Bolu… 2005-2007 arası, TELEGRAM cinliklerinden olarak, “Cin Ordusu” oyunu. Benim TELEGRAM kitabımda geçen fasıl ve koğuşta –sosyal faaliyette– ziyaretteki konuşmalarımdan ilhâm alınarak gerçekleştirdikleri. Çok uzun olabilecek maceralar, zamana dayanamayan ehemmiyetleri bakımından ihmâl edilebilir veriler oldu. Bir kısmını da, içinde bulunduğum Cezaevi şartları bakımından ve edeb yönünden yazamıyorum. Niyet belli: Beni küçük düşürmek ve kendileri yönünden de boylarını büyütmek. Alay etme hevesleri öyle bir açlık ifşâsı idi ki, sonunda iş oyunu aştı ve tersine döndü. Oyun güzeldi; ama, eksiklikleri, birinin doktor önlüğü giyerek o hüviyetin sahtesini yutturmak cinsinden bir hakikate dayanma şeklinde değil de, cin diye birşeye inanmadıkları hemen anlaşılan bir sululuğa dönünce, çöktü… Benim cin takıntım, Kartal’dan beri malûm ve işin aslı içinde: Bunlar, en üstten aşağı, gerçek bir ordu rütbesini telaffuz eden veya edilen birkaç rütbe terennümüyle, gayet kalabalık bir cemaat, baştan inandığım kurguyu icra ettiler. Telegram’la yapılan telkinin cin zannettirilmesinden başlayarak, bu telkine uygun ISLIKÇI-FİGÜRAN-OYUNCU kadrosunun, koridor faaliyetleriyle uyumu sürecinde, kapı gürültüleri, konuşmalar, benim kapıya yakın duvara sinerek-saklanarak(!) yapılan gıcık vermeler vesaire… Belli başlı cümleleri, “karar sizin, karar sizin!” diye bir seslenmenin ardından, eylem şekli güyâ kendilerine bırakılmış tim, koridorda koşturmaya başlıyor. Bu arada cihazın telkin ve fizikî tesiri, onların faaliyete geçmeleri - faaliyetleri neticesi(!) gibi zannettirilerek, bütün vücudum yanma, tansiyon, çarpıntı vesaireyle infiale uğruyordu. Oyuna dahil olsun olmasın, –niyet olarak– koridorda olan bir kapı açma hâdisesi, ayak sesleri, yahut konuşma, cihaz marifetiyle benim için yapılmış zannettiriliyordu. Bu ordu, ilim tarafı da olan, ilme kayan bir mahiyet belirtmeye başladığında, her biri bir üniversite hocasının cini, onu ve onun çevresiyle ilgili konuşma ve faaliyetlerini sözkonusu eden oluyordu. En önemli ilmî araştırmaları, sık sık benim eserlerimdeki, hiç anlamadıkları “tarih muhasebesi” ile ilgili alaylarından başlayarak, “..kiş tarihçesi” niteliğinde çok yoğun(!) çalışmalarıydı. NYMPHALAR, bu mevzudaki gayet yoğun sunduğum ve hiçbir mevki ve makam gözetmediğim verileri, “kendilerine sonsuz şükranlarımla” bizzat kendi kadroları hakkında verdikleri tafsilâtlı bilgileri, ilgililerine sunabilir… TARİH hakkındaki isabetlerin, tarihe geçecek kadar. Hani biliyorsunuz ÇETELER. Cin, bir varlık olmanın yanında, aynı zamanda “gizli” demek ya… Hayatın bir roman, NOKTA NOKTA işaretlerde gösterdiğim kader sırrım, onların bu oyununda da başka bir mânâya vesile oldu… Buyrun:
— “Cîn Ordusu: 345: İmâm-ı Rabbanî: Müfekkire-Düşünme gücü ve kuvveti…”
Nakşî yolunun Başbuğu ile doğan bu tevafuk, bir Nakşî büyüğünün sözüyle birlikte, yaşadıklarımın özetini gösterir:
— “Ne garib taifedir şu Nakşîler; kafileyi GİZLİ yollardan sevkederler!”
 

UFUK: FATİH

 
Tarih muallimi… Tarihi, şapırşupur bir istekle yenilen yemek gibi ağzının iki yanından salyalar akıtıcı bir lezzet edasıyla ballandıra ballandıra anlatır. Fakat hiçbir seyir ve zaman ölçüsü takib etmez, her derste hangi bahis üzerinde kalındığını sorar ve o bahsi başından alıp aynı noktaya getirir ve bırakır… Ondan sonraki derste aynı suâl:
— “Nerede kalmıştık?”
— “FATİH ayağını üzengiye atarken boru çalmıştı…”
Fakat, Fatih beyaz atına binemeyecek, ayağını tam üzengiye atıp sıçrayacağı sırada boru çalacak ve Yahya Kemâl, fesinin üstüne heybetli bir selâm kondurarak girdiği dershâneden kaçak bir selâmla fırlayıp gidecektir.

*

Üstadım, şiirde keyfiyet ve fikirden süzülme şiir anlayışındadır… Yahya Kemâli, şiiri ince ince işleyişi bakımından takdir eder ve kendisini de sever… Ama ondan istifadesi olmadığını söyler.

*

“Deniz UFKU’nda bu top sesleri nerden geliyor, — belli ki BARBAROS yeni bir seferden geliyor!”… 1980-1981 yılında, Üstadım’la Boğaz Köprüsü’nden benim arabamla geçerken, Yahya Kemâl’den bu beyti keyifli ve heyecan katıcı bir ses tonuyla okudu ve ekledi: “Bak ne kadar güzel! Güzel oldu mu güzel derim!” O zamanlar, Üstadım’ın ağzıma pelesenk ettiğim bir mısraı vardı: “Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayı’ndan!”… Dile çok kolay takılırken, muhtevada dolu olmayan, ama atıverdiğimiz firarî bir hüzün sebebi gibi benliğimizden bir şey tadı duyar, koşmayı andıran bir kolay söyleyiş olarak değerlendirirdim. Anlattıklarımdan kimsede kalmamış, çok deyişimdi o zamanlar. Sonra nasib, Üstadım bu mısraı okuyarak, Hocalık yaptığı dönemde talebelere bu mısraı halk şiirinin “jeni-öz”ünden saydığını söylermiş, bunu aktardı. Ne kadar mesud olmuştum hükmümün isabetinden. Yahya Kemâl’in mısralarına gelince; tek kelimeyle pek basit. Ama aynı kelimelerle aynı duyguları paylaşmayışımızın örneğini, onun okuyuş ahengindeki yüreğini titreten yerinde buldum: “…. Sesleri nerden geliyor!” … NERDEN?.. O bu. Bendeki “niçin?”, onun keyif duyacağını beklemediğim benliğine kondu. Söylediklerim. Bir çocuk, “anne!” diye bağırır. Öz annesinde bir çağırmadan başka tesiri olmayan o ses, bakarsın yavrusunu yitirmiş bir annede gözyaşına sebeb olur. Hassasiyeti, Üstadım’da buldum. Pek çok gerçek şâirin pek “aman aman!” olmayan şiirleri de, yazarken duydukları hassasiyetle ilgilidir. Sonradan bunu kendileri de fark ederler; iyi bir şiir olmadığını.

*

“UFUK”, göz haddidir, idrak haddidir… Üstadım’ın KAFA KÂĞIDI’nın çocuk ve yeni gençlik çağından nükteleri ihtiva ettiği, bana özel yönüyle YEVMİYELER gibi, “benim için” işaret taşları oluşu bir yana bırakılırsa, onun ne dış ne de içi dünyasını[n] sadece ona bakarak değerlendirilemeyeceği, alelâde bir bakışa bile malûm olur… Oysa TİLKİ GÜNLÜĞÜ’nde baş köşede… Bu eserde, bu bölümde de yeri, eserimizin mevzuuna uygun genel akışı içinde, düşvarî kılığında zamanın maksatlılığına uygun bir değerlendirmeye vesile olması… Ki, KAFA KAĞIDIM isimli eser, “BEN KİMİM?” davasının özünde mündemiçtir… Cümle, bizzat o eserde; “zaman, KADANS dedikleri ahenk helezonuna, vakıaların kemmiyetini değil de keyfiyetini yerleştirmek işinden başka gaye tanımaz!”… Seçtiğimiz maksad tâbirler şunlar: Ufuk, Tarih muallimi, FATİH, Beyaz at, Üzengi, Boru. Ahenk Helezonu.

*

Ufuk: Gökle yerin birleşmiş gibi göründüğü yer. (Görüşümüzün nihayetindeki yerler. Kıyı, kenar. Rüzgârın estiği cihetler. Görüş ve düşünüş derecesi: 181.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1180= 181.
Kaf: Ebced değeri 100 olan harf. Bir dağ ismi: 181.
Kusto: 181.
Zafir: Galib gelmiş olan: 181.
Vesika: Delil. İsbat: 181.

*

Tarih Muallimi: (Muallim: Öğretmen: 180: Muallem: Talebe, talim gören.): 1391.
Rakkas: 391.
Hâl-âşina: Hâl ve durumdan anlar: 391.
Minkar: Yırtıcı kuşların gagası. (KUŞ GAGASI’nın bir ân yoğunluğunda dudağa benzerliği, topluluktan işarettir: 7726= 733: Mehdî Salih İzzet Erdiş.): 391.

*

FATİH: Fetheden. Açan. (Fatiha: Bir şeyin başlangıcı. Karar vermek. İki defa nazil olan Kur’ân’ın birinci sûresinin ismi.): 489.
Tuffah: Elma. (Asıl ile var olan GÖLGE, asla bağlılığın remzidir. ELMA: Çok karanlık gölge. Karamtıl dudaklı… Elma’: Çok zeki, idrak derecesi üstün.): 489.
Kist: Kimdir?: 489.

*

Şehba: Kır at. Kır renkte olan şey. Tam techizatlı asker birliği. Pek kıtlık sene: 308.
Arvasî: 308.
Şihab: Kayan yıldız. Parlak yıldız. Kıvılcım: 308.

*

Rikab: Üzengi. Büyük bir kimsenin huzuru, makamı. (Rikab: Boyun. Kullar, köleler… Üstadım’dan bir NOKTALAMA: Düşünün ben ne yüksek bir rütbenin tutkunuyum, — O’nun kulunun kölesinin kuluyum!): 223.
İlm-i Ledün: 224= 1223.
Rakib: Binen. Binici. Herhangi bir nakil vasıtasına binen. (Rakib: Daima görüp kontrol eden, gözeten. Rekabet edenlerin her biri: 312: Mirzabeyoğlu… Allah’ın güzel isimlerinden Er-Rakib: Üstün çıkıcı.): 223.

*

Boru: (Sur: Boynuzdan yapılan düdük. Kıyamet günü İsrafil Aleyhisselâm’ın çalacağı boru.): 214.
Fintise: Kuş ve kurt ağzı: 214.
Cevher: Bir şeyin özü ve esası. Noktalı harf. Varlığı kendinden olan: 214.
Dery: Bilmek: 214.
Beraya: Halk. Bütün mahlûkat: 214.

*

AHENK HELEZONU: (Ahenk: Ritm. Düzgün tarz ve gidiş: 76: Ayine-Ayna: Kevn-Varlık. Var olmak. Vücud, âlem, kâinat: Lehüma-O ikisi için. O ikisi hakkında… Allah ve Allah Sevgilisi… Nuk: Kuş gagası: 76… Helezon: Sarmaşık ve vida gibi, sarmal şekil: 101: GUSTO-Zevk ve takdir: Rahş-Gösterişli, güzel at: 1100= 101: Tavvafe: Kedi-Sınar, kâmil insan.): 176= 1175.
Aysele: A’mâ. Gözsüz: 175.
Mukle: Gözbebeği. Göz: 175.
Vasf: Sıfat. Bir kimsenin veya şeyin taşıdığı hâl: 176= 1175.
Mikvel: Lisân. Dil: 176= 1175.
Kusto: 175.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1174= 175.

*

Yahya Kemâl’in anlatışında, ayağını üzengiye atıp bir türlü atına binemeyen FATİH, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ni görmemiş olan bana benziyor… Yevmiye: Efendi Hazretleri’ni görsen daha iyi olurdu ama, bir şey farketmez. Seni ben yetiştireceğim!
 

YAMAÇTAN MER’AŞ’A

 
Levha: 5 Şubat 1989… Bir yamaçtan iniyorum ki, hem dik, hem de uzun… Küçük çalılar ve ağaçlar… Tepede annem ve ablam… Faik, zenci veya kızılderili bir kabilenin başında… Üstleri ve bacakları çıplak, ellerinde de mızrak, gayet düzenli bir ordu görünüşleri ve yürüyüşleri var… Ablama gelmesini işaret ederek, Faik’in benim arkamdan gelmemesini tenbih etmesini istiyorum… Sonra bir yerde, ihtilâl olmuş gibi yolda birkaç askerî kamyon… Bir adam sohbet ederken bana, “her gelen öbürünün birşeyini bahane ediyor… Yok telefonda şu dendi, yok koku… Öbürü de geliyor kaldırıyor… Liberal-miberal derken, millet kazığı yiyor… Vatandaş fırsat vermese olur mu?” diyor… Adamın değişik bir görüşü var… “Kendine, kendi adına atılacak kazığa kendisi zemin hazırlıyor!”… Şemsipaşa’da araba ile gidiyorum… Bir yerde bir adam, bana Kürdistan’da MER’AŞ’ın olup olmadığını soruyor… Sovyetler Birliği idaresindeki Orta Asya gibi bir yer… Ben, Mer’aş’ın nahiye olduğu için haritada olmadığını söylüyorum… Muş’un bir nahiyesi olmadığını… Bitlis, Muş, Hakkari gibi vilayetlerin olduğunu… Adam sanki bir grubun lideri ve tanışıp ittifak şartları arıyoruz!

*

Yamaç: 55.
Necib: Cömert, kerim kişi: 55.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 2055.
Nüh: Dokuz. (Tek sayıların sonu): 55.
Penc: Beş. (Sıfır. Şifre.): 55.
Beban: Tarz, yol, üslûb, metod. (Ahenk): 55.
Meyeh: Su, mâ. (Rahmet, nur): 55.
Zecme: Kelime. (Kelâm, “kelime, sıfat” mânâsındadır ve Arabça’da “taayyün-meydana çıkma” demektir. Kelâm’ın, Allah’ın da “konuşma” mânâsında bir sıfatı olduğu…): 55.

*

Gîl: Meşelik ve çalılık yer. Aslan yatağı. (Gile: İki dağ arasındaki yol. Üzüm tanesi… Vin: Siyah üzüm. İrade… Gile: Bir kimseyi aldatıp götürdüğü yerde öldürmek.): 1040.
Ezkiye? (Kürtçe): Ben kimim? (Ezkiya: Saf, temiz, iyi hâlli kimseler… Ezkiyad: Çabuk ve güzel anlayışlı kimseler. Keskin zekâlılar: 736: Mehdî Salih İzzet Erdiş.): 40.
Dahil: Hayrette kalan kimse. (Tasavvufta en yüksek makam.): 40.
Vehel: Vehim. (VEHİM, ilmin ortasına konmuştur.): 41= 1040.

*

Kabile: En küçük toplum modeli, aşiret. (Kabile: Kadın ebe. Kabul edici. Ses alıcı, ahize.): 147.
Kaime: Uzun bir kâğıda yazılan ferman. Kâğıt para: 147.

*

Mızrak: Kargı: 348.
Murakabe: Kontrol etme. Teftiş etme. İç âlemine bakmak. Gözetmek. Hıfz etmek. Beklemek. Dalarak kendinden geçmek: 348.
İstifaze: Feyz alma: 348.
Mihrak: Toplayıcı nokta. Hareket merkezi: 349= 1348.
Müşhid: Şâhid getiren: 349= 1348.

*

Nizam: Sıra, dizi, düzen. Tertib sağlayan kaide: 991= 1990.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 990.

*

ORDU: 217.
Tevrih: Bir hâdisenin tarihini yazmak. Vakit bildirmek: 1216= 217.

*

Tenbih: Göz açtırmak. Gafletten ikaz etmek. Faaliyetini arttırmak. Sıkı emir vermek. Bir işin yapılacağı hakkında yapılan nasihat: 467.
İsticab: Vacib olma. Hak etmek: 467.
Tecnid: Askerleri sıraya koymak, sıralamak: 467.
Teseccüd: Secde etme: 467.

*

Sohbet: 500.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1500.

*

İhtilâl: Bir insanda veya toplumda öz nizâmını sarsıcı her hareket, ihtilâl belirtir. Bu, kitlelerin birbirine girmesinden, keyfiyet değişimine kadar geniş mânâları kapsar: 1062= 63.
Amije: Şair. Karışmış, karışık. (Yabancı bir şâire göre, şiirde her zaman bir ihtilâl havası vardır.): 63.
Cinnî: Cin taifesinden olan. Cinlerle alâkalı. (Cin, gizli ve gizlilik mânâlarına da gelir.): 63.

*

Mer’aş: Yüksekten uçan güvercin: 541= 1540.
Ma’lat: Derin ve yüksek fikir. (Dünya bir fikir kahramanı bekliyor — N.F.K.): 540.
Fatin-ül Asr: Asrın en zeki, akıllı ve anlayışlısı: 540.
Mukarrer: Kararlaştırılmış. Takdir edilmiş. Karar verilmiş. Anlatılmış. Bildirilmiş: 540.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1540.
 

RÜYÂDA SÖYLENEN ŞİİR

 
Levha: (…) Kasım 1983…Üstadım’ı görüyorum… Bir şiir okuyor… Aklımda kalan: “BU GENÇLİK, NUR GENÇLİK!”… Ben de onun fikrinden hemen fikir üretme mizacımla ona, “aslında herkes Allah’ın nuruyla görüyor!” diyorum… Ve Üstadım’ın bir şiiriyle kendi şiirim arasında bir benzerlik buluyorum… Onun şiirinden aklımda kalan: “Şeriat… Yaregar… Sessiz…”… Noktalı yerler, unutulan kelimeler… Tam YAREGAR kelimesinde, kalbime EBUBEKİR diye bir isim doluyor!..

*

“Bu gençlik, nur gençlik!”: 530.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2529= 1530.

*

“Şeriat… Sessiz… Yaregar…”: 2580.
Ariş: Sundurma, TAKDİM ettirme: 580.
Müstevda’: Emaneti kabul eden: 580.
Müteallim: Talebe: 580.

*

“Şeriat… Sessiz… Yaregar…”: 2580= 581.
Eşref: En şerefli: 581.
Mülkıyat: İlhâm eden melekler: 581.

*

“Şeriat… Sessiz… Yaregar…”: 2580= 582.
Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu: 1582.
İftiraz: Farz kılma, vacib olma, zorunlu olma: 1582.

 *

YAREGAR: 1412.
Ayât: Âyetler. Deliller: 412.
İcazet: İzin. Müsaade: 412.
Beyt: İki satırlık manzume. (Üstadım’ın 1983’ün Ramazan ayında “Tercüman” gazetesinde yayınlanmak üzere ve bana ithaf ettiği NOKTALAMA dediği beyitler hatırlanmalı.): 412.

*

EBUBEKİR: 231.
Gevher: Noktalı harf. Hakikat. Bir şeyin künhü ve esası. Akıl ve edeb. Asıl ve neseb. Elmas-gözbebeği, cevher. İnci: 231.

*

EBUBEKİR SIDDIK: (En büyük sahabî ve Allah Sevgilisi’nin baş yardımcısı.): 435.
Nasreddin: Dine yardımı dokunan: 435.
Dülbe(t): Çınar ağacı. (Sınar: Çınar… Senar: Ulu kişi. Kedi… Levha: 1 Haziran 1987… Yanımda biri var. “Çınar merhamettir!” diyorum.): 436= 1435.
Şüfun: Göz ucuyla bakmak: 436= 1435.
Mürakasa: Raksetme. (Üstadım’dan bir mısra: Zamanın raksı ne bir yuvarlakta?): 436= 1435.
Teleccüc: Geminin, denizin derin yerine varması: 436= 1435.


Baran Dergisi 225. sayı