Düş yolculuğunun, ŞUUR YERİNDE OLARAK YAŞANMASI... Dünya’nın ayrılmaz bir biçimde bağlandığı sonsuz bir düş; bu düşte, gerçeğin temelleri erimektedir. Bu ifâde, Batı dünyasının Avustralya yerlileri hakkında vaktiyle yapmış olduğu bir tesbittir. Bu dikkate alınırsa, hayata bakış tarzları olarak, onların gerçekliklerinin bu olduğu da anlaşılır. Sözkonusu gerçeklik, niteleme farkı bâki, bugün fizik ilmi ve felsefe bakımından, modern dediğimiz ve araç gereçle ölçtüğümüz dünyanın da gerçekliği olmuştur. Atom altı parçacıklar fiziği dünyası ile günlük hayat bakışı arasındaki farktan bahsediliyor ve sade insan şuuru olarak “gerçeklik” günlük hayat tarafında kalarak o yerlilerden ayrılınıyor sanılsa da, bir çeşit düş yolculuğu olan modern fizik, matematik, tıb ve genel olarak bitki, hayvan ve tabiat ilimlerindeki incelik, aynı yollardan edinilmiş çeşitli araçlar hâlinde, günlük hayatımızda kullanılıyor. Demek ki, gerçek ve düşten anlaşılan şeyler farklı.
Bir film kurgusunda, filmin çekiminde rol alanların, yönetmenden, sair elemanlara kadar bir kadro ile, film seyircisinin karşı karşıya oluşunu gözönünde tutarsanız, hangisi gerçeğe daha yakındır? İşte TELEGRAMCILAR ve ben... Demek ki, bu teshir farkını dikkate almaksızın ve cihazlarına katık gerçek kişilerle oyun kurmada benim aldanmalarımı alaya alarak meseleyi benim zekâ durumuma sirayet ettirmeye kalkanlar, düpedüz ahmaklardır. Basbayağı, fizikî güç olarak misâl vereyim: Karşısındaki şu kadar adamı hazırolda tutarken, bunun kendisinde bir devlet gücünü temsilden doğduğunu gözardı ederek ve kendini gittikçe bu duyguya inanmaya kaptırarak, pazusunu yoklayan adam gibi, onlar gittikçe akıllı ve gittikçe salaklaşan da ben... Ama öyle olmadı: Ben neysem oyum, insan olarak onlar da neyse o. Ve zavallı NYMPHALAR: Bu yazdıklarımı anlıyor olmaları gibi, “çevre felâketi”ni yaşayacak bir talihsizliğe düştüler. Niyet olarak adi kurguları karşısında, her seferinde ahmaklıklarını yüzlerine vururken, –meselâ, şu yazı ne ki?–, bunu anlıyorlar. Tuhaf olan şu: Adi olmak istiyorlar. Bu satırlar yazılırken düşüncemin alınışı bakımından, benim için zor bir durum. Onlar için de; tavlanıyor gibi olmamak. Rahatsız edici hafifliklerine bu yüzden: “Soytarılık yapmayın!”
DÜŞ YOLCULUĞUNUN, ŞUUR YERİNDE OLARAK YAŞANMASI; Telegram’ın, düş ve gerçeği mezceden niteliği bu. Düş ve gerçek hakkında yukarıda yazdıklarım da, buna dairdir.

AB-KUR

Kartal’da... Herhâlde Mayıs ayı’nda idi: Telegramcılar’ın, sağ yanımdan önüme sürüp çektikleri tanıdık tanımadık kadın fotoğraflarının gösterilmesine karşı, müthiş bir buluş(!) sahibi oldum. Havalandırmada, malûm olduğu üzere, tesbih çekerek yürüyorum, iki kişinin mevzu ben olmak üzere yakın mesafeden konuşmaları arasında, bana gösterilip çekilen fotoğraflar; birden aklıma, eski baskısında “Yemen’de bulunduğu söylenen cinler şehri” mânâsına da gelen, AB-KUR kelimesi geldi. Yâni, eski devirlerde cinlerin Başşehri olduğu söylenen AB-KUR. Ben, bir savunma şekli hâlinde, Üstad’ı veya Efendi Hazretlerini düşünür ve kendimi onların hey’etine bürünmüş hayâl ederek turlar, her şeye karşı ayakta duruşumu bu hâlime bağlarken, Efendi Hazretleri’nin “Müslüman cinlerin de şeyhi” oluşunu düşünerek, aklımın bir köşesinde hep AB- KUR olmuştur. Bana musallat olanlar eğer cin ise, bu işin oradan kesilmesi ümidi. İşte, eğer bana resmi gösterenler, yahud resimler, tanıdık tanımadık kişilerin suretine bürünmüş olarak bana oyun ediyorsa, AB-KUR’daki Efendi Hazretleri’nin heybet ve itibarını hatırlatmak, onları korkutmak üzere, “AB-KUR!” diyordum; ve der demez de görüntü kayboluyordu.
Hemen düzelteyim: “Ab-kur” kelimesi ile “Ab-karî” kelimesinin lûgat mânâları başka. Benim
niyetim, “Ab-karî” iken, “Ab-kur” demişim. Bunun farkına, Hastahâne’den döndükten bilmem kaç ay sonra vardım. Cinlerin lâğım, helâ, bulaşık dökülen yerler, çöplükler vesaire gibi yerlerde yuvalanan şerlileri ve “hades-pislik”, hele insan dışkısını yemeleri gibi, duyulan ve okunan bilgiler yanında, ebced ve iştikak ilgisi içinde mânâların tam tersine dönmesi meselesi, AB-KUR ile AB-KARÎ arasında zannedilebileceği gibi bir uçurum doğurmasa da, aslının bildirilmesi gereği, bu izâh, niye “AB-KUR!” dediğim ile birlikte anlaşılıyor sanırım... Âlemde, zâtı ile iyi ve kötü yoktur; iyi ve kötü, Allah’ın bildirdiği ile başladı ve vardır; topyekün varlığın kelimelerle ifâdesi ve bunların topyekün tek bir kelimeye ircaı: Allah. Bütün Resûllerin getirdikleri kendisinde toplu olan Allah Sevgilisi’nin getirdiği ve gösterdiği yoldan, tevil, tâbir, tefsirle, O’na ibadet. HAYAT adına yapılan bütün İNSAN faaliyetlerinin olması gerekeni bu; BİR için, BİRE DOĞRU.
Şu fotoğraf meselesi: Bunu, hayatınızda derinden yaşadığınız ve “gözümün önünden hiç gitmiyor!” dediğiniz bir sahnenin, şu veya bu, dışarıdan bir tertible gerçekleştiğini düşünün. Bu tertib, TERTİB OLMAKLA, sizin tabiî hayâlinizden başkadır, ondan belli belirsiz daha cismanîleşmiştir. Varlığı; var ama yok, yok ama var gibi. Anlattıklarımı anlamış da olsanız, daha fazla bir şey söyleyebileceğinizi sanmadığım bir görüntü. “ŞUUR YERİNDE OLARAK YAŞANAN DÜŞ YOLCULUĞU” ifâdesine uygun, bir düş nevi.

*

Ab-kur: Lâğım çukuru. Pisliğin aktığı delik, yol: 229.
Büzürg: Cisim, kebir, azim, büyük, ulu. Reis, başkan, şef: 229.
Girde: Yuvarlak, değirmi. Bütün, hepsi, tamamı: 229.
Kecrev: Eğri giden: 229.
Harik: Omuz küreklerinin arası: 229.
Gürbüz: Genç irisi. Cerbezeli. Anlayışlı, idrakli. Kahraman, yiğit: 229. Gürde: Böbrek: 229.
Hırak: Hareket: 229.
Kısteyn: İki hisse. İki ölçü. İki parça: 229.
Dereke: Aşağı inen basamak. Sıfırın altındaki derece. Düşüklük: 229. Muntalik: Salıverilmiş, bırakılmış. Bağsız. Sevinçli: 229.
Kürde: Zariflik, incelik: 229.

*

Abkarî: Mutlaka kusuru olmayan. Kâmil. Bir kavmin seyyid ve şerifi, efendisi. Beşer sanatı olmayan. Çok güzellik. (Bu kelime, esasen “abkar’e mensub” demektir. Ebu Suud ve sair tefsirlerin beyânına göre, “cin beldesinin ismidir” ki, Arablar acib bir şey gördüklerinde, ona nisbetle tavsif ederler. Bir başka tefsirde: Abkar, buluttan inmiş donmuş sudur, doludur. Bunun yanında cinnin yerleştiği-sakin olduğu, bir arzdır. Diğer bir tefsirde: Kelimenin aslı, vasfına rağbet olunan her şeye bir sıfat olmasıdır.): 382.
İsrafil: Dört büyük melekten biri. Kıyamet günü suru üflemeye memur: 382.

*

Abkar: 372.
Asfar: Sıfırlar. Boş şeyler. (Yevmiye: Bomboş bir devirdeyiz!): 372.
Berkî: Yedinci kat gök. (Üstadım’ın mısraı: Ey yedinci kat gök, esrarını aç...): 372. Akreb: 372.
Yunus Emre: 372.
Mehdi Mirzabeyoğlu: 372.

*

Her şeyden fazla olarak, olan, olabilir olan, geçmiş, şimdi, gelecek, varlık ve mahiyet olarak her
şeyi içine alan, kuşatan, sızan ve kendinde toplayan HAYÂL HAKİKATİ’nin, Ab-kur, abkarî ve abkar kelimelerinin ebced tevafuku içinde isbatını gördünüz.

*

Uyumama müsaade etmeden önce, frekans ve sözlü telkin kurgularından biri, yine fotoğraf ile alâkalıydı. Kalbimin üstüne konulan tanıdık ve tanımadık bir kadın fotoğrafı, sonra o çekilip bir başkasının konması... Ben, güyâ kalbimin üstüne konulan o fotoğrafı göremeyeceğimi bile düşünemez bir elektrikî tesir altında, o zaman bilemediğim bir dikkat çekme ve heyecanımı kontrol etmek için nefesimi ayarlamaya çalışmanın da onlardan olduğu bir hâl içinde, “gaza gelmiş” bulunuyorum. Bu, niyeti cinsî arzuyu tesbit etmek olan veya o kişiye duyduğum herhangi bir yerleşik hissi yakalamaya yönelik tertib, sadece hakikati bulmak ve onu korkutma-şantaj vesaire gayeli değil, gerek bizzat niyetin ilkaı ve gerekse “sende olmasını istediklerinin empozesi ve tesbit etmiş gibilikleri” cinsinden frekans ve söz kurgularıyla abartılı bir iş. Meselâ, sadece şarkıcı Emel Sayın ve Ayla Algan gibi, beni mahcub etmek için gösterilenler bir yana, erkekler de olabilirdi. Nitekim, resim tarzında değil de, tahrik, telkin ve seni o hâle getirebileceklerinin frekans ve sözlü telkinleriyle, kulampara ve ibne rolünde gerçek kişileri de oyunlaştırdılar. BOLU’da NYMPHALAR’ın talihsizliği, benim şu sözümde topludur: “Benim edebim üzerine, edebsizliğinizi kurmayın!”... TELEGRAM hakkında, Kartal ile BOLU arasındaki şuur farkım, anlattıklarımdan belli. Onlar hangi oyunu yaparlarsa yapsınlar, ben hep ben olarak, ama Kartal’da bir nevi izâh etmeye çalışırken batma gibi ihtiyaçlara düşmeden, muhatablarıma misliyle mukabele. “Sen, aşağıda dolaşanları boşver, ben senin en üstünde bulunan adam var ya, ona müthiş bir şehvet duyuyorum ve onu (...) var!”; uğraşmaya ne hacet, size ballı bir sansasyon, ben rezil rüsva, sana işe girme - para - şöhret. Yeter ki, şu cihazınla ortaya çık. “İtirafım”ın kulağıyla duymuş şâhidi çok; bizzat şu satırlar ne ki!

*

Şu kalb üzerine konan resim meselesi, KARTAL’da beni şu bakımdan çok heyecanlandıran kurgulardan biri. “Gaz verme”, şu, bu gibi lâfları tekrarlamadan: TELEGRAM’da, ses ve görüntülerin bende tezahüründen sonra, hatıra yoklaması ve sağlamasından başlayarak her tertibte, cihaz teshiri-frekans yolu ve sözlü telkin birbirini tamamlar bir düzen içinde, hep “kalbin okunması” ve “düşünce okunması” sözleri telkin ediliyordu. Bende CİN hayâlini besleyen sebeb, bu olmuştur. CİN değil de bilgisayar türü bir cihazla yaptıkları yolundaki telkinleri ise, bende bir şok etkisi meydana getirmemiştir. “Nasıl bir şey merakı?” ayrı mesele. Zamanla, onlar kalbi sadece kan pompalar kıymete düşürüp, sadece beyin üzerinde dursalar da, bu sefer kalbten beyine ilgi gürültüye gittiği için, meselem İMÂN olmuştur. “Cin” derken, “imân” davasının çilesi. Kalb mahfuzdur, ama his okunabilir; cin korkusu derken, doğrudan doğruya KALB HAKİKATİ’ni ve ruhu inkâr eden bir cihaz teshiri altına girmek? Bu yazı dizisinde, ruh ve beden (beyin), ruh ve madde, nefs, şuur, kalb ve yürek vesaire gibi meselelere giriş sebebim de, bu. Herhâlde şunu söylemeye hak kazanmış bulunuyorum: TELEGRAM’ı gerçekleştirenler ve cihazı tanıyanlar bir yana, bu saatten sonra TELEGRAM’ı inkâr edenler, ikna olmama ve inkâr etme şartlarına da malik olmayanlardır. Şu satırları yazdığım sırada NYMPHALAR, Telegram’ı bilen birisini kastederek, “delilin var mı derse ne diyeceksin?” diyor. Ben de, “o kişiyle karşı karşıya gelir, konuşuruz; ikimizin arasındaki zekâ farkı kimin lehine ise, o haklıdır!” diyorum. Resmiyet bir yana, hile yapmak için bile olsa, “isbatın var mı?” deme şartlarına sahib olunmaması durumunu kasteden bir efelenme.

MİDİLLİ KANALİZASYONLARI

Bir zamanlar, suçlu psikolojisi ile ilgili olarak, incelemeyi yedi göbeğe kadar yapar, istidat, kusur
yahut suç işlemişler yolundan, son örneğe gelirlerdi: Suç, irsiyetle intikal eden bir hastalık sayılırdı. Bu görüş, tarih içinde “gemisini yürütmek” ve mevcut rejimi korumak adına, sadece suçlunun “hasta” oluşuna kadar gerilediyse de, karalama işlerindeki meselelerde, aynen uyarlandı. Ben, dünyadaki bütün rejimleri ve kendi koydukları kanunlara uymayanları, hem suçlu, hem de hasta görenlerdenim. Ruh olarak hastalık ölçüsünün hakikati, başta İslâm’a imân etmemeden başlar. İslâm’ı bir yana bırakarak, doğrudan doğruya rejime bakış gözüyle bile, bütün rejimler suç üretme makinesi hâlinde ve hâliyle suçlular tarafından muhafaza edilip, yürütülmektedir. TELEGRAM’a maruz kalan ben, akrabalarım hakkında da sayılıp dökülenleri ölçü alarak, TELEGRAM’ı yapanları ve âlet olanları bizzat suçlu ve hasta saymaktan, aile ve akraba üyelerinden başka, atalarıma doğru suçlu ve hasta saymakta, haklı mıyım, değil miyim? Şimdi size, sağlıklı(!) bir ruh ve kafa ürünü olarak, MİDİLLİ KANALİZASYONLARI kurgularını sunuyorum

*

Midilli Adası, malûm, ÇANAKKALE’nin, hâni şu Kartal Cezaevi’ne Müdür Yardımcısı diye gelen, ama maaş bordrosunda ismi geçmeyen, bu yüzden gardiyanların da kendilerini gözetlemek için Bakanlık tarafından gönderilmiş biri diye şübhelendikleri adamın (!), Cezaevi’nde görev yaptığı yerin karşısı.
Ben artık iyice tükenmiş durumdayım. “Cindi, periydi, yalnızlıktı, aklını oynattı” yollu bilirkişilere daha fazla “masal” cinsi malzeme vermemek için, daha az konuşuyorum. Koğuştayken, artık beni daha kolay kapıyorlar. Öyle ki, sanki beynim bir kara tahta, tahtaya ne yazarlarsa onu düşünüyorum, o psikolojiye giriyorum, o oluyorum, onu yaşıyorum. Sadece birşey var; kendimi başkası gibi düşünebilmem, seyredebilmem, ona imdad edemesem de kritik edebilmem. Rahat olmam, korku duymam, heyecanlanmam, sevinmem, hep TELEGRAM’dan. Şöyle düşünüyorum: Meselâ, öfkelenince safra ifrazatı fazlalaşır, bunun beyindeki kısmı uyararak, o ifrazatı sağlayıp öfkelendiriyorlar. Bunu çok önceden düşündüm. Beni yaktıkları zaman bütün vücudum kaynamış suyla haşlanmış gibi oluyordu: Tabiî, dış yüzden hiçbir belirti yok. Bir insan yanınca, ilgili uzuvların beyindeki sinir uçları hangi bölgede? Herhâlde o bölgeyi uyararak, o yanma tesirini sağlıyorlardı.
Beynim bir kara tahta: O hapishâneye gideceksin, bu hapishâneye gideceksin tehditlerinin pislik görüntüleri dışında, herhâlde kanıksamayı kırmak üzere, bu sefer Midilli Adası kanalizasyonları. Ada, bir nevi açıkhava hapishânesi ve her tarafı –elbette!– denizle çevrili. Mahkûmlar, hiçbir filmde, film olduğunu bildiğiniz için algılayamayacağınız kadar korkunç şartların, kanalizasyonların içinde insanlıktan tamamen çıkmış mahlûklar olarak, çalışıyorlar. Ne çalışması, ne yapıyorlar? Üstlerinde leş gibi atlet, yırtık pırtık uzun donlar, lâğım sularının içinde teneke kutu gibi –meselâ!– birşeyleri ordan alıp öbür tarafa atıyorlar.
Konuşmadan çok, hayvanlar gibi öfkeli seslerle, birşeyler söylüyorlar. Derken, birbirlerinin üzerlerine çullanma. (Herhâlde anladınız!)
Eh, hadi söyleyeyim: O Amerikan filmlerindeki, yarma tipli canilerin toplandığı hapishâneler görüntüsü var ya, o vahşi ve acımasız tiplemeleri Türkiye’de ırz düşmanlarının konulduğu “damatlar koğuşu”nda farzedin. Ve, oraya Duran veya karısının ve ortakları veya karılarının konulduğunu, peşrev serbest kanunuyla “emanet” edildiğini düşünün!
Bak tatlım, ben yazdım! Söyleyemeyeceğim, söylesem, kendi kendimi rezil edeceğimi sandığınız şeyleri yazdım. Hem de sizin beni, hiç çekemeyeceğiniz, çekemediğiniz durumlara, aslınızı, astarı katmış olarak.
Şimdi mesele: Birisi karşınıza geçip size küfretse, “canım bu küfür, gerçek değil ki” mi dersiniz, yoksa öfkelenir ve korkudan ses çıkartamazsanız da müteessir olur ve içiniz içinizi mi yer?
Mani olamadığınız şartlar altında, gece gündüz, yerken, içerken, sıçarken, konuşurken,
görüşürken, her ân türlü şekillerde bu türlü taciz altındayken, bir insanın, ama “insan”ın hâli ne olur? Rica ediyorum, bir de beni ben olarak düşünün?
Kâzım Albayrak’ın, Gabî için, “insanın şahsiyetine göre yorum yapılır!” demesi gibi. Gabî, o lâf kendisine, nasılsa anladı, kafası çömeldiği yerde apış arasına doğru eğildi.
O Midilli kanalizasyonları, telegramcıların içlerinde yaşattıkları hayâl dünyası bakımından, bana öyle dehşet verdi ki, o tini mini hâlleriyle eşi ve çocuklarıyla, tanıdıklarıyla muaşeret eden bu adamların, meselâ sofrada oturmuş onlarla yemek yiyor hâllerini hafsalama sığdıramaz oldum. Bunlara kızıp da hiçbir hayvan sıfatıyla adlandırılmamalı. Kur’ân söylemiş:
— “Hayvandan aşağı mahlûk!”
Yakılmalı, ama ölmemeli; bu mümkün olsa, ömrü müddet ateşte tutulmalı.
Allah, ellerinde imkân olsa, yapmayacakları mel’unluk olmayan bu insanlardan, bu insanların “korudukları” mukaddeslerden(!), insanları korusun.
Kanun nerede? Dağa kaçtı!

“GERÇEK BELLİ-OLUNMASI GEREKENİ SÖYLE!”

“Midilli Kanalizasyonları”, yaşatılan bir düş kurgusuydu; aradan 11 sene geçti ve NYMPHALAR’ın, bir senesi hazırlık olmak üzere, iş başına geçmelerinin üzerinden, tam 7 sene, üzerimde oynanan oyunu öz olarak ifade gerekirse, tek kelime ile SEKS; ve bundan umulan sansasyon kazancı idi. Bu “idi”yi, NYMPAHALAR’ın eskiye nazaran şuur durumlarının gelişimi diye ekledim. Her ne kadar, biraz sonra belden aşağı lâflamalar başlayacak olsa da, heveslerinin kırık olduğunu biliyorum; beni doğrulayıcı gelişen hâdiseler, onların benle dalga geçmeye yönelik seks dışı “değerlendirmelerini” de çeliyor. Sanki ben yapmışım gibi, benim olmayan imkânlarla gerçekleşen ve tahminlerimi onların aleyhine ve tabiî olarak benim lehime doğrulayan gelişmeler, keramet çapında; bu çap, mihrakında Üstadım’ın bulunduğu, içinde “Son Devrin Din Mazlumları” da olan, İslâm büyüklerinin himmeti gereği. ÇOCUK hikmeti apaçık görünüyor: Bunu böyle bilmemek, damarımda dolaşan kanı inkâr edememek gibi, benim elimde değil. Hadisenin tarafları bile, âlet olduklarının şuuru bakımından, tersinden neyi ihya edici olduklarının farkında değil. “Aferin çarha ki, yedirdi kuduzu kuduza”; üç senedir gelişen hâdiselerin söylettiği bu. Son nokta: 10 Eylül 2010 Cuma tarihli, SABAH gazetesinde manşetten bir haber. Okuyacaksınız. Bu bir ruh: “Anayasa değişimi, Başkanlık sistemi, Kürt açılımı, özerklik, üniter devlet yapısında ısrar, mahalli idarelerin güçlendirilmesi” vesaire, tarafların herbiri kendi yönünden muradına ermiş olsa bile, kim hangi ruh diliyle, aşağıda duyacağınız ruhun yerine onları doldurabilecek? Hangi sistem ve anlayışla? Gayet veciz bir şekilde ifâde etmiştim: “Türkiye ne ki, Kürdiye ne olsun?” diye. Bir şey söyleyin ki, ölü cesedi süsleme cümlesinden olmasın ve şimdiye kadar hangi taraftan ne yapıldı ise, hepsini birden ibret gözüyle mânâlı kılıcı olsun; bu sistem ve anlayış, herkesin emeğini gerekli kılan olacaktır. O kimde?

*

Sabah, çok sayıda AMİRAL ve GENERAL’i kıskaca alan, şantajla DEVLETİN ÇOK GİZLİ BİLGİLERİ’ne ulaşan FUHUŞ ÇETESİ yapılanmasının ayrıntılarına ulaştı. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, 1. Ordu Komutanlığı, Maliye ve İçişleri Bakanlıkları’nda faaliyet gösteren çete, ÖZEL ODA olarak tanımlanan hücre tipi yapılanması ile hareket ediyor. Ceb telefonu kullanmayan çete elemanları, çok özel belge ve görüntüleri, belirlenen günlerde transfer ediyor. Askerî yapılanmada genç subaylar, sivil bürokrasi’de ise görevde bulunan kişinin en yakını sağlıyor.
İstanbul Özel Cumhuriyet Savcılığı talimatıyla gerçekleştirilen operasyonda, çete üyesi olan AMİRAL C.Y.’e âit olduğu kabul edilen hafıza içerisinde askerî personele âit gizli çekilmiş
PORNO İLİŞKİLERİ, GAY İLİŞKİ PORNOLARI, ÇOCUK PORNOLARI, HAYVAN PORNOLARI, LEZBİYEN PORNOLARI GİBİ çarpık ilişki ihtiva eden (şantaj malzemesi) video-resim arşivi tesbit edildi. Bilgisayar kayıtlarında Amiral C.Y.’nin çeteye, üst seviyeli ÇOK ÖZEL MÜŞTERİ ayarladığını gösterir bilgi ve belgeler de bulunduğu öğrenildi.
İstanbul, Ankara, İzmir ve Antalya’da faaliyet gösteren çetenin ayrıca kış ve yaz dönemlerine ilişkin hareket plânları da bulunuyor.
Çete, bütün irtibatları GENÇ SUBAYLAR ile gerçekleştiriyor. Aracı olarak kullanılacak genç subaylar daha HARBİYE’de öğrencilik dönemlerinde takibe alınıyor. Harbiye sonrasında genç TEĞMEN olarak atanan bu kişiler, çete adına hareket etmeye zorlanıyor.

*

Sivil Bürokrasi kanadı: İstanbul’daki fuhuş çetesinin, Ankara’daki 23 bürokrata özel servis yaptığı ortaya çıktı. Çetenin müşterileri arasında, İçişleri ve Maliye Bakanlığı, BDDK ve Sayıştay gibi kamu kurumlarındaki bürokratlar yer alıyor. Çetenin, İstanbul’da 5, İzmir’de 3, Antalya’da 4, Bursa’da 2, Yalova’da 5 fuhuş evi olduğu belirlendi.


Baran Dergisi 195. Sayı