İmâm-ı Âzam Hazretleri, “söz, kalbten gelince kalbe tesir eder!” diye buyurur; bunun yanında, bir insan hiç konuşmasa ve katılmasa da, tartışmadaki konuşmaların onun üzerinde mutlaka tesiri olacağını söyler. Onun, kendi içinde hesabının denkleştirilmesi gereken bir keyfiyet olduğu açık; bu muhasebe yerine getirilmediği zaman, umumi şuur içinde menfi bir kayma meydana geleceği anlaşılıyor.
BEN ve NYMPHALAR... Onlar, asıl ve esasta şeytanî bir zıtlık içinde, beni kafamdan, kalbimden ve bedenimden yana rahatsız ederken, kısaca şuurumun zıt kısmını temsil yanında, rastgelelik asıl, dilimin içinden güzel şeyler de buluyorlar. Kendi buluş zevkleri veya beni şaşırtmak ve takdirimi de almak üzere. Onları genel hatları ile bugüne kadar anlatabildim sanıyorum: Tek kelime ile menfi ve üzerine serpiştirilmiş müsbet yönleri. Beni tahrik için ve bu tahrikle çoğu zaman belirli bir mevzu üzerinde olmaksızın daldan dala geçerlerken, benden çıkanların tadına vardıklarını hissediyorum; sadece frekans oyunları bakımından değil, gerçekte de böyle. Son derece güzel hatırlatma ve benim kompozisyonumun tertibinin uygun yerine yakıştırma bakımından, bazen fevkalâde. Onlarda benimle oynarken, bir zenginleşme ve değişme görüyorum; kendi zaruret veya niyetleri, illâ menfide kalmak olsa da, hiçbir zaman eskisi gibi - başlangıçtaki gibi olamayacaklar. Bu satırları, onların bire bir almaları çerçevesinde yazmamın tuhaflığını belki takdir edersiniz. Herhâlde aynı şey onlar için de geçerli. Ama takdirlerimi belirtmem, aynı zamanda bana söylediklerine karşı da bir meydan okuma ve alay niteliğinde: “Şimdi sana NYMPHLAR yazdırıyorlar derlerse!”... Yâni “marifetim” onlara hamledilirse? Cevabım net ve emin: “Olsun!”... Benim eserlerimi bilen, üslûbumu bilen, onlara düşenin –bu da benim söylememle–, “anlıyor” olmaları olduğunu takdir eder. Aramda onlarla bir “SIR” varmış gibi olmasın diye, onlara haklarını bildiriyor ve dışlıyorum. Birazdan yine rahatsız etme işleri başlar. Karşılıklı sövüşme.
Çok hoş: Şuuruma takdim edilen, iradenin belli bir noktada teksif edilmesi ile ilgili, Profesör Jung’un, diğer eserlerimde geçen bir misâlinin, kendi durumları niyetine hatırlatılması. Bu yazının başlığı, “BEN KİMİM” MESELESİ olarak düşünüldükten sonra, “Zan ve Nisbet”, “Suret ve Mânâ” bahislerinin arkasına bırakıldı. Uzun etmeyeyim: Çok yorgunum. Mevzuya giremiyorum, aradığımı bulamıyorum. Birkaç kelime ve frekansla yollanan, sözkonusu hoşluk: Baştan itibaren elbette niyetleri değilken, benden de olsa olsa kuru yakınma ve aşağılanmama mahsus bahaneler bulacakları fizikî tezahürler bekleyen NYMPHALAR, neticede benim “kendi kendime ve kendi kendimi rezil edici” lâflamalarımın ardından, “perde ardında kalacaklardı” işleri istihaleye uğramış (değişmiş) olarak, benim NEFS MUHASEBEM’e mevzu bir duruma giren anlatışlarımı tahrik gibi bir role büründüler. Başlangıç böyle değildi; bu hâl 3-5 aylık. Yollanan, tam da bu... Afrika’da, bir kabilenin misafiri olarak çalışma yapan Jung’un arkadaşı, bir gün uzak mesafedeki beyazların bir bürosuna mektub yollamak ister ve durumu kabilenin şefine bildirir. Onun çağırdığı zenci, kendisine karşı anlamıyormuş gibi gayet lâkayd bir tavır içindedir. Jung’un arkadaşı bu durumu, onun isteksizliğine bağlar. Bu arada Şef, elinde içine mektub konulan kalın kamış, karşısındaki zenciye bağıra çağıra, “bu bir mektub!” diye bağırarak, gideceği yeri söylemekte, küfürler etmektedir. Bu işe, elinde kamçı, onun sağında solunda şaklatmalarla devam eder. Zenci birden aydınlanır, yüzü güler ve anladığını söyler: Garib görünecek bir davranışla, onu postacı kılan irâde oluşmuştur. Gariblik bize göre. Bizim dünyamızda da, iradeyi istenene nisbetle teksif edici, içimizden veya dışımızdan, böyle motivasyon teknikleri mevcuttur... Herhâlde anlaşıldı: NYMPHALAR’ın bana yapıp ettikleri, hani simyacıya altun yapsın diye çamur yetiştirmek gibi oluyor. Bunu defalarca belirttim; ama
doğrusu, yukarıdaki hâdiseyi hatırlatarak kendilerine biçtikleri rolü çok hoş buldum. Ama boş bulunmuyorum, yâni tavlama niyetim olmadığı gibi, tavlanmıyorum da. Bu cümleden olarak ihtiyatlı karşılığım:
— “Dediğiniz doğru, ama benim marifetim olarak. Yaptığınız iş herkese bu etkiyi yapmayacağı gibi, TELEGRAM’ın gayesi de bu değildi!”
*
Üstadım’ın, İSTİKBÂL İSLÂMINDIR isimli eserim hakkında, bana “bir TAKDİM yazım olacak, bütün HÜVİYETİN’le görüneceksin!” demesi ve düz mantıkla verilmemesi bir yana, bulunduktan sonra da rengten renge girerek sonsuzluğa açılan bir mânâ olarak tecelli eden “BEN KİMİM?” meselesi malûm. Zaten insanoğlu bunun için yaratıldı: “Kendini bilen, Rabbini bilir!”... Bu nihayetsiz yolculuk, en ulvî anlayıştan en süflisine kadar, şuurlu veya faaliyetlerinin bütününden tüten bir mânâ olarak yaşanırken, bende, şuurlu ve beni tarif eden bir oluş ve fikir kimliği hâlinde hususî olarak tecelli etmiştir. İRADEM, hâlihazırda TELEGRAM’la sınanmakta. Bildik soydan bir TAKDİM yerine, kendini ele verene kadar bana haketme çileleri yaşatan ve bunu bilinenin aranması hâlinde sonsuzluğa açan TAKDİM şeklim, anlayana, Allah’ın VAHHAB ismi alâkası içinde nakledilmiştir. Haketme çilesi; bu da Allah’ın bir vergisi, ihsanı. Şükretmek vacib oldu!
Allah, “İnandım demekle kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz!” buyuruyor. Doğrudan bir imân davası olarak, aramaya devam: BEN KİMİM? Büyükler VEHİM ve ŞÜBHE’nin, ilmin ortasına yerleştirildiğini söylemişlerdir. Bu, İslâm ve doğru yol kaygısında olanlar için, hedef ZÂT ve tâbi olunan yol hakkında değil, iş letâfete doğru gittikçe bizzat öz varlığın hayâlleşmesi ve “VAR MIYIM?” hakikatine çatılması sebebiyledir. “Allah’tan başka herşey bâtıl” buyuruyor Allah Sevgilisi: Olan yalnız O. Peki bu sözü söyleyen, kulluk sınırı mutlak ne-kim? Bu hikmeti yaşayan büyükler buyuruyor: “Ne anlatmalı, nasıl anlatmalı?... Sadece, aczin idrakinden doğan bir ilimle, akılüstü bir hayatı yaşayanlara mahsus HAYRET. Vehim ve şübheden kasıd bu. Bana gelince: Ben, eserimim. Arayışlarımın ardımda kalan izleri.
*
Men ene?: Ben kimim?: 142.
Mehdî. (Büyük ebcedle): 142.
Abdullah: Allah’ın kulu. (Allah Resûlü’nün isimlerinden biri.): 142.
*
Mehdî Muhammed: 151
Muamma: Anlaşılmaz iş. Bilinmeyen hâl. Karışık şey: 151.
Vuu’: Tilki. (Gönül): 152= 1151.
Mehdî Muhammed: 151= 1150. İslâma Muhatab Anlayış: 1149= 150.
*
ZANN VE NİSBET
Ademoğullarının büyük bir kısmı, ZANN eseri bir İlâha tapmışlar ve tapmaktadırlar. Her insanın, mümin veya kâfir, tasavvur etmiş olduğu bir İlâhı vardır... Bu hususu ifâde ettikten sonra, Muhammed Aziz Nesefî Hazretleri, aklın-ruhun bâtınî şeriat ve bâtının gayesinin Şeriata bağlılığı güçlendirme olması hasebiyle, mümine bir gayret, tenkidini yapar:
— “İşte durumları bundan ibaret olanlar, bütün gün putperestleri eleştirip, kendi durumlarının bu olduğunu anlamazlar: PUTLARINI KENDİLERİ YAPAR, SONRA DA ONLARA TAPARLAR diye eleştirirler. Bilmezler ki kendileri de diğer putperestler gibi davranmaktadırlar. Her zaman
aynı kalmak isterler. Rablerin Rabbi gerçek MABUD’un, gerçek İLÂH’ın varlığından gafildirler...”
Sonra, bir abid ile Hazret-i Hızır’ın hikâyesini, buna misâl olarak gösterir.
*
Bir abid, Hızır Aleyhisselâm’ın vasıflarını işiterek O’na aşık olur, gece gündüz karşılaşmayı ve arkadaşlık etmeyi temenni eder, bunun için dua eder. Hayâlinde, şu kıyafette ve bu yapıda diye bir tasavvur edilmiş Hızır, böyle bekler. Nihayet bir gün yalnız başına iken, muradına erer; Hızır Aleyhisselâm kendi cismanî heyetiyle ona görünür ve “işte, görmeyi arzu ettiğin Hızır benim!” der. Abid, O’nun yüzüne bakınca, hayâlinde canlandırdığı gibi olmadığını görür ve “sen Hızır değilsin!”... Sebebi, hayâlinde canlandırdığı gibi olmayışı... Hızır Aleyhisselâm şu cevabı vererek
— “Sen bana değil, tasavvur ettiğin Hızır’a aşıksın!”
*
Hazret-i Hızır’ın, Resûl mü, yoksa veli mi olduğu hususunda âlimler arasında ihtilâf vardır. Bu görüşlerin arasında ağır basanı, O’nun Resûl olduğu yönündedir. Hazret-i İlyas denizlere memur edildiği gibi, Hızır Aleyhisselâm da karada yaşayan varlıkları koruyup kollamakla görevlidir. İlâhî
İrâde’nin emrinde.
*
Derya: Deniz... Dery: Bilgi... Hazret-i İlyas, Nuh Aleyhisselâm’dan önce Nebî olan İdris Aleyhisselâm’dır. İdris Aleyhisselâm, ruhaniyeti cismaniyetine galip gelerek, miraca mazhar olmuş, mekânların en yücesi Güneş feleğine yerleşmiştir. Cismanilik, hayvan, hayat mertebesidir: Bu mertebeye galebe, bütün hayvanların dilinden anlamayı getiren... Allah’ın ilim sıfatı, HAYAT sıfatının gölgesidir, Allah ile bir çeşit birleşmesi vardır. HAYAT suya işlemiş ve varlıklar bundan neş’et etmiştir. KUDRET, İRADE ve diğer sıfatlar da ilim sıfatından... AMEL’le mekân yüceliğine eren İdris Aleyhisselâm, İlyas Aleyhisselâm görünüşünde, beşerî ve melekî suretleri kemâl mertebesinde mezcetmiş bir Nebi olarak, bu iki âlem arasında BERZAH olmuştur: DİLEK mânâsına gelen dağın yarılıp açılmasıyla ateşten bir AT temsil olunmuş, bu ateşten AT’a binerek nefse âit isteği kalmamış, şehvetsiz AKIL olmuştur. Üstadım’ın YAKICI FİKİR tâbiri hatırlanmalı... Allah, bütün âyet ve mucizeleri ateşten olan İlyas Aleyhisselâm’a, herşeyden münezzeh oldu; Allah’ı herşeyden TENZİH eden-tecrid eden bilgi... Akıl, bu hâlinde ilmi, amelî bir kazançla değil, doğrudan tecelli yoluyla Allah’tan alır. Allah’ı her türlü beşerî sıfatlardan tenzih eder ve bilirken, TEŞBİH gerekli olduğu zaman da şuhudî ve keşfî olarak bilir.
Hazret-i İlyas ve Hazret-i Hızır’ın, biri denizlere ve diğeri karada yaşayan varlıklara âit memuriyetlerinden kasdın ne olduğu, yeri gelince tekrar değinmek üzere böyle.
EBCEDLE GÖRÜNENLER
Muhammed Aziz Nesefî: “Hakikatlerin Özü” isimli eseri, Abdüsselâm Tutal’ın hediyesi olarak elime ulaşan, 1280-1300 tarihleri arasında vefat etmiş bir veli. Eseri sadeleştiren Vahdet Mahir, araştırmacıların, onun Türkistan-Horasan’da, Nesef şehrinde dünyaya geldiğini söylediklerini, takdiminde belirtiyor. (Nesfe: Dökülmüş ve saçılmış un.): 396.
Ma’ruf: Bilinen, meşhur. Şeriat’ın makbul kıldığı veya emrettiği şey. İhsan. VAHHAB: 396. Kahraman: Yiğit, cesur. İş buyuran, HÜKÜM SAHİBİ: 396.
Makrun: Ulaşmış. Kavuşmuş. Müsaadeye mazhar: 396.
Menkur: Delinmiş. (Zâhirle Bâtın arasında... ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU’nu hatırlayınız.): 396.
Münşee: Yelkeni çekilmiş gemi. Müsvedde yazılan kâğıt. (MÜNŞEAT: Kaleme alınmış şeyler...
ortadan kaybolur:
Şira’: Gemi yelkeni... Şir’a: Bir ırmak veya su menbaından su içmek için girilen yol... Şir’a,
şeria, meşrea’: Şeriat.): 396.
*
İdris: Adem Aleyhisselâm’ın çocuklarından, ilk yazı yazan ve terzilik yapan Peygamber: 275. Ruhanî: Ruha mahsus: 275.
Hat’are: Bir hâl üzerine karar etmeyip devamlı değişmek: 1275.
Addar: Denizci, gemici taifesi. (Kaptan Kusto’yu hatırlayınız.): 275.
Arca: Topal ve aksak kişi. Sırtlan. (Kasah: Sırtlan: 169: Kust: Rahman Suresi, 19-20. âyetleri): 275.
Seriyye: Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi: 275.
*
İlyas: 102.
İman: İnanmak. İtikad: 102.
Mevhume: Vehim, kuruntu ve hayâl nevinden şey: 102.
Mesag: Açlık. Geçmesi kolay olan. İtibar, değer. İzin. Müsaade: 1101= 102.
Sayb: İnmek. (İdris Aleyhisselâm’ın, ikinci görünüşünde İlyas Aleyhisselâm olması): 102. Ashab: Sahabiler: 102.
Münezzeh: Tenzih edilmiş: 102.
Saye-gâh: Gölgelik. Gölgeli yer: 102.
Namzed: İsteyen veya istenilen kimse. (Mürid’i hatırla): 102.
Enkal: İşkence âletleri. (Üstadım’ın “Görmedim fikir çilesinden büyük işkence” mısraı ve TELEGRAM hatırlanmalı): 102.
İkmam: Ağaçların tomurcuklanması. Çiçek tomurcuğunun görünmesi. Elbiseye yama yapmak. (Üstadım’ın ÇOCUK isimli şiirinden: Ağaç içinde ağaç, geliştiren tomurcuk... Mevlâna Hazretlerinin, Seydi Mahmud Hayranî Hazretleri için söylediği: Deliliğin nakşını benim elbisemden elbisene yama... Gıyabında onun için: Saçı sakalına karışmış, tilki gibi bir zât idi): 102.
Sebil: Allah rızası için su dağıtılan yer: 102.
Selib: Aklı başından alınmış. (Aklı kül olmuş): 102.
Zı’r: Süt anası. (Üstadım): 102.
Alb: Eser: 102.
Besil: Çirkin yüzlü: 102.
*
Hızır: Ab-ı hayat suyunu bulan-içen, Kur’ân’da ismi geçen ve Resûl sanılan kişi. (Ab-ı hayat: Kan. Ebedî hayata sebeb olan su. Lâtif söz, letafet. Tasavvufta, hakiki aşk - İlâhî aşk - ledün ilmi, marifetullah mânâsında. Ab-ı Hızır, Ab-ı hayvan, Ab-ı beka gibi isimlerle de söylenir.): 1600. Takannün: Kanunlaşma. Değişmez hâlde, kat’i olarak belirme: 600.
Müstekiff: Bakarken gözünü muhafaza için, ELİNİ KAŞININ ÜSTÜNE KOYMA: 600.
Taalluk: Bağlılık. Münasebet. Sevme: 600.
Müteyakkın: Yakîn ve kat’i olarak, şübhesiz olan: 600.
*
HIZIR: 1600= 601.
Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu: 602= 1601.
Sa’leb(e): Tilki: 602= 1601.
İstitlak: Boşanmayı isteme. İç sürgünü olma, amel olma. (Taklid caiz olmayan ve rabıtada şeyhin bırakılıp hâle sarılınması ile ilgili cezb durumu... Amel olma ile ilgili misâl: Müshil tesiri yapan ve hassası ne kaynatma ne yanma ile kaybolmayan bir ot. VARİDAT da hatırlanmalı): 601.
Amene’r-Resûlü’de: “Allah hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemez.”: 602= 1601.
Sakb: Delme, delinme. Bir taraftan diğer tarafa açık olan delik. Sütü çok olan deve. (İlmi çok olan güzel, cemâl) Çok kırmızı, koyu kırmızı. (Feraset: Süvarî. Kaptan): 602= 1601.
SURET VE MÂNÂ
Suret olmadan, mânâlar ebediyyen tecelliye gelmez. Şu okuduğunuz satırlarda bile bu hakikat görünüyor. Mânâ, kelimeler hâlinde, sonra yazı şeklinde suret bulmuş, cümle terkibinin bütünü olarak tecelli etmiştir. Sözkonusu hakikat, ses, renk, şekil, tasavvur ve hayâlî heyet hâlinde, bütün varlığı ihâta eder. Demek ki, suret deyince aklımıza, bildik resim sırasında görünenler değil de, İFADE olmuş herşey gelmelidir.
*
En başta: Allah, İNSAN’ın bedenini kâinatın unsurlarından, bâtınını da kendi sureti üzerine yaratmıştır. Bu ölçüyle sabit. Denmiştir ki, “Allah Resûlü, görülür, bilinmez; Allah, bilinir, görülmez”... Bilinmez olan, Allah’ın Zâtî sıfatıdır; bilinir olan da, ilim sıfatı. “Kişi kendini bildiğince Rabbini bilir!” ölçüsü ve “Ben insanın en büyük sırrıyım, insan da benim en büyük sırrım!” ölçüsü birlikte düşünülünce, Allah Resûlü’nden gayrı, kendini bildiğince Allah Resûlü’nü, Allah Resûlü’nü bildiğince kendi nefsini bilir hakikati anlaşılır: Neticede, görünen O, bilinen Allah’tır. Bizzat Allah Resûlü, nefsini bildikçe Allah’ı bilen olarak, kul olması gereği, ebediyen “Allah her ân bir şe’ndedir-işdedir” ölçüsünü yaşayacak olandır. Bu mesele, sözü edilen incelikler çerçevesinde, O’nun hem bütün açıklığıyla hakikatini, hem de İlâhlaştırılmasını engelleyicidir. O’nu GÖRMEK’ten kasdın, sonsuz İDRAK mevzuu olduğu belli.
*
GÖRMEK ve BİLGİ - AYN ve İLİM... GÖRME tâbirinin, müşahede ve idrakin zâhir ve bâtınına âit bütün yönlerini içine alan bir genişlik kasdı ile kullanıldığına dikkat çekerek, İLİM’den kasdın ŞERİAT olduğunu hatırlatalım: Geçen sayılarda bahsi edildi. Her ne olursa olsun, MÜŞAHEDE-İDRAK, Şeriat’e nisbet edilmelidir. Burada, Allah Resûlü’ne atfen söylediklerimizin, O’na tâbiliğin, doğrudan Allah’a olduğu da anlaşılıyor.
*
MÜŞAHEDE ve ŞERİAT... Şeriat, İMÂN mevzuu; Allah’a, Resûlü’ne yâni Kelime-i Şehadet’ten sonra, bundan neş’et eden mukadder oluş hâlinde Kur’ân ve hadîs’ten başlayarak bütün bir heyeti umumiyeye... İmâm-ı Rabbanî Hazretleri, “Şeriat’ın hakikat oluşu şuradan belli ki, nefs onun hükümlerinden hiç hoşlanmaz!” buyuruyor. Bunun içindir ki, MÜŞAHEDE- İDRAK, Hakkın bâtıl ve bâtılın Hak görülebilmesi bakımından, mutlaka Şeriat’e NİSBET edilmesi gerekendir.
*
Hacegan silsilesinden büyüklerden biri, aynaya bakarken hanımına, bir diğeri ise müridine, yüzü birden değişerek çirkin şekilde görünür. Bu hâl karşısında donup kalan muhatablarına, “bizi çirkin görürsen, bizi bırak da kendi nisbetine sarıl!” buyururlar. Candan aziz bilinmesi gerekene. Nisbet, İMAN ile MÜŞAHEDE arasında tecelli eder. Hususidir. Her yeni tecelliyi kendi VAROLUŞ’una vesile kılandır, tekâmüldür. Allah Resûlü buyurmadı mı ki, “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır!”... Burada, PUT bahsine âit son derece ince bir noktayı yakalamış oluyoruz.
*
Şu görünen-şehadet âleminde, eşya ve hâdise ortasındaki insanın, semirmeyi tekâmül zannetmesinin sebebi şudur: Akılla zaptettiğine, akılla kuşattığına inanmak ki, PUT budur. İster malûm mânâda PUT olsun, ister şuurda bir tasavvur, bir hayâl-düşünce. Mesele, İMÂN ve
İSLÂM olarak ele alınırsa, Hazret-i Ömer’e atfedilen bir hikmet, “din, akıl sahibi içindir!” hakikatine nisbetle, velilerin söylediği: “Bu iş ne akılla olur, ne akılsız!”... İMÂN-ŞERİAT’e göre İDRAK EDİLEN. İdrak edilen boyunca bende teşekkül eden suret, suretten surete geçiş hâlinde bir tekâmüldür. Olması gereken. Anlaşılıyor ki, tekâmül, her varılanın-teşbih’in, tenzihi zarureti ile gerçekleşmekte: Allah, hep ötelerin ötesinde.
*
Kâfirin, kitab ehli olanlarından, imânsızlarından, malûm mânâda PUT’a tapanlarına kadar hepsinin putperestliği açık. Onlara, İslâm’a uymak yerine, İslâm’ı kendi nefslerine-kafalarına uyduranları da eklemek gerek. Velilerin, bağlıları ve Müslümanlar için sözettiği “putları yıkmak” tâbirleri ise, zihinlerinde oluşan bir imân tasavvuruna nisbetle sabitlenmeleri ve bunun tekâmül ifâde eder bir anlayış hâlinde yenilenmemesidir; yâni, yenilensinler diye. Güç yettiği kadar ilim sahibi olmaya bakmak, bunun yanında faydasız ilimden Allah’a sığınmak şart. O ilimle ne yapıldığı sorulacak.
*
Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri: “İlim, insanın cehlini alır, ahmaklığını almaz.” İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, FIKIH’ın asılda ANLAYIŞ olduğunu işaret ederek, İMÂN sevgisinin doğurduğu Allah’tan-Sevgili’den korkuyu doğurmayan, neticede tekâmülü doğurmayan ilmin, kalbi karartacağını ihtar eder.
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri: “İlimde en yüksek makam, hayret makamıdır!”
Hayret, ilimden doğar: “İdrakin aczini idrak, bir ilimdir!”... Buyuran, Hazret-i Ebubekir.
*
“Mutlak Tevhid mümkün değildir!” buyuruyor Şah-ı Nakşibend Hazretleri. Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, HAYRET ehlinin hâlini, aynı mânâda, “Kişi mevzuunu bulamaz ki ben desin!” ifâdesiyle belirtiyor. NYMPHALAR’ın arasıra buluşları(!) gibi anlaşılırsa, “mevzuunu bulamamak”, sanki bir zanaati olmayan adamın iş bulamaması şeklinde anlaşılabilir. Murad meselesi dikkate alınmazsa. Efendi Hazretlerinin kasdı belli: Allah’ta fani olan, Allah ilmine dalan HAYRET ehlinin hâlidir... Muhyiddin-i Arabî Hazretleri:
— “Allah bilgisi denizine dalan HAYRET ehli, su (hayat) içinde ateşe girdiler. Muhammedîler hakkındaki âyette DENİZLER TUTUŞTUĞU VAKİT buyurulmuştur. Nasıl ki fırını yaktığın vakit fırının tutuştuğunu söylersin; bunun gibi, o hâl içinde onlar kendilerine Allah’tan başka yardımcı bulamadılar, Allah da onlara yardım etti ve ebediyen fenaya erdiler. Eğer Allah onları kıyıya ve tabiat alanına çıkarsa idi, bu yüksek mertebelerinden indirirdi. Her ne kadar KÜLL, Allah için ve Allah ile –O’nu O’nunla bilmek– ve belki Allah ise de. (Küllden kasıd, Allah’ın isim ve sıfatlarının mazharı olan tabiat âlemidir.) Nasıl ki Nuh da RABBÎ dedi, İLÂHÎ demedi; çünkü RAB için sabitlik vardır, değişmez. İlâh ise, isim ve sıfatlarla değişmektedir. “O her vakit bir şe’ndedir” âyeti gereğince, daima hâlden hâle girmektedir. Nuh Aleyhisselâm, RABB hitabıyla süreklilikte duraklamayı murad etti; çünkü o hâlde başkası doğru değildir.”
Galiba Şeyh için MÜRİD’in MURAD olduğu ve GÖLGE’de rahata erme hikmetini bulduğu yerler de, hareket içinde hareketsizlik ifâdesi bu hâller. Hareketsizlikteki hareket.
*
RABB: Sahib, mâlik, seyyid. Cenab-ı Hak. Besleyen, yetiştiren, terbiye eden: 202.
Birr: Temizlik. Kalb, gönül. Takva. İhsan etmek, vahhab. Tilki yavrusu: 202.
İn’ikas: Aksetme, tersine çevrilme. Aynada eşyanın temessülü: 202.
Berr: Vadinde sadık. Muhsin. Keremkâr. Sıdk. Susuz, kuru yerler. Toprak. Yeryüzü: 202.
*
RABB, Allah mânâsına Kur’ân’da 846 defa zikredilmiştir.
Dünya Çapında Bir Hâdise: (KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN başlığının altındaki yazı): 846.
TELEGRAM VE PUT
“Suret olmadan, mânâlar ebediyyen tecelliye gelmez”... Sadece iyi değil, kötü nefslerin de irâdelerini teksif ederek tasarrufa kadir olmaları gibi, tabiî iradenin teshir gücü yerine ikame edilmiş sun’i gücü frekans yoluyla ve sözlü telkinle karşı tarafa yönelten, beden ve akla tesir eden TELEGRAM cihazının eserini - nefsimi ruhuma hâkim kılma gayesini, “hani kafam dumanlı” derler, düşüncemde teşekkül ettirmeye çalıştığı suretini hesaba çekememek, benim için bir PUT’u kıramamak olurdu. Devam eden bir süreçte ve çeşitli suretlerde ihya edilmeye çalışılan bir PUT; aslı yıkıldı, ama savaş devamda. KARTAL’da bu iş, “din mi ilim mi?” çekişmesi diye başlatıldı. “Her marifet bir ilimdir” buyuruyor Abdülhakîm Arvasî Hazretleri; cihazın resim, sözlü ve frekans telkini, beden teshiri marifeti ile gerçekleştirilenleri benim karşımda MÜŞAHEDE ifâde ettiğine, böyle bir ilim ve idrak mevzuu olduğuna göre, onu İslâm idraki ile hesaba çekmem, imânımın bir gereğiydi, gereğidir. KARTAL’da bana söylenen: “Orada kafanı duvarlara vura vura, Allah’a söveceksin!”... İBDA-C Örgütü’nün Kumandanı olarak İDAMLA YARGILANIRKEN, düşürülmek istendiğim durum buydu. Aldığım ceza malûm. TELEGRAM
da, üstüne üstlük!


Baran Dergisi 210. Sayı