Ahmed Eymen Bilici: Kitabın yazarı Tek Nath Rizal, Bhutan’da (Hindistan ve Çin arasında, Himalayalar’da bulunan ve monarşiyle yönetilen küçük bir devlet) Milli Meclis ve Kraliyet Danışma Konseyi üyesiydi.
Şahid olduğu yolsuzlukları açığa vurması sebebi ile Kral’dan ve çevresindeki insanlardan büyük tepki gördü ve Kral Jigme tarafından 1988 yılında hapse yollandı. 1993’te ihanet ve devlet sırlarını açıklamaktan mahkûm oldu ve ömür boyu hapisle cezalandırıldı. ABD Dışişleri Bakanlığı ve milletlerarası insan hakları örgütlerinin baskısı ile, 11 senelik bir hapis hayatından sonra 1999 Aralık ayında serbest bırakıldı.
Hapishane süreci içinde siyasî bir kişilik kazanmış ve milletlerarası camiada tanınan bir insan hakları savunucusu olmuştu. 2009 yılı sonunda yayınladığı kitabı, Bhutan’daki hapishane hayatını ve özellikle de kendisine uygulanan “zihin kontrol” işkencesini anlatıyor. Kitabın önemli bir özelliği, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na uygulanan TELEGRAM (beyin ve zihin kontrolü) işkencesinin bir diğer çeşidini bizzat anlatması dışında, DÜNYADA BİZZAT KENDİSİNE UYGULANAN BU İŞKENCEYİ TIB ADAMLARI, ASKERİ UZMANLAR VE HÜKÜMET YETKİLİLERİNDEN DE FAYDALANARAK ANLATAN –TÜRKİYE DIŞINDA– İLK KİTAB OLMASI. Bu mevzu ile ilgili literatürde birçok yayın var, ancak Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun İBDA yayınlarından çıkan TELEGRAM –ZİHİN KONTROLÜ– ve haftalık BARAN dergisinde tefrika edilen ÖLÜM ODASI –B. Yedi– adlı eserleri dışında, bizzat kendi üzerinde bu tür bir işkence uygulanan bir kişinin yazdığı bir yayın yok.
Kitabın bir bölümü de, Prof. Dr. Indrajit Rai tarafından yazılan “önsöz”. Prof. Rai, Nepal Anayasa Meclisi üyesi ve 15 sene boyunca Hindistan Deniz Kuvvetleri’nde üst rütbeli bir komutan olarak görev yapmış. Önsöz’ünün başlığı: Tek Nath Rizal’e Uygulanan Zihin Kontrol Cihazı... Rai, yazarın “Güney Asya’nın en önemli siyasî şahsiyetlerinden birisi” olduğunu belirtiyor ve aynı zamanda kendi askerî geçmişine de dayanarak, uygulanan gözlem, takib, beyin kontrol metodları ile ilgili danışmanlık yapıyor.
Rizal, bir konuşmasında şöyle diyor:
— “Dr. Gurung, 20 sene boyunca askerî hizmette bulunmuştu ve bunun dört senesi mahkûmlardan bilgi almak üzere beyin kontrolü metodlarının kullanıldığı bir hapishânede geçmişti. Böylesi bir işkenceden sonra nasıl hayatta kaldığıma şaşırmıştı. Aynı zamanda benim durumumun ciddiyetini ve benzer vak’aları ve yan etkilerini gördüğü için hemen farketmişti.”

*

Ahmed Eymen Bilge: Kitab, işkencenin ilmî teknikleri hakkında bilgiler veriyor. Bir askerî uzman olan Prof. Indrajit Rai, “hayat tecrübelerini heyecan verici ve ilgi çekici buldum. Kitab, onun niçin hapse atıldığı, Bhutan yetkililerince ZİHİN KONTROL CİHAZI ve psikolojik metodlar uygulanarak, ona nasıl insanlık dışı işkenceler yapıldığı ve vahşi bir şekilde acı çektirildiği hususunda bana yeterli bilgi verdi” diyor. “Zihin Kontrol Cihazı” ile ilgili yetkili bir otorite olan Rai, “bu, insanın bütün vücudunun ve aklının kontrolünü eline alabilen elektromanyetik bir zihin kontrolü tekniğidir. İnsanın aklında sesler üretilmesine sebeb olan ayarlanmış elektromanyetik dalgalar kullanır. Bu, şuuraltı hipnotik emir formundadır ve insan hiç haberi olmadan yıllarca hipnotik olarak yönlendirilebilir. Zihin kontrolünün amacı, hedeflenen kişinin hayatını mahvetmektir. İnsan, hedeflerinden sapar, görevini unutur, ailesine ve arkadaşlarına garib davranır (Bende başarılamayan — S.M.) ve kendi normal hayatını devam ettiremez. Bu, mahkûmu hipnotize ederken gerekli bilgileri alabilmek için kullanılır.”

*

ZİHİN KONTROLÜ için kullanılan diğer terimler: Zihin okuma. Zihin sensörü. (Sensor, İngilizce’de, “alıcı âlet, sezici, alıcı” demek. İnsan beynine ne kadar nüfuz edici olduğunu vurgulamak üzere, bu kökten türeme iki kelimeyi de verelim... Sensory: Duyuya âit, ihsaslarla ilgili... Sensorium: Sinir sistemi.) Zihin şiddeti. Zihin işkencesi. Zihin şoku. Zihin izlemesi, takibi. Zihin Patolojisi. (Zihinde, hastalıkların sebebini bulma.)... “Zihin kontrolü” için kullanılan bu tâbirler, birbirlerinin yerini tutan değil de, birbirlerinden ilgili bulduklarını da ihtiva edenlerdir... Bizim, TELEGRAM ismi altında işlediğimiz mevzuların ana merkezi, ZİHİN OKUMA’dır. — S.M.

*

Doktor Frey, 125 Mhz kadar düşük (mikrodalganın oldukça altı) olan oldukça geniş bir aralıktaki frekansların, nabız gücünün ve nabız derinliğinin bir kombinasyonu (tertibi) olarak çalıştığını belirtmiştir. Detaylı sınıflandırılmamış çalışmalar, “mikrodalga işitme”nin oluşumu için en uygun frekansları ve nabız özelliklerini ortaya koymuştur.
Artık çok daha güçlü bir teknoloji iş başında; bu teknoloji, DOĞRUDAN DİNLEYİCİNİN BEYNİ İLE KONUŞAN, geliştirilmiş elektronik bir sistem. Bu şekilde KİŞİNİN BEYİN DALGALARINI DEĞİŞTİREBİLİR. Beynin EEG’si üzerinde değişiklikler yapabilir. Sunî olarak olumsuz hisler yükler; korku hissi, ümitsizlik, endişe, çaresizlik vesaire. Bu şuuraltı sistem, kişiye sadece hissetmesini söylemez, bizzat hissettirir ve bu hisleri beynine yerleştirir.

*

Zihin kontrolünün tezahürleri:
– Duygular alt üst ve vücut fonksiyonları bozulmuş.
– Kulakta çınlamalar, devamlı “sss” sesi, artan kan basıncı, göğüste daralma. – Birçok insanda hissi depresyona yol açar.
– İnsanın duyu algılarının genişlemesine sebeb olur.
– İnsanın öğrenmesini etkiler.
– İnsana “çok iyi” olduğu hissini verir, rahatlık sağlar.
– Karıncalanmaya sebeb olur, insanda uyku hissi uyandırır.
– İnsanı hipnotik bir safhaya koyar.
– İnsanda kargaşacı davranışlara sebeb olur.
– Aşırı depresyon, sıkıntı ve endişe.
– Beyin aşırı derecede sıkıntıya sürüklenir, algısını değiştiremez.
– Psikoaktif.
– Çok zararlı biyolojik etkiler.

*

Yeni dönem yayın hayatına başlayan AKADEMYA dergisinde, yabancı bir TELEGRAM kitabının tanıtım ve özetini yapan mütercim Ahmed Eymen Bilge’nin tercümesini okudunuz. Ondan özet ve ufak birkaç ekleme de benden; zaten belli. Kitabın bütünüyle tercüme edileceği haberini, müjde kabul ediyorum. Tabiî, karınca gibi çalışkan Hayreddin Soykan’ın Editörlüğünden, daha önceden tanıdığım ve tanımadığım yazar kadrosu ve emeği geçenlerle yeni dönem yayın hayatına başlayan AKADEMYA dergisini de. Dinamik ve uygulamaya dönük görünüşü, eski dönemlerindeki “ağır metinler”le görünüşünden daha güzel. İki sayı arasındaki zaman aralıklarının 4 aydan daha kısa zamanlara düşmesini temenni ederim.
Bir not: AKADEMYA’daki, Ömer Emre Akcebe’nin “TELEGRAM VE HAKİKAT ŞUURU” isimli yazısını da anmalıyım. TELEGRAM CİHAZI, bana ne yapıldığı bir yana, “İNSAN VE MAKİNE” münasebeti gibi girift bir bilmecenin en nazik bahsidir. Onun, bende işin metafizik çilesine de dikkat edici olması, doğrusu hoş.

RADYO İLE YAKMA

2007’de BOLU’dan İSTANBUL’a Mahkeme’ye götürüldüm. Verilen ara: Konulduğum hücrede, yine BOLU’dan Mahkeme’ye çıkarılmak üzere getirilmiş üç kişi vardı. İkisi ben yaşlarda, biri uzun boylu, iri ve sportmen yapılı, yakışıklı bir genç. Uyuşturucu kaçakçılığı ile ilgili imişler. Sözkonusu gencin ismi, galiba Kemâl idi. Beni tanıdılar. Kılık kıyafeti, konuşması, nezaketi ile dikkatimi çeken genç, orada bana TELEGRAMCILAR’ın yapabileceği bir “muzibliğe” karşı, benim fizikî davranışımı etkileyebilecek elektrikî tesir ve konuşmalarına karşı mukabele etme mecburiyetim durumunda, “kafayı üşütmüş” zannedilmemek üzere, bir imkan olarak göründü. Tanışma faslında BİLGİSAYAR UZMANI olduğunu söylemişti. “Bana TELEGRAM İŞKENCESİ uygulanıyor!”... Bu hususta, beylik birkaç şey söyleyince, tek kalmamla ilgili beylik psikolojik tekerlemeleri sıralamadı. Hele elektromanyetik dalgalarla; şamanların trans hâlini andırır beden tesiri ve MÜZLER’e âit birkaç sahne anlatınca, bir takım bilgilerinin bu hususta uyanması, çok hoşuma gitti. Oh be! İkna olmanın şartlarına malik biri: Paylaşılmak güzel şey! “Zihin kontrolü nasıl yapılabilir?”... Bu çerçevede, olabilirler cümlesinden olarak, radyo dalgalarından bahsetti: “Radyo dalgalarıyla uzaktan insan bedenine öyle şeyler yapılıyor ki, insanın aklı almıyor!”... Mahkemeye çıkma zamanı gelince, yanımdan ayrıldılar. Bana yardımcı olabilecek bilgilerini yazmasını istemiştim. Aradan kaç ay geçti bilmiyorum, şimdi KIRIKKALE CEZAEVİ’nde bulunan İsmail Uysal’ların kaldığı koğuşa mektub yolladı ve haberim oldu; fakat, toplamakta olduğu bilgilere âit yazacağını söylediği mektub, elimize geçmedi. Uzun zaman onun kişiliği hakkındaki bilgi, NYMPHALAR’ın alay etmeleri şeklinde oldu. Bir-iki senedir RADYO DALGALARI ile ilgili pek mevzu olmadığı için, ondan da bahsetmediler. AKADEMYA’da Ömer Emre Akcebe’nin çalışmasını okurken, NYMPHALAR radyo ile ilgili bir kurgularını hatırlamam üzerine, matrak geçmelerine onu da katarak, beni tahrik etmek ve sinirlendirmek görevlerinin ikramiyesi, neşelendiler. ASIL SAĞLAM OLUNCA, YANILMALARI DA KENDİNE DÖNDÜRMEK ÜZERE SÜRÜKLER. Ben de, onlarla dalga geçmek üzere, o günden farklı bir sebeble neşelendim. Radyo dalgaları ile ilgisini bilmem, beni radyo ile yakmışlardı.

*

2005’te, birbuçuk sene sonra bende geberme tezahürleri başlayınca, dış yüzden hiçbir şey yapılmadığının komşu şâhidleri de hazır olmak üzere üçlü teklilere henüz konulmadığım bir zamandı: Mahkûmlar, olağan şekilde, havalandırmalardan birbirlerine sesleniyorlar. Bu arada, cihaz başındaki NYMPHALAR, koridor, sayım, arama destekli kurgular yanında, her ses ve konuşmayı, beni sinirlendirmek, korkutmak, heyecanlandırmak için, benimle ilgili ve “bana imiş”e tebdil etme çalışmalarına devamda. Üçlü teklilere geçtiğimde isminin Ömer Faruk Gez olduğunu öğrendiğim bir mahkûm, düzgün konuşma ve gür bir sesle, hem üçlülerde komşum olan Yusuf Akbaba, hem de “Yılmaz abi” diye seslendiği sonradan kendisini asan biri ile konuşuyor. Konuşmalarının tınılarında, benden bahis geçtiğini hissediyorum, yahud zannettiriliyorum. “Yılmaz abiiii! Radyo...” diye bağıran Ömer, işbirliği içinde, o gün için “zan”, bana “bir görevli”yi tedaî ediyor. Teklilere tek başıma konulduğum zaman, hücreme ziyarete gelen Mehmed Akif isimli “sosyolog”a, TELEGRAM’dan bahsetmiş, buzdolabının arkasından gelen radyo sesleri ve konuşmalardan bahsetmiştim. Benim, “mekâna ses indirme” dediğim şeylerin tezahürünü anlatırken, o, ilgili ve sessiz dinliyordu: Gûya TELEGRAM diye bir şeyi bilmiyormuşcasına. Üçlü teklilere geçtiğimde, iki komşum da, havalandırmada devamlı radyo dinliyorlar; tabiî mecburen ben de. Aklıma, TELEGRAMCILAR’ın, beni televizyon karşısında ondan elektiriklenmem gibi, bir kaçındırma psikolojisine sokmak istedikleri geliyor. Komşulara, radyo çalmamalarını söyleyemem, söylesem de, “tuhaf biri” olurum; korktuklarım gerçekleşmiyor. Lâkin, geceleri yan hücreden gelen radyo sesi, bazen öyle değil de, sanki o
zaman isimleri NYMPHA olmayan cihaz başındakilerin, kafamın içine kesiksiz aktarabilecekleri bir işkence usûlü tehdidi olarak görünüyordu. Böyle gecelerden birinde –ki, iki seneden fazla müthiş bir BETATRON etkisi altında, hiç derin bir uykuya dalamadan, uyku uyanıklık arası ve NYMPHALAR’ın devamlı konuşmaları içinde geçen, sanki yorgun da olsa bir uykudan kalktığım bir garib durumu yaşardım–, onların hünerleri: Birdenbire vücudumu saran, sanılır ki bir alev sıcaklığı, etrafımda hızla dönen bir şarkı sesi ile şok oluyorum. Şarkı sesinin kendisiyle yakılıyorum ve aklıma gelen veya getirilen, bunun bir radyo ile yapıldığı. Etrafımda dönen, radyo mu idi? O ânda uyanıyorum ve NYMPHALAR’ın kurgularına eşlik eden ses ve lâf atmalarına, keyiflerine, onların “arsız” demelerine sebeb bir alaylı gülüş ve değerlendirmeyle katılıyorum: “Oyununuzu beğendim, fena değildi!”... Bundan daha iyi ve gerçek suikast şeklinde “öldüresiye” yapılan kurgularından biri de, trafik kazası ile ilgiliydi. Ayıldığımda, basbayağı bir kaza yapmış olmaktan kurtulmuş gibiydim; tesiri öylesine. Değerlendirmelerine, yılışanı yoktu, ben de katıldım: “Müthişti!”

*

Radio. (İngilizce): Radyo, telsiz, telefon cihazı veya bunlarla gelen haber: 221.
Radio- (İngilizce): Radyo veya radyum mânâsında ön ek. (Radiate: Işık yaymak, ışın hâlinde yayılmak, bir merkezden etrafa dağıtıp yaymak... Radiation: Bir merkezden yayılarak dağılma, ışık ve sıcaklık verme, yayılma. Radyoaktiv ışınları yaymak.): 221.
Musika: Mızıka. Çeşitli sesler çıkaran bir müzik âleti: 221.

*

Radio: 220.
Hercaî: Her yerde bulunur, kendine mahsus bir yeri olmayan. Kararsız. Derbeder, serseri: 220.

HABER-HER YERDE-RADYOAKTİVİTE

Radyoaktiv tebdil: “Radyoaktiv bozunma” diye kullanılan ifâde yerine, “radyoaktiv tebdil” dedim. Yakıştı mı bilmem? “Bozunma”, fizikte, şu mânânın karşılığı olarak uydurulmuş: Kararsız bir atom çekirdeğinin, parçacık ve enerji olarak daha hafif ve kararlı başka bir çekirdeğe dönüşmesi.
RADİO ve HERCAÎ’nin ebced tevafukunun tedaîsi hâlinde açılan pencereden görünen manzaradan bir bölüm:
19. yüzyıl, kimyacılara son bir büyük sürpriz daha hazırlamaktaydı. Herşey, 1896’da Paris’te, Henri Becquerel’in ışık geçirmez kâğıtlara sarılı bir fotoğraf levhası üzerine yanlışlıkla koyduğu bir paket URANYUM tuzunu çekmecesinde bırakmasıyla başladı. Bir süre sonra fotoğraf levhasını çekmeceden çıkardığı zaman, tuzun levha üzerinde karartıya benzer bir iz bıraktığını görerek çok şaşırdı. Levha adeta ışığa maruz kalmış gibiydi. Tuzlar bir nevi ışınım salıyor olmalıydı.
Becquerel, bulmuş olduğu şeyin önemi gözönüne alınırsa, çok yadırganacak birşey yaptı: Mevzuyu araştırması için ihtisas yapan talebesine havale etti. Polonya’dan yeni göç etmiş olan Madam Marie Curie idi. Kocası Pierre’le birlikte çalışarak, belli bazı kaya türlerinin SÜREKLİ VE OLAĞANÜSTÜ MİKTARLARDA ENERJİ SAÇTIĞINI, ÜSTELİK BUNU HACİM KAYBETMEKSİZİN VE FARKEDİLEBİLİR HİÇBİR DEĞİŞİME UĞRAMAKSIZIN YAPTIĞINI KEŞFETTİ. ERTESİ YÜZYILDA EİNSTEİN, SÖZKONUSU KAYALARIN AŞIRI ETKİLİ BİR BİÇİMDE, KİTLEYİ ENERJİYE ÇEVİRMEKTE OLDUĞUNU BULDU. Marie Curie, bu tesiri “radyoaktiflik” diye isimlendirdi; ve çalışma süreleri içinde eşiyle beraber, “polonyum” ve “radyum” ismini verdikleri iki yeni element (eleman, unsur) buldular.
Ernest Rutherford ve Frederick Soddy ikilisi, bu maddelerin küçük miktarlarında muazzam saklı
enerji bulunduğunu, bu rezervlerdeki RADYOAKTİV dönüşümün, Yeryüzü’nün sıcaklığının büyük ölçüde sebebi olabileceğini keşfetti; bunun yanında başka elementlere dönüştüğünü de. Meselâ, bugün bir uranyum atomu varken, yarın kurşun atomu oluveriyordu. Bu, hakikaten olağanüstü birşeydi; saf ve basit bir şekilde, SİMYA’nın tâ kendisiydi. Böyle bir şeyin tabiatte kendiliğinden olabileceğine, kimse ihtimal vermemişti.
Rutherford, her zamanki tavrıyla, bunun pratikte değerli bir uygulama alanı bulabileceğini gören ilk kişi oldu. Her radyoaktif madde örneğinin yarısının değişimi için gereken sürenin her zaman aynı olduğunu ve bu sabit, güvenilir tebdil hızının bir nevi saat vazifesi görebileceğini farketti. Bir maddenin şu ânda ne kadar radyasyonu olduğundan ve hangi süratle değiştiğinden yola çıkarak geriye doğru hesablanırsa, maddenin yaşı bulunabilir. Rutherford, fikrini bir parça uranyumlu maden cevheri üzerinde sınadı ve yaşını 700 milyon yıl olarak hesabladı. Yeryüzü’nün yaşı olarak çoğu insanın kabullenmeye hazır olduğundan çok daha büyük bir rakamdı bu.
Her ilmî buluşun faydaları yanında, buna bakıp da NAS gibi genel geçerli uygulanışında yanlışa düşülebileceğinin güzel misâllerinden biri de, YERYÜZÜ’nün yaşının hesablanması bahsinde görülür: Rutherford, radyoaktiflik sayesinde, artık Kelvin isimli fizikçinin hesablarının izin verdiği yaştan, yâni 24 milyon yıldan daha yaşlı olabileceğini hesablamıştı. Kelvin ise, bunu asla kabul etmedi ve termodinamik alanındaki çalışmalarından çok daha değerli olduğunu kabul etmedi. John Joly isimli fizikçi, 1930’lara kadar Yeryüzü’nün en fazla 89 milyon yaşında olduğunu iddia etti ve bu ısrarından ölümüne kadar vazgeçmedi. Ünlü Rus fizikçi Mendeleyev de, radyasyonun, elektronun ve yeni delillendirilmiş hiçbir şeyin varlığını kabul etmedi. 1955’de, 101 numaralı elemente, onun hatırasına izafeten ve tutumuna uygun olması bakımından Mendeleyev ismi verildi: Kararsız bir elementti bu.
Uzunca bir süre, radyoaktiflik gibi mucizevî biçimde enerjik bir şeyin mutlaka yararlı olması gerektiği farzedildi. Yıllarca, diş macunu ve müshil ilaçlarına radyoaktif bir madde katıldı. En azından 1920’lerin sonuna kadar “radyoaktiv maden suları”nın şifalı etkileri iftiharla tanıtıldı. Tüketim (istihlâk) mallarında radyoaktiv madde kullanımı 1938’e kadar yasaklanmadı. 1934 tarihinde, 1900’lerin başından itibaren radyasyon hastalığının tipik belirtilerini yaşayan Madam Curie, (hafif kemik ağrıları, kronik kırıklık hissi), lösemiden ölmüştü. Radyasyon gerçekten de öyle zararlı ve kalıcıdır ki, şimdi bile Madam Curie’nin 1890’lardan kalma notlarına dokunmak son derece tehlikelidir. Kendisine âit laboratuvar kitabları kurşun-astarlı kutularda muhafaza edilir ve onları görmek isteyenlerin koruyucu elbiseler giymeleri gerekir.
İlk atom fizikçilerinin, farkında olmadan girdikleri tehlikeli çaba ve ilim haysiyetine yaraşır büyük ve fedakârca çalışmaları neticesinde, (benim bu sözleri, TELEGRAM cihazı eşliğinde yazmam ne tuhaf!), YERYÜZÜ’nün yaşının hesablanması bahsinde iyi bir adım atılması sağlanmış, yanında pek çok yararlı keşif de gerçekleşmiştir. (Zararlılar da!)


Baran Dergisi 196. Sayı