Bu teşkilât, son devirlerde gerek Osmanlı mülkünde ve gerekse sair İslâm âleminde ortaya çıkan bir takım dinî meselenin halli ve İslâm’a yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevablandırılması için 1918 senesinde 5. Sultan Reşad ve Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin zamanında kurulmuştur. 5. Sultan Reşad’ın şahsiyeti, İttihadçılar’ın “kültür” ve siyasî hey’etleri, Musa Kâzım’ın da MASON oluşu nazara alınırsa, Cumhuriyet döneminin LAİK düzeninde DİYANET İŞLERİ işlerinin mensublarının himmetine kalması ve bu yüzden teşkilât hakkında “olsun, olmasın” tartışmalarının yapılabilmesi gibi, DAR-ÜL HİKMET-İL İSLÂMİYYE’nin de hem teşkilatın kuruluş niyeti, hem de mensubları bakımından tartışılabileceği tabiidir. Hani, “kötü kanun iyi hâkim elinde, iyi kanun kötü hâkim elinde” misâli gibi… İslâmı asıl ve esasından saptırmak için nice İslâmî görünüşlü faaliyet ve iyi niyet ama tamtakır kafayla nice cinayet işlenmiş ve işlenmekte oluşuna bakarsanız, tek başına okul binası yapmanın eğitim demek olmaması gibi, müessese ve ismi de her zaman “ismiyle müsemma”ya denk gelmez… O TEŞKİLÂT: Halkın her türlü dinî ihtiyaçlarını, ilmî bir metodla (ki başlıbaşına bir mesele alarak kasdı belirtilmesi gereken bu husus, çoğu zaman yuvarlama bir tâbir ve metod da ona eşlik eden bir boş lâf hâlinde kullanılagelmiştir.) yerine getirmek için her türlü neşriyat ve beyannameleri ele almakta ve halkımızı dahilî ve harici tehlikelere karşı aydınlatmakta… Yerli ve yabancı kişi ve kurumlara cevab vermekte… Matbuatta İslâm’a yapılan hücumlara ve onu bir “hurafeler dini gibi göstermek istiyenlere” gerekli karşılıklar, cezalandırılmaları için Dahiliye Nezareti’ne resmen müracaat… Bu teşkilâta tâyin olunan azalar, azil, tâyin, istifâ ve vefatlarla 28 kadardır. Dört sene zarfında bu kadar kişi görev yapmış… TEŞKİLÂT, dokuz aza ve bir reisten mürekkeb… Teşkilat’ın içinde üç bölüm: Fıkıh, ahlâk, kelâm… DAR-ÜL HİKMET-İL İSLÂMİYYE: Ne güzel bir isim. Niyet ve muhteva olarak doldurulmuş ve devam etmiş olsaydı… Bizim BAŞYÜCELİK DEVLET’i idealindeki BAŞYÜCELİK AKADEMYASI’na benzetilebilir mi? Bütünüyle müsbet bir icrada bulunmuş olsaydı bile hayır! Hem BAŞYÜCELİK DEVLETİ’nin formu ve ondaki yeri, hem de mevzuların genişliği itibariyle, BAŞYÜCELİK AKADEMYASI onu da içine alır farklı bir roldedir. Görülecek.

*

DAR-ÜL HİKMET-İL İSLÂMİYYE: 1277= 278.
RAHMAN Sûresi, 20. âyet. (Noktasız.): (Allah’ın bütün isimlerinde tecelli eden RAHMET sıfatından dolayı, KUR’AN-ÜL Arüs-Kur’ân’ın Gelini denilen RAHMAN Sûresi.): 278.
ARUB: “Allah ve Resûlü’nü seven NEFS-Kabul eden”: 278.
HİCRİ’: Köpek. Basar. Kalb. Kabul eden. Feraset. Takva: 278.
ARVASÎ: 278.
 

“BAŞYÜCELİK AKADEMYASI”

 
— DOĞRU’nun, “iyi”nin ve “güzel”in sonsuz arayıcılığı yolunda üç sınıf insanın kümelendiği üç ruh ve akıl zümresi, BAŞYÜCELİK DEVLETİ’nde tam bir himaye, sahabet ve kefalet altındadır. İlim adamları zümresi, fen adamları zümresi, sanat adamları zümresi…
— BAŞYÜCELİK Akademyası’nın üç ana kolu vardır: İlim ve Tefekkür Kolu, Fen ve Keşifler Kolu, Edebiyat ve Güzel Sanatlar Kolu…
— DÜNYA çapında eser ve hüviyet sahibi asker, tarihçi, dilci, hukukçu, iktisatçı, içtimaiyatçı, terbiyeci, ruhiyatçı, riyaziyeci ve her soydan mütefekkir, AKADEMYA’nın İLİM ve TEFEKKÜR KOLU’nu şubelendirir. Keşif sahibi doktor, fizikçi, her neviden mühendis ve benzerleri de FEN ve KEŞİFLER KOLU’ndadır. Aynı üstün vasıflardaki şâiri, romancıyı, piyes muharririni, tenkidçiyi ve güzel sanatların başka şubelerine bağlı sanatkârları EDEBİYAT ve GÜZEL SANATLAR KOLU’nda bulabiliriz.
— BAŞYÜCELİK AKADEMYASI, sâf irfan meselelerinde daima BAŞYÜCE’nin istişare çevresi hâlindedir.

*

BAŞYÜCELİK Akademyası: 545.
EBU-L VAKT: Vaktin babası. Vakit ve hâlin tesiri altında kalmayanlar. Zamanı aşan bâtın kahramanları: 546= 1545.

*

BAŞYÜCELİK Akademyası: 545= 1544.
İfrat hâlde tecrid: 1543= 544.
Tasmid: İçini doldurmak. Hüküm vermek: 544.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2542= 544.
 

BEŞİNCİ SULTAN MEHMED REŞÂD HÂN

 
Halkın SULTAN Reşâd dediği resmi ünvanıyla BEŞİNCİ Sultan Mehmed, SULTAN Abdülmecid’in 3. oğludur. Mevlevî, şâir, piyanist, hattattır… Ağabeyi İkinci ABDÜLHAMİD’in 33 yıl süren saltanatı boyunca Veliahd kaldı, TAHTA da ORHAN Gazi ve SÜLEYMAN Paşa’dan sonraki en uzun Veliahtlık döneminden sonra, 65 yaşında geçti. Mavi gözlü ve gerçek sarışın tek Padişâhtır. Batı kültürü zayıf, Doğu kültürü iyi, Batı musikisinden hoşlanan ama bizim musikimizi bilmeyen, inzivayı seven, ağabeyi ABDÜLHAMÎD’in dehâsı ile uzaktan yakından alâkası olmayan bir şahsiyet… “Gerçek Hükümdarlık, İkinci Abdülhamîd ile bitmiştir. Halefleri olan Beşinci ve Altıncı Mehmed’ler, ancak Hükümdar gölgesi olabilmişlerdir”… SULTAN Reşad, İTTİHAD ve TERAKKİ’nin meşru ve gayrı meşru bütün isteklerine boyun eğmeyi MEŞRUTİYET Hükümdarlığı sanmıştır… İTTİHADÇILAR devamlı Hakan ve Halifelik sıfatını öne sürmüşlerse de, halk onu küçümsemiş ve sevmemiştir. ABDÜLHAMÎD’den sonra patlayan BALKAN ve CİHAN HARBİ felâketleri de onun devrinde yaşanmıştır. FARMASON olmakla ünlü MUSA Kâzım Efendi de, onun iktidarında iki defa Şeyhülislâm olmuştur. Halkın “Sarıklı İttihadçı” lâkabıyla andığı Musa Kâzım.
 

TELEGRAM VE DENDANEKAN

 
ANADOLUCULUK davamızın TEMEL kahramanlarından SELÇUKLU Sultanı ALPARSLAN’ın DENDANEKAN zaferini işaretlemek istiyordum ki, hem TELEGRAM’ın yorması, hem de geçen haftalardaki yorgunluk, vakitsiz yatıp kalkmalarım, yatarken de TELEGRAM’ın hüner sergilemesi, neticede hafif bir baş ağrısı ile kalkmam, NYMPHALAR’ın DENDANEKAN kelimesi etrafında “belden aşağı” lâflamaları, bu hâlde elimi LÛGAT’a atmam ve gözüme DAR-ÜL HİKMET-İL İSLÂMİYYE’nin çarpması… Genel olarak, elime geçmesi gerekenin gelmesi veya lâzım olanın kolayından hatırlanması, bunun yanında EBCED tevafukları tenasübünün doğurduğu faydalı yeniler, önceleri NYMPHALAR’ın şanslı niyetine BALLI yorumu ile karşılanırken, sonradan EHLİNE gelen KISMET olarak takdir edilir oldu. Şu ânda beni bozmak istemezlerse böyle. DAR-ÜL HİKMET-İL İSLÂMİYYE mevzuu da, benim için uygunluk bakımından bu cümleden… SULTAN Reşad döneminin sonunda, onun çevresinden müteşekkil bu teşkilât, isminin işin hakikatine niyeti ve azalarının çapı meselesi ayrı mesele, SULTAN Reşad ve ABDÜLHAMÎD Han kıyası - derken DENDANEKAN Zaferi öncesi bir genel görüntü çiziminde doğan karmakarışıklık ve bunun bizzat birebir TARİH mevzuuna dahil oluşu, bu çerçevede daha önce de verdiğim işaretlere ek alttaki başlığın belirttiği yazım, onun sözkonusu teşkilâtla birlikte BAŞYÜCELİK AKADEMYASI’ndan pekâlâ yol gösterici olabileceği, tam burada da iki PADİŞAH arasındaki intibada parlayan TELEGRAM’da benim hâlim… SULTAN Reşad, arzu ve niyetini belirtmek ve hakkında verilmiş hüküm bir yana, gözümde akıntıya kendini salıvermiş, ABDÜLHAMÎD Han ise direnen şahsiyetli bir kahraman olarak dururken, bana TARİH mevzuundaki kargaşa karşısında bulunan TARİHÇİ tiplerini misâllendiriyor: Eldeki bu, olması gereken şu… OLMASI gerekeni söyleyebilirim: Bana NEFS Muhasebesi’ni telkin, bu babta da MÜŞTEREK Şuur’un FERT’te ona âit kopmasını ilhâm eden birşey niyeti. TARİH GEREKLİ. O yaşanandır… Sondan başlayalım: TELEGRAMI, “eserde müessiri görmek” usûlüyle anlatıyorum. Bendeki tesiri ile. Bunu anlatırken, ŞAMAN müzleri ve ritleri gibi hususlara da temas ediyorum ki, TELEGRAM’la ilgisi bir yana, umumi olarak da pek bilinmeyen. SÜNUHAT, ZUHURAT, TASARRUF, MURAKABE, İSTİĞRAK, EKSTAZ, KABZ ve BAST, CİN, OKÜLTİST denilen büyü-sırrî bilgiler vesaire cinsinden işlerin, topluca İSTİDRAC (sahte keramet) ilgisi etrafında bulunan bu meselelerin, İSLÂM’dan muhasebesini de yaparak. Bunları bilmeden ve anlamadan TELEGRAM’dan bahis, adeta kaba dayak ve işkencenin tasviri etrafındaki psikolojiden bahse, psikoloji bozmaya döner. Bununla onun arasındaki derin uçurumu birbirinden ayır… HANGİ şartlar altında TELEGRAMI yazdığım bir TARİH. TARİH’in tekerini döndüren İNSAN kaderinin kurcalanmasına gelince, –BEN KİMİM?–, soylu bir tecridin nerelere kadar uzandığına dair… KARTAL’da, feci hâldeyim, yanıma verilen uyuyor, traji-komik bir hâdise: Yan havalandırmadan biri, ağzı simitçi, “felsefe konuşalım!” diye bağırıyor. Hatıra. O şansa NYMPHALAR erdi; ilk bilen ve ÇEVRE olarak. Hâl. Bu çerçevede de, okuduğunuz üzere TARİH.
 

DENDANEKAN ÖNCESİ

 
HORASAN: İran’ın doğusunda bir memleket. Kelime mânâsı “doğan güneş”. Erzurum vilayetine bağlı bir kasaba adı… Bir kasabanın adının şu veya bu olmasını ifâdenin, kelime karşılığı içinde gösterilmesinin mânâsızlığı söylenebilir. Oysa öyle değil. Erzurum, (Arz-ı Rum), Horasan da, İran sınırları içinde iken, aslında mustakil bir mekân keyfiyeti olması ve has kültürü ile maruf bir yer olmuş - tarihte. Bu vesileyle söylenebilecek olan başka bir şey de, tarihte devir devir değişen sınırlara nisbetle, sınırların bir kavim görüntüsünü değil, hâkimiyet alanını gösteriyor olması. ANADOLU ve ANADOLUCULUK anlayışımızın İslâmî esası, asıl bu, neysen nesinin belirli bir hudut çizgisi belirtmediğini, hâkimiyet alanının da tıpkı günlük hayatın binbir misâlinden de görülebileceği üzere, liyakat ve imkân meselesi çerçevesinde bir hiyerarşi doğmuşu olacağını gösterir. Patron olma imkânın serbest, ama seni işçi, çiftçi, memur kılığında iş sahibi olarak memnun, yahud iş ararken görüyorum. Para yerine mânevî parayı, kültür ve irfan sahibini, becerebileni koy; mesele tamamdır. Bu, ne içi doldurulamıyan havada bir “İslâm kardeşliği” lâfı etrafındaki boş geveleme, ne de… Kavim isimlerinin, tıpkı kelimelerin kullanıldığı yere göre mânâ ifâde etmesi gibi, insan topluluklarının o ândaki birlik veya farklılıklarını anlatırken, yer değiştirmelerini anlatırken, birden zıd anlamda görünebilmesi, sanıyorum tarihçilerin de belirli bir düzen içinde anlatma niyetlerini bozan bir husus olarak, onların zorlukları… Hâlihazırdan hareket, hem geriye doğru tarihi ne olsa istifadeli kılmak, hem de o zorluklar içinde KARIŞIKLIK diye görünenleri, bir şey ne ise o diye –niteliği o diye– bir çelişki görmeden ifâde bakımından mühim. “Bütün Oğuzlar’ı Selçuklular’ın tâbii sanan müellifler, her hareketi onlara mâl ediyorlardı. TÜRKİSTAN’dan gelen yeni muhacirler ile HORASAN dolmuş, OĞUZLAR her tarafı istilâya başlamıştı. Horasan Selçuklular’dan muzdarip diye yardım bekleniyor. Sultan Mesud, HORASAN askerlerinin Türkler üzerine hücumunu emrediyor!”… Burada, diğer Oğuz boylarının Selçuklular’a tâbi olmadığı kasdı ile, Selçuklular’ın da Oğuzlar’dan ayrı tutulmadığı şeklinde itiraz olabilir… Ama bir başka yerde, “Selçuklular karşısında Türkler ve Tatarlar”, derken, “Oğuzlar’a karşı Türkler”, “Selçuklu Türkleri ile Moğollar”, “Cengiz Han, Türkler’in en büyük imparatorluğunu kurarak”, “Karahanlılar Türk Devleti”, “Karahanlılar’la Türkler’in karşı karşıya gelişinde”… Bizim umumi olarak gördüğümüz şudur: Bir şehir veya aşiretin, her nerede hâkimiyete ermişse, o ismi altındakiler için toplayıcı kılmasıdır. Çoğu zaman, o hâkimiyeti kuran Liderden başlayan bir nesil ismi, yahud timsal şahıs hâlinde birkaç nesil geriden gelen o liderin atası… SELÇUKLU, OSMANLI, EYYÜBÎ… Bunların babası, gerisi yok muydu? OĞUZ Han, dedesi FERİDUN imiş; ya evveli… KİRMAN SELÇUKLULARI? Dikkat: “Bu boy, filân tarihçi tarafından, falan boya bağlanmakta!”… Sonra, bakıyorsun ki, tam tersi imiş; yeni belgeler ışığında. O belgeler hep olacak… SINIFLAMA olmadan, bulduğunun değerini, ne olduğunu nereye koyacaksın? Ama bunları kaskatı bir vakıa gibi almaya kalkınca, yalnız Tarihçiler için değil, bilhassa TARİH öğrenme niyetinde olanlar için de elde kalan, “karmakarışık, can sıkıcı, lüzumsuz” teşhisi; tarih bu. Bu pes edici nokta, o ânda hâlihazırda olan herşeyin kendine mahsus bir tarihi olduğunu da unutmak olur. Hâlihazıra bir yazıktır-şahsiyetsizliktir, “ne bileyim ben bana ne olduğunu!” psikolojik rahatsızlığının ifşaı tezahürlerdir. SINIFLAMA’nın ehemmiyetini, BERZAH isimli eserimde de DARVİN vesilesiyle anlattım: Her ne kadar topladıklarımız için şu vasıfta bir kab lâzım ise de, o olmadığı için eldeki ile kifâyet, bu yüzden de DARVİN’in sınıflamasını kabul etmesen de, gerekeni koyamadığın için ilmî bir veri değerlendirmesinde “kerhen” o yoldan birşey... Biz, ANADOLU ve ANADOLUCULUK’un kendi ülkemizden başlayarak İNSAN ve MEKÂN ilgisi üzerinden ismini bulmuşken, aynı hâlihazırın dünya görüşü-görüşümüz ile, geriye doğru her ne iseleri değerlendirmek. Bahsi edilen şuur, bizim n’idüğünü anlamadığımız KÜRD, TÜRK, vesaire, vesaire gibi kelimelerle yapılan günün boş ifâdeleriyle, taraflarıyla bir akrabalığı yoktur. Bunları hangi rahatlık içinde kullandığımızı da açıklamış oluyorum… HÂLİHAZIR için, elbette en doğru, en güzel ve en iyi ölçü: “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi ahirete çalış!”… Dünya’ya çalışmanın da ahiret için olduğunu idrak edenler, hem TARİH, hem de “yapayalnız ölürüz”ün sırrına ermiş olanlardır. Toplumundan mesul, bunun davet ettiği bir mesele olarak TARİH’le ilgilenen İNSAN.

*

HORASAN: 912.
Eşyah: Şeyhler, ihtiyarlar, pir-i fâniler: 912.
 

ÖNCÜ ZAFERLER

 
Türkistan’dan Horasan’a dolan yeni muhacirler… Boy, soy, nüfuz ölçüsüyle belirtilen, itiş kakış ve siyasî hareketlenmeler… Asıl olarak SELÇUKLU diye, REY’den SULTAN Mesud’a haber… Onun, bu işle ilgilenmesini Veziri’ne emretmesi ve HORASAN askerlerinin TÜRKMENLER üzerine hücumu: “Arslan yabgu OĞUZLARI’ndan KIZILLAR, YAĞMURLULAR ve BALHAN Türkmenlerinin KÂKÛYA oğlu ile birleştiği” haberi üzerine bu hareket… Durum nazik olmasına rağmen, SULTAN Mesud HİNDİSTAN’ın DELHİ bölgesindeki bir kalenin fethine çıkar… “Bu sebeble de TÜRKMENLER, kolaylıkla Tâlekan’ı, Fâryâb’ı yağmalamışlar ve REY’i kuşatmışlardır!”… SULTAN, acele döndü ve taarruz emrini verdi… “SÜ-BAŞI’nın ilerleyişinden korkan SELÇUKLULAR, aile ve eşyalarını MERV çölüne sevk ile, savaşı SARAHS önünde kabul ettiler”… SELÇUKLULAR, grublar hâlinde GAZNE ordusunu hırpalayarak süratle çöle dönüyorlardı. Hafif süvarilerle gerçekleştirilen bu akınlarla, ağır GAZNE ordusu iyice bozuldu ve 1038 senesinde bütün gün süren bir savaştan sonra tamamen yenildi… 1037 ve 1038’deki iki zaferden sonra, GAZNELİLER tarafından “büyük hayâller peşinde” diye küçümsenen SELÇUKLULAR, muhtariyetten istiklâle geçmişlerdir… SELÇUKLULAR ve MOĞOLLAR arasındaki fark: İSLÂM dünyasındaki hükümdarlara mahsus bir gelenek olarak, TUĞRUL Bey’in şehrin ileri gelenlerini toplaması, DİVÂN-I MEZALÎM’de oturup halkın şikâyetlerini dinlemesi, şehrin Kadısı’na, “Biz TACİKLER’in usûllerini bilmeyiz, bize tavsiyelerinizi esirgemeyiniz!” ifâde ve nezâketi… SELÇUK Devleti’nin bu kuruluşunda TUĞRUL Bey Sultan, ÇAĞRI Bey de Melik ve SÜ-BAŞI (Ordu Komutanı); OĞUZ yabgusu ile SELÇUK Sü-başı arasındaki eski duruma benzer bir durum… Ve: SELÇUKLULAR Hilâfete saygılarını ve bağlılıklarını arzederken, HALİFE de onların cihan hâkimiyetine liyakatlerini söylüyor, takdirle yüreklendiriyordu.

 
DENDANEKAN ZAFERİ - 1040

 
Eski hâdise ve savaşların tekrarı, ara yerde tecelli edenler, bunların uzantısı hâdise ve savaşlar; bu savaş anlatılırken, sonraki fasılda onun bir cebhe muharebesi hâlinde görünmesi, vesaire… Netice şu: Sultan Mesud, MERV ve SERAHS arasında, kum çölü kenarında bulunan, suyu ve kuyuları bol DENDANEKAN hisarına ulaşıp, ihtiyacını karşılamak istiyordu. Fakat SELÇUKLULAR, bunları imha ediyorlardı. Neticede GAZNE Sultanının ordusu perişan… Derken KIYAMET koptu… DENDANEKAN bölgesinde üç gün süren savaştan sonra, 23 Mayıs 1040’da (8 Ramazan 431) Cuma günü, GAZNE Ordusu kalmamıştı.

*

HALÎFE’ye yollanan mektubun başında, eski Türk alâmeti ve TUĞRA olarak, “ok ve yay” bulunuyordu. SELÇUK Tuğrası ve TUĞRA Divanı müessesesi de buradan gelmiştir. BÜYÜK Selçuklular’ın resmî vesikalarında kullanılan ok ve yay, ANADOLU Selçukluları’nda kullanılmamış, fakat OSMANLILAR’da Padişâhların isimleri, ok ve yay biçiminde yüksek bir sanat eseri olarak, muhteşem TUĞRALAR’ı teşkil etmiştir.

*

DENDANEKAN. (Kürtçe): Kan rengine boyanmış. (DENDENE-İri kıyım. “EBEDD”: 111: Elif. Elf… Aynı ebced’te olanlar… SAHABÎ: 111… İNS: 111… YUNUS EMRE: Al rengine boyandım, solmazam ayruk… KÖROĞLU’nun şiiri: KIR at köpüğünden düşman kanından, — Çevre dolup şalvar ıslanmalıdır!): 262.
Mükebbir: Tekbir getiren: 262.
Merkeb: Binilen vasıta. Binilen şey. NEFS-ruhun bineği. Abdülhakîm koltuğu-Dil, lisân. İlim. Kâinat nizamı. Çok uzun zaman. Vehm: 262.
İkram: Ağırlamak. Hesab dışı verilen şey. Allah’ın lütuf ve ihsanı: 262.
Yârân: Dostlar. Sadık arkadaşlar. Sevgililer: 262.
Eras: Başı büyük olan kişi. (Üstadım’ın BAHRİYE Mektebi’ndeki lâkabı): 262.

*

— SELÇUKLULAR, kabile hâlinde iken TUĞRUL Bey fiilen başta, İNANÇ Bey ise hukuken… TUĞRUL Bey’in SULTAN ilân edilmesinden sonra, hukuken de Devlet’in başına geçmiş oluyordu. Bu sıfatla NİŞABUR’da ve hâkimiyete alınması gereken yerlere bakan genellikte, ÇAĞRI BEY “Melik” sıfatı ve “Kaid-ül Ceyş: Ordu Komutanı” olarak yine hükümet merkezi MERV olmak üzere, CEYHUN’a, SARAHS ve BELH şehirleri ile GAZNE’ye uzanan beldelere bakıyordu. İNANÇ BEY (Yabgu) ise, HERAT merkezi ile BUST, İSFİZAR ve SÎSTAN’a kadar alınacak vilâyetlerin hükümdarı oluyordu. SELÇUK Devleti, bu üçlü taksime göre ayrılmış, her biri kendi bölgesinde nâmına HUTBE okutmak, para bastırmak gibi hâkimiyet unsurlarına sahib olarak, TUĞRUL Bey’e bağlı idiler. 14. asıra kadar devam eden bu ve arkası gelen müstakil taksim şekli, yalnız Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan sonra ve neticede iktidar kavgalarını sona erdirmek üzere ŞEHZÂDE katline kadar gidilerek, MERKEZİYETÇİ bir bünyeye kavuşturulmuştur. Böylece, ikide bir parçalanan ve toplanan yapı yerine, –BU BİR GERÇEK–, çeşitli milletleri alabildiğine ADEM-İ MERKEZİYETÇİ ve sapasağlam bir MERKEZİYETÇİLİK esasında tutmuştur.
— TUĞRUL Bey, devleti kurarken SÂMÂNÎ ve GAZNELİ yüksek memurlardan faydalanmayı bildi. HORASAN âmili Abu’l-Kasim’i kendisine Vezir yaptı. İSFAHAN Meliki’nin zaferi tebrik maksadıyla yolladığı Abu’l-Fath Râzî’yi çok beğenince, yanında alakoydu ve Vezir yaptı. Türklere mahsus HACÎBLİK makamına, Türk Emiri Abdurrahman Alp-zen’i getirdi.
— ALP ARSLAN’ın MALAZGİRT Zaferi’nin tarihi 1071… KİRMAN Selçuklular’ı Devleti, 1043-1187… SURİYE Selçukluları, 1078-1117 tarihleri arasında; ömrü kısa ve HAÇLI Savaşları dışında tarihî bir ehemmiyeti yok.
 

CIĞALZÂDE YUSUF SİNAN PAŞA

 
BARAN Dergisi yazarı FATİH Turplu, benim 69. sayıda çıkan CAĞALOĞLU ile ilgili, –tarihi ne türlü yorumladığımı defaatle yazdım–, LEVENT Ateş isimli okuyucunun mevzuya katkı niteliğindeki malûmatı göndermiş. İkisine de teşekkürler.
— CIĞALZÂDE Yusuf Sinan Paşa: CAĞALOĞLU Yusuf Sinan Paşa. (1545-1605)… İTALYAN asıllı büyük bir Komutan olan VİSCONTE di Cicala’nın oğlu. Baba-oğul CERBE Savaşı’nda Osmanlılar’a esir düşer. Baba hapiste mi öldü, tekrar İtalya’ya mı döndü bilinmiyor. Oğlu SCİPİONE Cicala, yeni ismi YUSUF Sinan, ENDERUN’a alınıp yetiştirilir. 1 ay 9 gün süren, SADRAZAMLIK makamına kadar yükselmiş bu PAŞA, İtalyanca aile isminden dolayı CIĞALZÂDE lâkabıyla anılmıştır. Onun inşâ ettirdiği CIĞALZÂDE Hanı’ndan dolayı, bu semt CAĞALOĞLU ismiyle tanınmıştır.
— CIĞAL: Kümes hayvanları ve kuşların baş, kanat ve kuyruklarındaki renkli, ince ve uzun tüyler. Boynuzları uzun ve iri öküz. HİLÂL boynuzlu öküz. Aldatıcı, hileci. Cığılamak-Bitkinin filizlenmesi. Süslemek.
— CIĞAL. (Azerice): Oyunbozan.
— CIĞAL OTU: “İkizler Köyü” olarak tanınan MUŞ’un VARTO İlçesi’ne bağlı KAYNARCA Köyü’nde insan ve hayvanlarda doğumların çoğunluğu İKİZ olarak gerçekleşiyor. JAPONYA’dan gelen uzman bir ekibin araştırma ve incelemesi neticesinde, ikiz doğumların sebebini, köyde bolca bulunan ve CAĞAL adı verilen ota bağlıyorlar. Varılan netice, CAĞAL otu yiyen hayvanların İKİZ doğurduğu. Bunların et, süt ve peyniri ile beslenen insanların da bundan etkilendikleri.
 

PROFESÖR OSMAN TURAN

 
OSMAN Turan: (Malûm, SELÇUKLULAR Tarihinde başvurduğum eserin sahibi. Burada bana ismi vesilesiyle gelenlerle görünecek.): 1318.
Haduş: PİRE. (Kalb. Fely-pire, karınca toplamak. İlim. Şiir. İdrak. Vehm. Kılıç.): 318.
Kurduk: Karınca. Maymun. (Meymun: Hayırlı, uğurlu… MAYMUN: 147: KABİLE, AŞİRET. Ebedd-İri gövde.): 318.
Serhan: Kurt. Serab: 318.
NİLÜ-BERG: Nilüfer. Beyaz, mavi ve sarı çiçekleri olan bir cins su bitkisi. BURSA yakınlarında bir nehir ismi. (Kürtçe, NİLÜFER: Bu isimde bir çiçek. Avrud. Sosina avé-NYMPHA.): 318.

*

PROFESÖR Osman Turan: 1873.
Zıba’: Sırtlanlar. “Kan. Nefs. Ezel. İşi iyi takib etmek. İşi sıkı tutmak. Kuvvet”. (KASAH-Sırtlan: 169: ABDÜLHAMÎD Hân… RAHMAN Sûresi 19. ve 20. âyetlerin ebcedlerinin toplamı aynı.): 873.
Tetabu’: Aralıksız birbirini takib etme: 873.
A’za: Bedenin her bir uzvu. Bir cemiyete mensub kimse: 873.

*

PROFESÖR Osman Turan: 1873= 874.
İBDA’: Birisine kâr tamamen kendisine âit olmak üzere sermaye vermek. Doyurmak, ikna için kifâyet, kandırmak. Sorulan şeye güzel cevab vermek: 874.
Azd: Kolun üst kısmı. Destek. Kuvvet, kudret: 874.


Baran Dergisi 246. Sayı