşim, isbat’ı vücud ettikleri yer, SÖĞÜT Kasabası.): 517.
Üstun: Direk, sütun: 517.
Butakat: İçinde maden eritilir pota: 517.
Kavarir: Gözbebekleri: 517.
RABİA Emetullah Gülnûş Hasekî: (Eğitilip terbiye edilmiş Allah kulu-nefs, gülsuyu kokulu yakın dost… AHİLLA: En sadık dostlar… ÂHİL: Erkeği olmayan kadın. Fevkinde kimse olmayan yüksek nefs… ANADOLU!): 517.

*

YENİ Câmi: (HADÎCE Tarhan Vâlide Sultan tarafından, MİMAR Mustafa Ağa’ya yaptırılan Câmi… Bu mimar, OSMANLI’nın en büyük Mimarları’ndandır… En büyüklerinden birkaçı: BURSA Yeşil Camiî ve Türbesi Mimarı, HACI İvaz Paşa. İstanbul’da YAVUZ Sultan Selim Câmiî Mimarı, Alâeddin Ali Bey. MİMAR Koca Sinan Ağa. SULTANAHMED Mimarı, KOCA Mehmed Ağa. YENİ Câmi Mimarı, MUSTAFA Ağa.): 285.
FİHR: Taş. (FİHR, Arabça “avuç dolusu taş” demektir. FİHR’in asıl ismi, ki bu zât Allah Resûlü’nün tesbit edilebilen neseb çizgisindeki 21 atadan biridir, KUREYŞ’tir. Ona nisbet edilen çocuklarına KUREYŞÎ denilmiştir. Kısaca; Kureyşe ismini veren FİHR’dir… SİLÂM: Taş. Su. Hamd.): 285.
HÜRİ’: Bit. (HURİ-Ahu gözlü. Cennet İDRAKI: 224: MUHAMMED-Büyük ebcedle… Aynı ebced’te olanlar… RUHÎ: 224: İLM-İ LEDÜN… RAYİHA: Hoş koku.): 285.
GERDUNE: Vasıta. Zâtıyla hareketli: 285.

*

MISIR Çarşısı: (Hadîce TARHAN Vâlide Sultan tarafından, Mimar Mustafa Ağa’ya yaptırılan çarşı… MISR: İki şey arasındaki perde. BERZAH. Memleket. ŞEHR-Allah Sevgilisi’nin bir ismi. MISRA. Bir nebat ismi… TARHUN: Bir ot ismi.): 934.
İsti’tab: Kendinden razı, hoşnud etmek: 934.
İstitba’: Peşinden sürüklemek: 934. 


Baran Dergisi 245. Sayı