MATLA’ Beyit: Dehen kim sırr-ı hamuşu anun imânlarındandır / Sühan ol nükte-i ser-bestenin ma’nâlarındandır —(Şeyh Gâlib)… “Ağız ki söylenmemiş sırrı onun imânlarındandır — Söz o nükte-i ser-bestenin mânâlarındandır!”… NÜKTE-İ Ser Beste: 1273: DIRA’-Cevşen. Harbte giyilen zırh… HALİFE-(Kendisinde “Vücudî” hikmet ve “kâmil hilâfet” sırrı tecelli eden DAVUD Aleyhisselâm, âyetlerde belirtildiği üzere, Allah’ın “fasl-ı hitab” verdiği, “demiri yumuşak kıldığı” ve “yeryüzüne Halife” yaptığı… İlk demir zırhı yapan da o… Derr: Bir kimsenin zâtı. Nefs. Hayır kaynağı, özü. İyi iş. Bilmek. Faydalıyı kabul, zararlıyı nefy… Derrâ: Zırh yapan. Hazret-i Davud): 720: YADDAŞT-Hatırda tutulan şey… MİRFAT-Birleşmek: 721: ABDULHAKÎM Koltuğu. (Yapışılması gereken)… MATLA’ Beyt’in Birinci Mısraı: 2057= 59: MEHDÎ-(Davud: 15: BD-İBDA… FİKİR, mevzuuna göre, Allah Resûlü’ne şeriat ve ruh varisliği liyakatiyle, bu “nefsimiz” kaynağından ihtiyacın empozesine göre, “korunmak” için çıkarılan hayat kaynağı suya benzer; bir DEF’ işidir. Bizzat su içerken, “susuzluğu” def’ etmiyor muyuz? Her “doğru, güzel ve iyi” için, bunlar insan memuriyeti def’ eseri görünür olduğu yerde de “zırha-def’e”, yâni korunmaya, yâni zararlılarının nefyedilmesine muhtaç - nefyetmek, kendini evetlemektir de… SU misâli, fikrin-zırhın, eşya ve hâdiseler üzerinde ruhun pıhtılaşması işi olmakla, onları kritik ederken sadece zararlıyı def’ değil, faydalıyı kabul etmek demek de olduğunu gösteriyor; hâni, “bu âlem bir insanın takvaya ermesi şartlarında yaratılmıştır!” hikmeti. Mesele, def’in, “kabul ve reddi”nin neye nisbetle olduğunda… KALU BELÂ: Allah ruhları yaratıp onlara “Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunda, “Evet, Rabbimizsin!” dediler. Nefy’den sonra, aksini dışlayarak, isbatladılar - “evetlediler”… İnsanların, mümin-kâfir, ölünce “imân mevzuu” olmaktan çıkmış olarak şâhid olacakları hakikat… KALU BELÂ’daki bu hâdiseyle ilgili denir ki: “İnsan yaratılmadan sonra cesedine ruh üflenmiştir!”… İmâm-ı Gazâli Hazretleri, ruhların yaratılmış olarak dünyada cesetleri yaratıldıktan sonra gelmeyi bekledikleri düşüncesini reddedenlerden… Öyleyse? Allah’tan gelen yalnız ruhtur ve topyekün varlık bu mânâdadır. Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, “ruh, hayat için alelâde sebeblerdendir!” der… İRADE, “arzu ve iştiyak” mânâsı ile alındığında, topyekün varlık “kendi varlık iştiyakı” bakımından –her ne iseler– kendi tabakalarında RABB’ı tanıyıcıdır. İnsanın EZELÎ ve EBEDÎ varlığından bahis, CESED’in yaratılmasından önce olmakla, şu görünür âlemin kendisinden yaratıldığı âlemden olmakla, RABB’ı bilmemesi mümkün değildir. İRADE, “varlık oluş ve iştiyakı” değil de, “seçme yapabilme” özelliği ile alındıkta, bir VÂLİ’dir; bu mânâda ruh, “irade-şuur”dur - insana mahsus… İnsanın bu ruh beden birliğinde göründü nefs… BELA: Evet. Nefy’den sonra isbat için söylenir… BELÂ: Dâhiye. Kurban. İmtihan. Kaygı. Tasa. Sıkıntı. Musibet… BEL: İki dağın zirvesi arasındaki çukur… BEL: Katiyetle. İhtimâl. Belki. “Hakikate bakışlardan biri”… BEL: Topuk. Önce. Akab-Bir şeyin hemen arkası. Bir şeyin gerisinde olan zaman ve mekân. “İstikbâl”… Allah’tan gayrını nefste nefy ile –sonra– isbat; burda “sonra” lâfzı, sorudan dolayı cevab cümlesinin tertibindendir. Nefy ile “isbat!” aynı ânda; aynı… ANCAK: Bu “bela-evet”, İnsan dünyada göründükten sonra, müsbet veya menfide tekâmüle sebeb şuur, BELÂ olarak göründü… Mitoloji’deki, sadece topuğundan yenilebilir ve bu yüzden orası korunması gereken ölümsüz kahraman gibi; dünyada şuurun evetlemesi, birbirlerine nisbetle zıt olabilen şuurlara göre!)
*
MATLA’ Beyt’in Birinci Mısraı’nın Ebcedi: 2057: MECİD-Azametli. Şerefli. Gâlib. (Zât şerefine sahib - Allah’ın 99 güzel isminden biri)… DECN-Bol yağmur. Rahmet: 57: NAV-Küçük gemi. Sandal… MEHDÎ: 59: DEHEN-Ağız… HAMUŞÎ-Susma. Sükut etme. (Sırr-ı Hamuşi: 1217: Rüyâ… Yevmiye: Üstadım’a sorması üzerine birkaç rüyâmı söyleyince, “kimseye anlatma bunları, en yakınına, eşine bile. İnceler incesi bir yol üzerindesin!” dedi… Hoş, bana benden gizli olanı –ki gördüğünüz şekilde hep yeniden yeni bir çehreyle beliriyor Levhalar–, anlattım, hep dışın dış yüzünde kalındı; bir de anlatmak istesen de “kelimelere emanet edilemezler” var; şok geçirenden hâlet bir misâl… Birde “Allah de ve sus!” diyesiye bir “ehl-i kalb” hâli var ki, onlara mahsus… Sükut vardır, konuşmadan daha natık; sükut vardır, sır dili, sükut… Sükut vardır, hamlıktan; sükut vardır edebten!): 957: İFRAT Halde Tecrid… ATİYE-Azgın. Büküp büküp atan. (Atiy-Haddi tecavüz etme, haddi aşma. İfrad. Çok ihtiyar olma. “İhtiyar: Yaşlı. İstek, arzu. Razı olmak. Katlanmak. Seçmek. Seçilmiş”: 480: Salih İzzet Mirzabeyoğlu… Atiyen-İleride, gelecekte. İstikbâlde: 412: Gaybet-Bir şeyin diğer birşey içinde gayb olması): 486: SÜKUT.
*
MATLA’ Beyt’in İkinci Mısraı’nın Ebcedi: 2719: TARİKAT-Mânevî yol. Usûl. Tarz. (Nükte-i ser beste - “Bestenin baş nüktesi”: 1972: İstihbas-Bir şeyin doğruluğunu anlayabilmek için iyice tetkik etme, araştırıp tahkik etme… İrtiaş-Ra’şeye tutulma, titreme, sarsılma. “Anlayış”: 972: Taabbüs-Boşluktaki bir şeyi avuçlamaya çalışır gibi. Anlatılmazı anlatmaya gayret gibi. Felâtat… İltisam-Ağzını örtmek. Öpmek. Öpülmek. Kabul etmek. Kabul olunmak: 972: Bi’set-Gönderilme. İnsanları doğru yola sevk için gönderilen. “He harfi, Allah’ın El-Bais ismine ve Levh-i Mahfuz’a işaret eder”… İmtisal-Bir şeyin suretine girme: 972: Müstetbi’-Kendisine tâbi’ olunmasını isteyen… Azrec-Vâhid: 973: İstihdas-Yeniden elde etmek)… ABDÜLHAKÎM Koltuğu: 722= 1721: ASLAH-Kulağı işitmeyen. (Aslah-En sâlih: 129: Lâtif… Allah, “Yaratıcı” mânâsıyla, ister inanılsın ister reddedilsin, “bilinir, görülmez”; her Peygamber’de O’ndan hisse, Allah Sevgilisi “görülür, bilinmez - insanî hakikat dipsiz meçhül”… Mİ’RAC, “varlıktaki boşluksuzluğa, birlik’e şâhidliğe” delil… Allah’ı herşeyden tenzih edici bir mutlaklık, neticede âlemlerden tahliye bir kayıtlının zıddı olmasıdır ki, hem mutlaklık hakikatine, hem de VÂHİD olmasına uymaz; O hem her türlü varlıktan müstağni, hem de her varlıkta ona nisbetle hüküm süren… Neticede imân, bir “şekk-i derin-aksine yer vermeyen zann” yapışmasıdır; imânın hakikati… Bu hâl içinde, daima tenzih etmek, “zann-teşbih”; tenzih ile teşbihi birleştirmek… NUH Aleyhisselâm, “Allah’ı imkân âlemine âit hükümlerden tenzih eden” tesbihle, Allah’ı tesbihte çok ileri gittiği için, bunda üstünlük, kendisinde tecelli eden hikmet SÜBBUHÎ… Kavmini, putları bırakıp Allah yoluna davet edince, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve örtülerine büründüler… Davet, davet edilenin hâline göre olmak mânâsına bir hiledir. “Vâvî: Tilki. Hile. Gönül”… NUH Aleyhisselâm davetinde onların bu yönüne bakmaksızın, onların bu yönünü örttüğü için, onlar bilmeksizin sözkonusu hareketleri ile “evet!” demiş olsalar da, elbetteki davete uymadılar… Allah, kendi zâtı hakkında, “O’na benzer birşey yoktur”; hem tenzih etti, hem de misil beyanıyla ikileştirdi… Sonra: “O işitici ve görücüdür” dedi, kendini teşbih etti… Bütün insanlık, kendi zannında bir mabud sahibidir; bir teşbih içinde… Meselâ kâfir, Allah’ın “yoldan çıkaran” mânâsındaki MUDİL isminin tasarrufundadır… Davet’in bizzat hile olmasından kasıd budur; davet, bilinmeyen şey için olur, oysa Allah bilinmeyen değildir… “Kâfir putlarda ne aradığı[nı] bilseydi”; demek ki teşbihin, “zann”ın bir hakikati var… Mesele, teşbih ile tenzihi nefste birleştirmekte; ve davet de böyle… Bilindiği üzere NUH Aleyhisselâm, davete uymadıkları için Allah’tan kavminin helâkını istedi; ve NUH Tufanı denilen tufan oldu... DİKKAT: Nuh Aleyhisselâm, bir Peygamber olduğu için ona eksiklik ve yanlışlık izâfe edilemez. O’na âit hikmete bakarken, sanki böyle bir intiba doğuyor olmasın. Resûlü’ne imân da Allah’tan ve gerisi sadece bu nasibe vesile; Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi de, Allah’tan başka hiçbir şeyi görmez ve iltifat etmez O’nun Peygamberlik dönemine, böyle bir kaderleriyle düştüler. “Tebliğ şöyle olsaydı, böyle olsaydı” denemez, nasıl olursa olsun, imân nasibi olmayınca zaten olmaz. Bundan sonra söylenenler, sadece hikmet gözüyle bakanın gördüklerine dair ve Ümmet-i Muhammed’e derse dair… Açlık devrinde, beni açlıktan ölmek üzere bırakacak açların ekmeğime saldırmalarını def’ etmem Şeriat’e uygundur; sonra, “şu şöyle olsaydı, bu da böyle olsaydı!” diye sebebleri tahlil etmem ve onlara hak vermem, benim için bir tenakuz değildir; bu misâli kıyas edin!)… ABDÜLHAKÎM Koltuğu: 722: TEŞEBBÜK-Ağ şeklini alma. Şebekeleşme. (ARŞ, Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli ettiği yerdir; Arş, Kâinat’ı kuşatır, Allah’ın ilim ve kudreti de her şeyi… Kürsî, taht, bazen Arş niyetine, bazen onun altındaki sema tabakası olarak kullanılır. Kalbteki mertebesi, Allah’ın “Şekür-Şükredilen” ismiyle ilgilidir. “Varlığın hakikatini muttası[f] ve herşeyi yerli yerince eden” mânâsındaki HAKÎM, Allah’ın ve Allah Sevgilisi’nin bir ismidir.)
*
MİRSEB-Hâlid bin Velid Hazretleri’nin, “Yedinci Mir, yakan Mir” mânâsına gelen bir kılıcının ismi. (Bu kılıcın diğer ismi, Zu’l Kurt: Kulağında küpe olanın… Kurt-Küpe. “He”. Kulakta küçük halka: 309= 1308: Arvasî… Mahzum-Burnunun halkasıyla tutulan sığır ve deve. “Burun, dağ tepesi, zirve, bit, görürlük, idrak. Halka, sıfır, he harfi, temme, bitti, cezm, tutar, yapışmak”: 101: Gusto… Usmuh-Kulak. Kulak deliği: 737: Bezle-Ahenk ile okunan şiir… Ahenk: 76: Sehabe-Tek bulut… Mahzumoğlu-Kureyş’in bir kolu: 736: Hâlid bin Velid… Mutasavver-Kabil, mümkün. Kabul eden. Ahize. İşiten. Tasavvur edilmiş. Tasvir edilen: 736: Mehdî Salih İzzet Erdiş… Zu’l Kurt: 1045: Amid-Diyarbakır’ın evvelki ismi): 423: EHADİYYET-Allah’ın herşeyde birlik tecellisi… NUH (Aleyhisselâm): 656: NA-HUDA-“Gemi kaptanı. Zulüm, kaymağı alınmadan içilen süt.”. (Huda, harbte giyilen zırh başlığıdır… Na-huda, onun nefyi, olumsuzlanması: Başlığı olmayan… Mertebeler, kademeler, hep kulun kendi varlığını idraki için; “Rabb tecelli edince hakikat bile nihan — Hakikat de kul, Hakkı nasıl eder imtihan!”… ÜSTADIM’ın bu NOKTALAMA’sında, NUH Aleyhisselâm’ın Allah’ı herşeyden şiddetle tenzihinden doğan hâlde davetinin, kavminin putlarının hakikatini kendinde gösterici olarak yapışmalarını sağlayamamasının sebebi de, HAKK’ın Hak üzerine kaimliği şeklinde açık… NUH Aleyhisselâm’ın kâfirlere DARRİ’liği, zararı, “sütü kaymağını almadan içirmesi” gibidir; Allah’tan onları cezalandırması için duası ve neticede TUFAN, Allah’ın takdiri eseri… DARRİLİK, onun yalınlığında, zırhsızlığında; kâfirler yönünden ise, O’nun karşısında büründükleri işitmezlik “zırh”ı ile, kendi nefslerine zulüm etmişlerdir.)… MÜSTENKIH-Anlayan, idrak eden: 655: CÜNBUH-Büyük bit. “Büyük zirve”… HAVAN-Arslan, esed. (Anbes-Arslan: 182: Kafa Kağıdı): 657: TEN-AVER-Etine dolgun. Vücutlu. “Abdülhakîm Arvasî Hazretleri”.


 
KAFA KAĞIDI
(HADD-İ ZÂT)

 
LEVHA: 26 Şubat 1985… Tiyatro eseri gibi bir “biyografî-hayat hikâyesi”… Üstadım’ın imiş ve Büyük Doğu yayınlarından yeni çıkmış… Üstadım, “benim dostum 37 yaşında!” diyor… Doğum tarihi filân var!..
*
TİYATRO-Temsil oynanan, temaşa sanatının sergilendiği yer. (Temsil-Bir şeyin aynını veya mislini yapma. Benzetmek. Zann. Teşbih etmek. Numune söz: 980: İstikbâl İslâmındır… Ül’üban-Oyuncu, aktör: 154: Mehdî Muhammed… Aktör: 707= 1706: Fikir Kahramanı): 1017: TEVSİK-Vesikalandırmak. Yazılı hâle koymak. Bir kimse hakkında “bu emindir, mutemeddir” demek. (Benimde kendisinin yanında imzasını atabileceği bir eserim olmasını isteyen ve TERCÜMAN Gazatesi’nde kendisinin hazırladığı RAMAZAN sayfasında sonra BÜYÜK DOĞU yayınlarından basılmak üzere ÜSTADIM’ın hazırlattığı İSTİKBÂL İSLAMINDIR isimli eserim… Bununla ilgili, zamanın ZAFER isimli dergisinde çıkan KAPTAN Kusto’nun Müslüman olmasıyla ilgili nüshasını ve MAURİCE Bucaillo isimli bir ilim adamının eserini vermesi… Sonra, başlarında Rahmetli Muharrir Ahmed Kabaklı başkanlığında çıkan EDEBİYAT Dergisi’nden, aralarında Profesör Ayhan Songar’ın da “Psikiyatrist” bulunduğu kendisini ziyaret eden ve mülâkat yapan heyete, gıyabımda, hakkımda söylediği: “Bu Kaptan Kusto’yu alıyorum ele… Biri daha var, Roger Garaudy… Ruhtan ruha intikâldir bunlar… Güvendiğim bir gence etüd yaptırdım. Güzel oldu etüdü!)… CEVAZ-Yol, tarik ve meslek. Müsaadeli. Ruhsat, izin, câiz olma: 17: VÜCUB-Vâcib olmak. Sabit olmak. Muzdarib olmak. Bırakılması mümkün olmamak. Tıfl. Gece. Çocuk. (Gece: 25: Dibace-Takdim. Mukaddime. Başlangıç. Önsöz.)
*
BİYOGRAFİ. (Yevmiye: Hayatımı yazabilecek tek kişi sensin!): 1309: SERLEVHA-Yazıda başlık. (Kaptan Kusto Müslüman)… HAŞ-Kalb: 309: HARIK-Yakan, yakıcı. Yanan, tutuşmuş. Ateş. (Harak-Ateş: 308: Erzak-Mavi. Saf su)… BİYOGRAFİ: 1309= 310: MÜRSA-Geminin demir attığı yer... ŞAHİD: 310: ANKAS-Erkek tilki yavrusu… ASHAB-I BEDR: 308: ŞİHAB-Kayan Yıldız… İHAZE-Su toplanacak yer. “Vakt”: 308: ARVASİ. (Bir dağ ismi)… GÖLGELER: 308: NİSANMUS. “Akadça”-Nisan. Birinci. (Üstadım’ın “Kafa Kağıdı”nı yazmayı kesmesi.)
*
SEYYİD Abdülhakîm Arvasî. Üçışık. “Büyük ebcedle”: 1987: MEHDÎ Necib Fazıl Kısakürek-MEHDÎ Salih Mirzabeyoğlu. (1987’de 37 yaşında idim!)
*
KAFA Kağıdı-Hüviyet cüzdanı. Biyoğrafi. (Kafa-Baş. Ense. Akıl. Zeka. “Ruh. İstikbâl”: 182: Selâman-Bir büyük ağaç): 1217: RÜYA-(Tilki Günlüğü!)… MUAVVİZAT-Kur’ân’ın son iki, Felâk ve Nas Sûreleri. (NUH Aleyhisselâm’ın “İnsanî Hakikat”in perdelerinde, gaybı, NEFS’in Gaybı’dır. Pazar günü ile ilgili alâkalıdır… Zikrin ateşi sayesinde nefsin, faaliyetten geri durduğu… Bu makamda derviş’in, ölülerin hâllerine vakıf olması… Tehlikesi, halkı basiretsiz bulması… Faaliyetten geri duran nefsten doğan fenâ hâli; yokluğa bulanması… Hatırlatma: “Şah-ı Nakşibend Hazretleri’ni bir Pazar yerinde dolaşırken görüyorum, kucağında da küçük bir çocuk var!”… Yevmiye: “Nefsimizin bir hakikati var!”… ADEM Aleyhisselâm’ın gaybı, “kalıb lâtifesi-cinn, gizli”, birinci gayb ki “şeytan gaybı; burada kızıl ve kötü bir renk gözükür, zikrin tesiriyle lâciverte dönüşür”… TELEGRAM’da “kalıbtan-beden”den, “cinn-gizli”ye müessiri de belirtmiş olayım… Yevmiye: Yatarken Felâk-Nâs okumayı unutma!): 217: RABITA-Rabteden, bağlayan, bitiştiren. Münasebet. Tertib. Sıra. Düzen.
*
KAFA Kağıtı: 805: DAD-Bir harf. “Büyük ebcedi”. Adalet. Hak, doğruluk. İnsaf. Vergi, ihsan, atiyye. Ömür, hayat. Sızlanma. (Adaletle “dad” arasındaki fark, birinde zulmetmemek, diğerinde ise başkasının zulmünü def’ ve izale etmektir… Dad: 9: İBDA… Dad harfi, Allah’ın El-Âlim ismine ve İkinci semâ mertebesine işaret eder… NEDİM: “Sâfî ilim dilinden ızdırab olmaz sâfî sinede; ey gönül, asayiş-i aba bak ayinede!”… Dad harfi, Da’va cetvelinde Allah’ın DARÎ ismine işaret eder ve sayı değeri 1001’dir… DARÎ, “belâ verici” mânâsı biraz ruha giran geliyor olması bakımından, Allah’ın kuşatıcı RAHMAN ismi ile tevil, “kötünün de var olmasına müsade” diye ifâde edilmiştir; bir yönüyle öyle, diğer taraftan “belâ” aşık için uzak olmaktır ki, hani “zıtlar birleşselerdi ebediyen ayrılmazlardı”, kulluk hep “mihnet ve belâ”dır; bu hâl, nefse nur üstüne nur incilâ… DAR-Kapı: “Hazret-i Ali, ilim beldesinin kapısıdır!”… Yanında Zülfikâr isimli kılıcı… Allah ve kulu, Allah ile mahluku olarak bakıldıkta, “Allah bilinmek için İnsanı yarattı!”, bilinmek bu zıtlıktan; yaratılışta, Emir Allah’tan, oluş kendinden… “Başkasının nefsiyle ilgilenmekten, nefsi rahat bulur”; maddî ve manevî, dış dünyanın uyaranlarına karşı İNSAN’ın ben tepkisi - Salih Aleyhisselâm’da tecelli eden “kendinden zuhur” hikmeti… DAD-Ebced değeri: 800: KÜLTÜR Davamız.)
*
ZÜ’L-Fikir: 1036: İLÂH. (Zülfikâr: 1118= 119: Nates-Üstad… ZU-Sahib, mâlik: 706: Fikir Kahramanı… Fikâr-Yaran. Parçalayan. Delen. Halleden. Farz: 381: Sırtlan. “Kasah-Sırtlan. Isıran. Tutan. Yapışan”: 169: Rahman Sûresi 19 ve 20 âyetler… Mustaka-Sakız. “Yapışan. Tutan. Alak. Kan. Oku emri”: 381: Kıst-Hisse. Nasib. Mizân. Parça parça verilen hediye. Adalet etmek… Kust: 169: Abdülhamid. “Hamdeden kul. Kürsî mertebesi”… Hazret-i Ali’nin kılıcı Zülfikâr’ın ucunun iki başlı olduğunu biliyorsunuz… Cezzab-Çok cezbeden: 706: Aktör-“Rüyâda gelen mânâ: En büyük aktör sensin!”… BÜYÜK Doğu-İBDA fikir ve aksiyonunu böylece çerçeveledikten sonra, –bu bir kurtuluş gemisi–, gelelim NUH Aleyhisselâm’ın inkâr eden kavminin hâlinden ders çıkarmaya: Bütün varlık Allah’ın isim ve sıfatlarının tasarrufu altındadır ve “Allah’tan başka hiçbir İlâh yoktur” hakikatinin “Hırka-i Tecrid”ine bürünmeyenler, neticede kendilerini nasıl belirtirlerse belirtsinler, kendi nefsleri suretinde olanı, nefslerini İlâh bilenlerdir. Bunlar, inkârcılar ve ahmak şaşkınlar güruhu… KELİME-İ Tevhid: 523: HIRKA-İ Tecrid)… İDLA’-Delil getirmek. Kovayı suya sarkıtmak. (Rüyâ’da gelen mânâ: Üstadım’ın dostu ve Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin yakınlarından Muhib Efendi Üstadım’a, “Nuru kalbinden kovayla çek!” diyor… Delv-Kova: 40: Veled-Çocuk… Ferzend-Çocuk: 341: Mirkelâm… Kâdım-Kemirici. Koparan. Kat eden, kesen: 941: ZA’M-Kelâm, söz. İnsan… Te’sil-Sermaye vermek. Asıl etmek. “İbda, birisine kârı tamamen kendisine kalmak üzere sermaye vermek. Benzersiz oluş”: 941: Feyezan-Suyun çok olup coşması, taşması. Feyz, bolluk, fazlalık): 37: EZEL. (Kadim-Evveli olmayan zaman. Ezel: 154: Mehdî Muhammed… Kelâm-ı Kadim-“Kur’an”: 245: Murad-Gaye. Maksad. Arzu edilen. Ümid ederek beklenen… Allah Sevgilisi’nin bir isminin “Mehdî” ve Kur’ân’ın O’nun nefsi oluşu hatırlanmalıdır!)                     
 
GAZEL


 
MATLA’ Beyit: Halka hublardan visâl-i râhat efzadur garaz / Âşıka ancak tasarrufsuz temâşâdur garaz —(Fuzûlî)… Umumi: “Halka sevgili ve dostlardan rahat arttıran buluşmadır garaz — Aşıka ancak tasarrufsuz temâşâ, şahidliktir garaz!”… Garaz: Maksad. Niyet. Murad. Zelillik.
*
GAZEL-Gazal. Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. Aşk ve his asıl, ilk beytinin her iki mısraı kafiyeli, diğer beyitlerinin ikinci mısraı ilk beyit kafiyesinde olan 5 ile 15 beyit arasında değişen bir nazım şekli. Geyik. Ceylân. Gazal. Lâtif şey. Sonbahar’da ağaç üzerinde kuruyan yapraklar. Köpeğin, geyiğin sesinden ürkmesi. Kadınlar sohbetini seven kişi. Güzel söz. Şarkı. (MATLA’ Beyt’in sonra açıkladığımızda görüleceği üzere, toplam ebcedinden ikinci ve mısraına doğru şimdi vereceğimiz ebced tevafukları, tam da mısralarına uygun mânâlara gelir… Toplam ebced: 9069: 78: HAKÎM… İBDA: 78: HİKEMÎ-Hikmet düşünceye âit… İkinci mısraın ebcedi: 4413= 417: NECİB Fazıl Kısakürek… Bidayet-Başlangıç. İlk olarak: 417: Tevahhud-Vahîd, tek olmak… Birinci mısraın ebcedi: 4656= 660: İntihar… Müsteykin-Yakîn ve kat’i olarak bilen: 660: Keramet.): 1037: G-AZEL. (Gayn harfinin ebced değeri 1000’dir ve Allah’ın Ez-Zâhir ismine ve Küllî Cisim’e işaret eder… Gayn: Susuzluk. “Gayna, yaprakları çok olan ağaç”: 1060: Sin-İnsan… Azel: Ezeller. Başlangıcı olmayan zamanlar. Yalnız ve yalın bulunan. Velilerin, Allah karşısında fakr ve zelilliklerini “Hakk-el yakin bildikleri” mertebe. Hata, aslına benzemeyen. Kadim, bir yere gelen, ayak basan. “Üstadım’dan: Ne bir harf ne kelâm — Esselâm Esselâm”. Dil tutuk, yürek burkuk, yalnız teslimiyet!)
*
HUB: Hata. Günah… HUB: Hoş, güzel, iyi… HUBB: Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek. Lüzum ve sübut. Muhafaza ve tutmak… HUBB: Mekr. Hilekâr. Kurnaz. Yalancı… Halk için, muradı, gayesi, neticede iyi-kötü rahatı içindir; iyilik ve kötülük de adamına göre. Visâl de iyi veya kötü olur… Aşıkın muradı ise “temaşâ-şuhud”tur; bu murad, “na-murad” olarak Allah’a yapışmaktır… MUHYİDDİN-İ Arabî Hazretleri: “Halk için Hakk akılda, halk ise görünen varlıktır; Ehl-i kalb içinse Hakk görünen, halk akıldadır!”… Visâl: Vasıl olma. Sevdiğine kavuşma. Ayrılıktan kurtulma… Visl: Benzer. Misil. Âzâ, uzuv. “Benim elim, benim ayağım diyorum da ben nerde?”… Benzer, misil, “aynı” mânâsındadır da, tıpkı ağaçta yaprak ve meyve, vücutta “kıl” gibi, asla benzemeyen bir mahiyet belirtebilir; mesele “yapışmak, tutunmak” olunca, visl, visâl olarak idrak edilir. “Reis-i cumhur” derken, “cumhur”, tek bir suret olarak, ona yapışık tek tek müşahhas insanlarda ayn olmakla beraber, bir keyfiyet olarak tek’ten başkadır; cumhur keyfiyetinden başka, tek tek müşahhas insanları da temsil eden “Cumhur-başkanı” keyfiyeti ki, tek bir müşahhas şahısta… Verdiğimiz misâlde, kaskatı hakikatlerle mecazî kullanımların, “benzer, misil, âzâ, uzuv” kavramlarında, “şu şudur” gibi bir basmakalıp belirtmediği anlaşılıyor… Benzer ve ayn, benzediği ve aynı olduğundan başka olmakla, ayrı da olmuyor… İnsan, bâtınını Allah’ın kendi suretinden yaratmış olmasıyla, –YARATMIŞ olmasıyla–, öncesi olmayan bir sonsuzlukta (ezelî), aynı sebeb, ebedî bir varlık; o gittikçe gidilir olmak bakımından her idrake nisbetle “bilinmezi” ayrı hakikat, “Hakikat-i Ferdiyye” olarak tek bir nefste tecelli ediyor - Allah’a yapışmış, ama asla benzemeyen… Asla benzemeyene dair verdiğimiz misâllerin, sadece “asla benzememe” hususunda “misâl” olduğuna dikkat; Allah’ın misli ve benzeri yoktur. “İnsan Tanrı parçasıdır!” gibi lâfların yeri yok; Allah ne parçalara ayrılabilir, ne de parçaların kendisine yapıştığı bir “keyfiyet” - İnsanî hakikatin meçhullüğüne delil, insanın kendisi. Demek ki bilinen… HAKİKAT-İ Ferdiyye’de tecelli eden mânâ, kendisine yapışan Peygamberler’den başlayarak en sade mümin ve Müslüman’a, kendisini inkâr edene, bütün varlık tabakalarına kadar, kalbte hakikati mahfuz mertebeler ve âlemlere âit suretlere kadar saridir… Allah’la insan arasında en iyi ifâde “ezel”dir; öncesi olmayan… Bu Allah’ın EL-Evvel ismidir denemez; Allah’la kul arasında, Allah’tan gelen ve her kim neye yapışsa müntehasında O’na dönen, aslı imânın özü aşk bağı var. “Allah, bir aşk ânında kendi nurundan Muhammedî Nur’u yarattı!”… Veli sözü: Visâli andırır bir ayrılık, ayrılığı andırır bir visâl… Onların hâli… Arada ayrılık olmasaydı, varlık cilvesi naz olmazdı!
*
EFZA: Arttıran, çoğaltan… EFZA: Korku ile bağırıp çağırmalar… EFZUD. (Efzad): Çoğalan. Artan… MATLA’ Beyt’in birinci mısraında geçen “Efzadur” kelimesi, “Efzadur”un vezin zaruretinden öyle yazılmışı olabilir… Yine, “Efzad”, başka nüshada “Efzadur” diye… Ben burada “Efzadur” diye kullandımsa da, MATLA’ Beyt’in toplam ebcedi, “Efzad” ile toplu mânâya daha uygun geliyor: 8869: MEKTUBAT-İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin “Vahdet-i Şühud: Varlığa şâhidlik” görüşünün temel eseri… TEMAŞA-Seyre çıkmak. Seyr etmek. Hoşlanarak seyr. Hayret etmek. İbret almak. Temaşî, birlikte seyr: 742: EZYAL-Ekler. Zeyller. “Arizî”… ZEYL-Ek, ilâve. Yapışmak: 740: MÜTEFEKKİR-(Mektubat: 869: Necib Fazıl Kısakürek-Salih Mirzabeyoğlu)… MATLA’ Beyt’in ikinci mısraında: “Âşıka ancak tasarrufsuz temâşâdır garaz!”… Garaz: Zelillik. “Ezel, gazel’in kelime mânâlarından birinde de görüldüğü üzere, aşıkın kuru yaprağa döndüğü, G-Azel bölümünde de Gayn’ın emebilme istidadı olarak susuzluk mânâsı işaretlendiği üzere, idam-ı nefs olmuş tam bir tükenmişliktir.”… Garez: Kayıştan yapılan üzengi. Ağaçtan üzengi. “Rikab, büyük bir kimsenin huzuru, önü. Ruhun isimlerinden birinin Kelme-i Ehemm olmasına nisbetle Allah’tan gelen ruhun önü, güzel sözün önü”… Allah’tan gayrından tam bir ihtiyaçsızlık için hayretten doğan açlık; Hakk’ın Hakk üzerinde kaimliği, “bir şu yan, bir bu yan” gidip gelmelerde, bu nefs gaybına rağmen “kulluk’un farkında” oluşundan bir hisse… Hisse; yoksa “ezeller” ifâdesi ve bu mertebede “ezel” sanki bir durak, ezel olmazdı… ÜSTADIM, önce “Kadın”, sonra “Nefs” ismini verdiği şiirinde, (ikisi de murada uygun ama bana ilki daha hoş geliyor), EZEL’in DADRÎ’liğini, vahşet hissi verici “yapayalnızlık” yeri oluşunu şöyle söylüyor: “Sen kaçan ürkek bir ceylânsın dağda, — Ben peşine düşmüş bir canavarım, — İstersen bütün dünyayı çağır imdada, — Bir sen varsın dünyada, bir de ben varım!”… Sen; nefste ezel; ben, nefste ebed yolcusu… Eşya ve hâdiseyi, şu günlük ihtiyaçlar için tasarruf zaruretinden başlayarak, “yaşanmaya değer hayat hangisi?” nizâmı içine oturtmak gayesi mahfuz, her iş ve oluşun münte[ha]sında beliren hakikat son tecridte bu menzile çatar: “Başlangıcı olmayan zaman”, yalnız Allah’la başbaşa olunan bu “Kalu Belâ-Bezm-i Elest” hakikati, “unutulmuş”, yâni “saklamanın bu bir başka şekli”nde bütün insanlarda uyuyan olarak var. İnsanın ömür süresindeki geçmişini hatırlaması bile, –ki bir ruhî aksiyon mevzuu–, her insanda şuur kuvvesi farkıyla ayrı; bu farklılık, EZEL bahsinde de bir vardıkça varılacak ebediyet, zamanüstünde mevcut… Makam ve mertebesi, dünyada şuurla kazanılmış ve kazanılamamışa nisbetle bir çekirdek kuvveti!
*
EHL-İ Kalb, “halk” diye, bâtın yolu dışında olanlara der. Fuzulî’nin MATLA’ Beyti’nin ilk mısraında bahsi geçen halkı, en sadesinden, hangi işde olsa en allâmesine kadar diye alabiliriz. Fizik ilminin ünlü dehası Einstein, hem “ister istemez mistik görüşlerin kablî-peşin fikir kabul edilerek istifade” hususu da içinde, “tasarrufsuz temaşa-hayret” bahsini, din ve İslâm alâkası olmaksızın, bir hissediş olarak şöyle belirtir: “Tecrübe edebileceğimiz en güzel ve en derin heyecan, mistik heyecandır; her hakiki ilmin tohumu… Bu heyecanı duymayan insan ölmüş gibidir. Bizim nüfuz edemeyeceğimiz şeylerin gerçekten var olduklarını bilmek, bizim en iptidaî şekillerinde idrak edebileceğimiz en yüksek anlayış ve en parlak güzellik hâlinde tecelli ettiklerini bilmek… İşte bu bilgi, hakiki dinin merkezidir!”… Mistik görüş, bir şeyi bir hâdiseyi, onu saran mücerret oluş içinde ele almaktır; aslı dinde, ama görüldüğü gibi, kendisi herhangi bir dine mensub olmayan ve FİZİK gibi gerçekleşmiş ve gerçekleşebilir olanın madde yanıyla ilgili Einstein bile, “pratik yarar” düşüncesi dışında bir “saf ilmî heyecanın, garaz”ın, “pratik yarar” mahiyeti bir varlık içinden dahi görülebildiğini, yine fizikte kalarak görüyor ve onu saran mücerrete hayran, mecazen “din” diye niteliyor. Hani kimine, “dini imânı para!” dersin… PRATİK Yararlılar’ın, “teknolojinin ince buluşları”nın nerelerden kaynaklandığını bilmeyenlerin ve o işlerin aslında esnaflığında olanların, bize ne türlü bakmalarını gösteren söz, LENİN’den: “Anlayış temin eden teoriden daha pratik bir yol mevcut değildir!”… Çoğu insan düzgün cümle kurabilmeyi ve mantık kurgusunu fikir zannediyor ya… Beni kızdırmak için kızdıran Ser-Darrî’ye, onun “pratik yarar” düşüncesiyle ilgili verdiğim alay edici cevab buna dair: “Cezaya âit kanunları kaldır, suçun azalması bir yana, hiç suçlu kalmaz!”… Çatışmanın önüne geçme gayesi, “fikir”den daha kıymetli değildir; karşında olan bir dava sahibine de en önce sorman gereken fikridir… Ama fikir de fikir olmalı ha… FUZULİ’nin MATLA’ Beyti’nde, her mevzu sahibinin alacağı hisse bir tarafa, sadece FİZİK ilminde bile halihazır dünyanın “nal toplayıcılığı” görülmüyor mu?
 
KALB GÖZÜ


 
HATIRA: “ÖLÜM Odası”nın 1. Cildi’nde mevcut bir rüyâ - demek ki hem vakıa, düşvârî… O LEVHA: (…) 2010… Rüya’da sabah ezanı okunuyor… Önümde bir kağıt ve üzerinde hep 2 ile ilgili sayılar… Bir yerde 14 ve 22 sayılarını okuyorum. Kağıt, kenarlarından yanmaya başlıyor ve dairevî bir çizgi üzerinde yürüyor gibi… Tam ortada bir göz var; bunun, Salih’in daha önce yaptığı bir resimle ilgili olup olmadığını düşünürken, O gözün Salih’in olduğunu anlıyorum. —Nalân Said.
*
KUR’AN-Kul kelâmı üzerine nâzil olan Allah kelâmı; bir yönüyle mahluk, diğer yönüyle Allah’ın “Kelâm” sıfatındandır: 351: RİSMAN-(Âyet meâli: “Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız!”… Hablullah: Allah’ın ipi… Habibullah: Allah Sevgilisi ki, Kur’an O’nun nefsidir!)… KÜRAN-Al renkli at: 271: HACEREYN-Altun ile gümüş… KENAR-Sahil. Deniz kıyısı. Çevre. Çember. Etrafı çevrilen şey. Kucaklama. Aguş. Kusto: 271: SARÎ-Sirayet eden. Genişleyip başkasına da geçmeye elverişli. Gemici, denize açılan… HADİKA-Etrafı duvarla çevrili bahçe. Sulu, ağaçlı bahçe. Küna. (Hadeka-Gözün siyahlığı, göz bebeği. İnsan, Allah katında bakan gözbebeği gibidir; Allah kuluna onunla nazar eder, bu yüzden ona İNSAN ve HALİFE dendi): 127: SİMAVÎ-Çehreye âit… FITHIL-Adem Aleyhisselâm’ın yaradılışından önceki zaman. (Ezel): VİSÂL-Vasıl olma. Sevdiğine ulaşma. Kavuşma. “Sevdiğiyle beraber”… KURA-İbadet eden. (Hadaka: Her görüp beğendiğinin alınmasını isteyen kadın… Kurr: Karar. Soğuk. “Sevinç”… Kura: Okuyucular. Kur’ân okuyanlar. Kûran… Kurre: Parlaklık. Tazelik. Gözün, idrakin parlak ve nurlu olması. Dilşad olmak. Kurbağa. “Ölüm”. Ağlamaktan sonraki serinlik… Kura: Kalem kesintisi. Huruf-u mukattaa): 302: UHUZ-Göz ağrısı. “Sevgili”. (Yevmiye: Şu gözümün ağrısına da şöyle böyle diyorlar, bir teşhis koyamıyorlar!)… UHZ-Sihir. Efsun. (Şiir): 302: MİRZABEYOĞLU… KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN. (Noktalı harfler): 302: DERVİŞ MUHAMMED. “Noktasız harfler”. (Hırk-Törpülemek. “Kadım, kemirmek, kesmek”: 308: Evrak-Sahifeler. Yapraklar… İzaha-Bir şeyin çevresini dolaşma. Açılma: 308: Hark-Yakmak. Yanmak. Yangın. “Denizler tutuştuğu zaman?”… Bedraka-Allah yolu. Kılavuz, delil. Mürşid. “Ateşi gül bahçesine döndüren, bütün velâyetlerin gıdası Allah Dostu lâkablı İbrahim Aleyhisselâm hatırlanmalı”: 308: Arvasî… Aynı ebcedle Cevş: Zırh. Merkez. Orta)… ASGARAN-Kalb ve dil: 1342= 343: MURAKIB-Murakebe eden. Teftiş ve kontrol eden. Hıfzeden. Allah’a bağlanmış olan. (Rüyâ’da gelen mânâ: Üstadım’a hatardan bahsediyorum, “öyle hatar olmaz, her hafta gelip kontrol edeceğim!” diyor… Yevmiye: “Efendi Hazretleri’ni görsen iyi olurdu ama, birşey fark etmez. Seni ben yetiştireceğim!”… Kültür Davamız hakkında hükmü: Bu kitab Cumhuriyet sonrası kavruk nesiller içinde ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir!)… ÇEŞM-Göz. Ayn. Dide. (Muhtelif defalar bahsi geçti: Üstadım’ın “Kafa Kâğıdı”, cümlelerin altında ve kelimenin üstünde olanı okuyan içindir, benim içindir… TİLKİ Günlüğü’nde UFUK… Onda, küçük yaşta vefat eden kızkardeşi Selma’dan bahsederken, kendisine en çok tesir eden hâlinin mahzunluğu ve gözleri olduğunu söyler: “Hele Selma’nın gözleri, gözleri!”… Selm: Tek kulplu kova. İtaat. Sulh… “Nuru kalbinden kovayla çek!”… Kova, “göz çukuru”; nur yuvası gözler, nurî idrak… “Ufuk, bir tilkidir kaçak ve kurnaz!”; denizlerin tutuştuğu yerde… RÜYA’da gelen mânâ: “Misafirler gelmiş, aralarında Üstadım’ın Hanımı da var; Teyzem Âdile, tebessüm ederek bana göz kırpıyor!”… Adil: Adalet eden… Adil: Eş. Benzer. Akran… Abdülhakîm Arvasî Hazretleri: “Allah adlî ile değil, fazlı ile tecelli etsin, yoksa yanarız!”… Allah’ın baskın Rahmeti olmasa, Hakk’ın Hak üzerine kaimliği bahsi, varlık topyekün kül olur… İşmar-Göz kırpma: 542: Mübşir-Müjde veren): 343: FERZANE-Hakîm. Felyesof. (Kur’ân’ın, “idrakin aczini idrak” eden için apaçık mucize eseri olduğu, Kur’ân’ın içyüzünün bu olduğu, Kur’ân lâfzının “kör” lâfzıyla iştikakta-kökte bir oluşundan belli… Aslın aslı hâlinde ibadet ve kulluğun ne olduğu da; ve bir ismi “Abdullah” olan Allah Sevgilisi’nin şahsında, Hakikat-i Ferdiyye hâlinde kulluğun ne olduğu ve Kur’an’ın niçin O’nun nefsi olduğu da… “Allah, bir şeyin olmasını dileyince KÜN der!”; KÜNA, çit Allah Sevgilisidir ve O’nun ahlâkına yaklaştıkça, “kur-körlük, idrakin aczi” yaşanır… Kimi büyükler “a’ma-körlüğe”, HEBA demişlerdir; “ayna gibi sureti kabul edici mânâsına ona şekil veren ama kendisi o şekil olmayan yokluğu var edici madde” mânâsında… HA harfi, Allah’ın “El-Ahir” ismiyle alâkalı ve mertebesi “Heba”… Heba’nın, Allah’ın “El-Ahir” isminin tasarrufunda olması, “sonra” olmasıdır ki, İnsan’ın Allah’a nisbetle “sonradan; yaradılmış” olması münasebeti içinde, “çit”in bir “hadd-i zât”a âit olmasıdır da… ABDÜLHAKÎM Koltuğu’nun ortasındaki delik, “Yuvarlak, sıfır, nokta”, merkezin çevrede kuşatan olarak görülmesi hikmetiyle bakılınca, koltuk mecazında koltuğu en güzel gösteren kelime İngilizce’de; “Arm-chair”, Arm “ordu, harb”, bilindiği üzere “Harb hud’adır!”; yâni çevre, çit… Zor ifâdeyi aşmış olarak, şimdi lûgata geçelim… Huda: Rabb. Bütün mertebelerde gıda veren… Hud: Büyüklük. Sükun ve vakarla muttasıf olduğu için, bir Peygamber’e verilen isim… Hud: Miğfer, baş zırhı… Hud’a: Mekr. Hile. Aldatma. “Allah herkese kendi tesellisini vermiştir!” hikmeti içinde, “herkesin içebileceği su haddi kendine mahsus” mânâsında kandırma. Düzen… Hüda: Kur’an. Doğru yolu göstermek. Hidâyet… Harb, “delmek” kökünden… Ruh’un isimlerinden biri, NOKTA-İ Vahdet; Allah Sevgilisi ki, Allah’la kul arasındaki mesafenin EZEL-Başlangıcı bilinemeyen zaman olduğunun üzerinde durduk… Zırh ve kabuk, bir şeyin özünü koruyan ve muhafaza edendir… Mevzu mevzu İNSANÎ hakikate dair ne ele alınabilir ve söylenebilirse, –Allah’ın her isim ve sıfatında her isim ve sıfatı var–, HAKÎM, Allah’ın ve Allah Sevgilisi’nin isimlerindendir; Varlığın hakikatini muttasıf ve her şeyi yerli yerince eden… Bu asıl mânâdan sonra, Mümin ve Müslümanlardan sonra hisseler… Sanıyorum DARİ’nin bütün kullanılabilir mânâlarını da göstermiş oluyorum!)        


Baran Dergisi 299. Sayı