Bu akşam, (4 Ağustos 2010), televizyon haberlerinde, DELTA Serdar malûm asab bozma çalışmalarından biri hâlinde kafa ütülerken, ben zaten havanın sıcaklığından bunalmışım, 2005 yılına geri döndüren bir haber patladı:
— “Şantaj amaçlı fuhuş çetesi yakalandı. İçinde askerler, polisler ve sivillerin olduğu birçok kişinin, uygunsuz görünüşlerini kameraya alarak, şantaj amaçlı kullanmak üzere...”
Ben, KARTAL tecrübesi ile BOLU’ya geldiğim için, 2005’de başlayan –kendini belli eden– TELEGRAM safhasında dikkat ettiğim ve dikkati çekmek istediğimiz başlıca mesele, bu idi. Bir nevi yarı resmi bir görüntü ile, çete oluşumu. Televizyon haberi, işin resmî tarafı olmayan gerçekti; benim TELEGRAMCILAR’ı alayla karışık olarak “sauna çetesi” diye nitelemem, çözümü ne zaman yapılır bilmem veya kayıt dışı hâldeler mi, ellerinde vardır. Televizyondaki haberi, sözkonusu lâfımın ve BARAN’da çıkan “Sinyal Muhabbetleri” başlıklı yazılarımın tedaisî olarak anıyor ve NYMPHALAR’a da hatırlatmış olarak yazıyorum.
Onlar için pek komik, tanecik bir hatıramı-hatıralarını da yazayım: Vücudumda elektrik verilmesinden gelen bir infialle, ihtilâm olmuş olarak uyanıyorum. Cihazla gelen alaylı sözler. Sabah sayımına yarım veya bir saat var. Alelacele, pek sevdikleri tuvalet-banyoya girip gusül abdesti alıyorum; kış günü ve buz gibi soğuk suyla, kaloriferin de doğru dürüst ısıtmadığı hücremde. İşin hoş tarafı, ben ihtilâm olduğum ândan başlayarak, inzale eşlik eden sönük sesli asker düdüğünün tuttuğu ritm idi: Utanma, şaşkınlık, öfke bir arada, banyoda onların lâf atmaları ve “tesbitleri” ile yıkandım. Sayım, gülücüklerin eşlik ettiği bir zafer alayı gibi oldu. “Utanma, şaşkınlık, öfke”; bir kısmında bu duyguları ben onlara aynı şekilde tattırdım sanıyorum: Utanma olmasa bile. TELEGRAM’ın uzaması sürecinde.

KARTAL VE BOLU’DA

Benim KARTAL’da kendimi kesme ve asma hikâyem malûm; yalnızlık(!) psikolojisi ve büyük depresyon(!) geçirmem de. Resmî teşhis bu. Hâlen, elektromanyetik dalgaları şöyle kulağından tutup yakalayamadığım ve dolayısıyle “elinde delilin var mı?” sorusuna cevab veremediğim için, o zamanki teşhisi değiştirmem de mümkün değil. Şu satırları NYMPHALAR’ın birebir almaları şartlarında yazarken, “majör depresyon” teşhisi hakkındaki ünlem işaretlerim için “görünüşte doğru” hafif yollu protestolarına da muhatab oluyorum. Açıklık getireyim: Bir şeyin neticesi olarak “büyük depresyon geçirmem başka şey, sebeb başka şey. Doğru. Benim üzerinde durduğum mesele ise, ortada depresyon yok; vücudumu güçlendirmek üzere verilen vitamin vesair hapların dışında, benim psikolojik tedavi görmemiş olmam. Uzatmayayım: Meselâ karaciğer-dalak bölgesinde elektronik cihazla verilen ağrı, “şuram ağrıyor!” diye anlatılsa, tabiî olarak tıbbî tedavi kafasıyla düşünülür. Oysa benim derdim, “kes cihazın çalışmasını, bir şeyim yok”u anlatabilmek. Benim Bakırköy’de bir taraftan “uzaktan beyin kontrolü” yapılırken gördüğüm yardım, güçlendirici cinstendir. Beni sıkmadan birkaç sözlü deneme ise, benim hiç konuşmamam ve onların belki “vicdan” olarak TELEGRAMCILAR’ı yemler gibi olmamak için “lüzumsuz” konuşmamaları ile geçti. Bu sözlerim onların duruşu ile ilgili, yoksa yanlarında geçen 5-10 dakika, TELEGRAMCILAR’ın Cehennem zebanisi rolünü oynadıkları en şiddetli zamandı.
Tek kişilik hücreye alınmamdan sonra, benim TELEGRAM’a tâbi tutulacağım hakkındaki endişemi, sosyolog sıfatıyla hücreye gelen Akif’e anlatıyorum; o da bilmez görünüyor. Bakırköy’de olanlardan bahsediyorum ve iş dönüp dolaşıp, böyle bir şikayet neticesinde
Hastahâne taşınmalarının –bu lâfın bile– TELEGRAMCILAR’a büyük imkân verdiğine geliyor. Sonradan, ağzından kaçırmış olduğunu anladığım bir söz ediyor:
— “Doğru, boşuna yorgunluk!”
Tek kişilik hücreye alındığım ilk zamanlar, her gece saat başı, başta ben olmak üzere kapı üstündeki küçük pencereden, mahkûmların durumlarına bakılıyor. Hattâ bazen yemek benzeri ihtiyaçların giderildiği ve konuşulduğu mazgal açılıp, moralim iyi mi, bir rahatsızlığım var mı diye soruluyor: Bolu’ya gelişimden beri, ilk defa bu muamele... Ben de, özellikle “yalnızlık psikolojisi” kılıfına sığdırılabilecek operasyonlara fırsat vermeme güdüsüyle, iyi oluşumu mübalağa ile ifâde ediyorum: “Gayet iyiyim!”... Sayımlar gayet efendice. (NYMPHALAR bu durumu “ŞOK içindi!” diye açıklıyor.) Aradan birkaç hafta geçince, uzun boylu bir geyik’in lâfı dikkatimi çekiyor:
— “Çok çalışkanmış, burada yazsın da görelim!”
Neyse. Fakat sonra, “iyi akşamlar!” lâfının ardından, o beklenmedik efendiliklerinin ŞOK’u, yerini birden buna aykırı beklenmedik serkeşliğe bıraktı. Bu hareketlerin ŞOK etkisi, başkasından ziyâde bende ve TELEGRAM cihazının kullanılması yönünden: Meselâ sinir bozma, uyku ânında ânî sadmenin tesiriyle yüreğin ağıza gelmesi, uyutmama amaçlı olarak bu tür işler, başkası için stres-rahatsızlık verme ifâde ederken, bende, bunların yanında, sinirlenince veya âni kalb çarpması olunca, elektrikî tesirle kasılma-kramp benzeri veya doğrudan vücuda darbe vurulmuş neticelere sebeb oluyordu. Yâni, ben o davranışa sinirlenmem veya tabiî vücud refleksim-tepkim bile, cezalandırılmış oluyordu. Uyuyor-uyandır, uyanık-yatır, sakin-rahatsız et, rahatsız-sanki yüzümde ağlama hissinin izi, gevşet, bu şekilde bütün gün ve gece adamı BOZ faaliyetleri. Kendi tayin ettikleri 4 saat veya 2 saat uyuma zamanında da, kendini kaybedinceye kadar dalmadıkça, cihazdan beyne “türlü-çeşitli” konuşmalar ve uykunuzun en derin ânında, ŞOK edici bir elektrik tesirine eşlik eden haber ve cihaz hüneri hâlinde –hâni kötü bir haber duyunca içiniz boşalır gibi olur ya–, bunun müthiş azdırılmış şekli tatbik ediliyor-du.
Ana maltadan, “bunları korkutalım, korkutalım!”, “buna dayak lâzım!” cinsinden, benim duyup da başkasının duyamadığı sözler, –bunlar asıl cihazın dışında, küçük hilelerle veya alıcı vericilerle gerçekleştirilir veya telegram cihazının dikkatinizi gizlice o tarafa yönlendirmesiyle olur–, sizi dikkat olarak hep onlarla meşgul edici. Tek tek tahlili gereken bu tertibleri bir yana bırakalım: Küçücük lâf ve davranışların nasıl kullanılabildiğini, domino tesirini, herkesin bilerek veya bilmeyerek rol aldığını veya hedef kişi tarafından öyle zannedildiğini... Ve gelelim, hipnoz, rüyâ, yakaza, zuhurat, zombi görüntüler vesaire gibi ne sınıflama varsa, hepsine birden eşlik edebilecek –yanı olan– gerçek birkaç hâdiseye:
“Bu korku yok mu bu korku, başıma gelecekten de fena!”; KARTAL’daki TELEGRAM’ın endişesini besleyen, elektrikî tesirin sızıntısı ve merdivenden yukarı her çıkışımda buna eşlik eden devriye düdüğü, aynı şekilde eş zamanlı Cezaevi tertibi gibi şeyler, benim “telegram kaçağı- telegram sızıntısı”, ARAR’ın ise Bakırköy’de bana “telegram sineği” dediği cinsten oluşlar... 2005’in Ağustos ayında bu soydan tezahürler, 2002’ye nazaran kat kat arttı; yoğunlaştırılıyorum... Sessiz duruşlu, SİNSİ tavırlı musallat biri, yeni gelmiş acemi görevliye, kapıyı usulca kapattı diye kızıyor: “Sana iyi çarp dedik!”. Sonradan öğrendiğime göre, o bendeki infiali sadece kapı çarpmasından bilerek övünüyormuş; yâni elektronik cihaz marifetinden haberi yok. Aslında İRRİTE için alt yapı olan bu tasvirleri uzun uzun anlatmalıyım ama, işin içyüzüne vakıf olmayanların kolayından takıldıkları ve “seninki de ne ki!”den başlayarak aşinalık taslamaya başlamaları yüzünden, bu tür “çelebilere işkence!” hâdiselerini –fırsat olursa sonraya bırakarak– nakletmeyi düşünüyorum. Buradaki yeri tadımlık.
2005’in Temmuz ayından, hemen hemen Ağustos’un sonuna kadar, uykuda elektriklendim- yakıldım: Bu, kabus, elini kolunu oynatamama, vücut hâkimiyeti olmama, kan deveranının
durması benzeri yaşanan bir hâdiseyi andırsa da değil. Fakat kendi kendime menfi telkin olmasın düşüncesi de içinde, kabus’a yoruyorum. Peki CİN tesiri olabilir mi? Fakat RÜYÂ benzeri işler de dahil, TELEGRAM cihazı ile yapılanların, tabiîlikten ayrı olduğu hissediliyor. Basbayağı, uyanıkken de yakıyorlar yahu! Tek kişiyim ya: Avukatlarıma yanık alâmeti olup olmadığını öğrenmek için, sırtımı açıyorum. Yok!
“Rüyâ gibi” diyorum; rüyâyı andıran yarım yamalak şeyler görüyorum. ZİHNE AŞILAMA- İLKA ETME aklıma geliyor ama, zaten bunu yapıyorlarsa, kasıtları da benim bunu takıntı yapmam diye, kendi kendimi tetikleyici olmamak için es geçiyorum. Müdürün maiyetiyle geldiği bir günün ertesi, müthiş panik yaşadım: Uykumda, aynı bir gün önceki gibi, Müdür geliyor, tek sıra hâlinde maiyetindekiler. Koğuş kapısından girip havalandırmaya açılan kapıyı sayımda yoklamaları gibi, oraya yöneliyor. Ben, yattığım yerde hücrede bu “yabancıların ne
aradıklarını” düşünüp seyrediyorum: Gözüm açık mı, kapalı mı, uykudan uyanmış gibi olmadığım için bilmiyorum. Şuurum berrak. Birden, elektriğe kapılmış olarak, vücudum sarsılıyor. Kendimi, sanki yataktan dolayı imiş gibi, elektrikli alanın dışına çıkma niyetiyle yataktan atmak için debeleniyorum ama, kalkmak için elimle kavradığım yatak elektrikli, büsbütün çarpılıyorum. Boğulur gibi sesler çıkarıyorum, kendi sesimi şuurum yerinde duyuyorum, soluk yetiştiremiyorum. Bu tesir dinerken, ensemde, ensemin altında bir hayvanın yumuşaklığını hissediyorum, sanki bir fare; duyu algımla hissediyorum. (BOLU’daki Telegramcılar’ın en yakışıklı oyunlarından biri bu.) şuurlu hâlden, şuurlu hâle dönüş gibi kendime geldim: Müthiş bir kalb çarpıntısı, körük gibi inip çıkan göğsüm, havasızlık ve çırpınmak çabasından sırılsıklam olmuş vücudum. O ânda fark ettim, Allah korumuş, fareyi eziyorum diye kafamı vurduğum yer, eğer yastığı yükseltmek için yarısını demirin üstüne gelecek şekilde koymasam veya yastık kaysa imiş, resmî olarak kaza veya “kendine zarar verdi” teşhisi çerçevesinde, TELEGRAMCILAR’ı çok yönlü mutlu etmiş olarak, kafamı kıracakmışım. TELEGRAM kitabında veya bu dizide anlattığım hâdiseler, TELEGRAM’ı bilmeyen veya hokkabaz tipler tarafından, psikolojiden tıbba kadar çeşitli yorum ve teşhislerde bulunabilirler. Elbette, zihin kontrolü ve yönlendirme sözkonusu olduğuna göre, beyin ve bütün vücud sözkonusu: Psikoloji ve tıbb... Ama bu, baş ağrısının tahlilini yapıp da, benim “GİYDİRME” tâbirini verdiğim cinsten olarak gerçekleştirileni. Tezahürleri-dalgasını tesbit et, sonra o frekansla o hâli hedef kişide temin et!
Şu yatağın elektrikli olduğu hissi: Araştırma-soruşturmaya mevzu olmayacak mekân şartlarında, aktarıcı-güçlendirici küçük bir âlet olabilir mi diye düşünülebilir. Ama benim bulunduğum şartlarda, bu türlü bir zan, TELEGRAMCILAR’ın ekmeğine yağ sürme mânâsına da geliyor. Bunun kaba bir örneğini, KARTAL’da yaşadım: Sayımda, bana elektrik verildiğini söylediğim Serbaş gardiyan TURAN, gayet pişkin bir şekilde şöyle bir yatağı kaldırdı ve “ne elektriği, tel- mel yok!” dedi. Ben, ayaktaki hâlim bir yana, yatakta kafamı patlatacak ve sağ kulağımı ağrıtacak-sağırlık duygusu verecek kadar şiddetlenen ve basbayağı oda cereyanının vücudta görünür bir hasar vermediğini farzedin, ona tutulmuşum GİBİ elektriğe maruz kalırken, yastık ve yataktan şübheleniyordum: Hiç olmazsa, görünür birşey de elde etmiş olacaktım.

RÜYÂ GÖRME SANATI

İmâm-ı Rabbanî Hazretleri, nefsin elem duyduğu işlerden ruhun güldüğünü, ruhun elem duyduğu işlerden nefsin hoşlandığını söyler; nefsin hoşlandığı şeylere tenezzül, zamanla elem ve sevincin bu mertebede kalmasına sebeb olur. Nefs, bedenle ruh arasında, hangi taraftan bakılırsa ona âit görünen bir keyfiyet; bedene âit yönünden bakılırsa, ruh ve nefs, şuurlu benliğimiz hâlinde birbirinden alıcı-verici, öğrenici olur. Nefsin, beden kesafetinden letâfete doğru 8 mertebesi
bulunduğu söylenmiştir ki, şu ânda mevzumuz dışı. Bu hususu belirtme gayemiz ise, bu mertebelerin aynı zamanda rüyânın yorumu ile ilgisi bakımından ki, akıldan çıkarılmaması gereken hakikat, hiçbir rüyânın boş olmamasıdır.

*

“Nevm-i sınaî; hipnoz” ve hipnozun da çeşitli gayelere uygun olarak araçlarla gerçekleştirilebilir niteliği, uykunun rüyâ ile eş anlamlılığı ile düşünüldüğünde, rüyânın beyin-beden fonksiyonlarına ilgisini akla getirir. Fizikî çevre hakikati de içinde olmak üzere belirtelim ki, bir şeyin maddî tesirle meydana gelmesi, onun madde olmasını gerektirmez; bu türlü bir yaklaşım, sadece rüyâ vakıasının izâhı için değil, ruhun kaç gram olduğunu beden üzerinden tesbit iddiasına kadar gitmiştir. Saçmalanmıştır. Âlemde topyekûn varlık, bütün nevileriyle –araçlar da dahil!–, hakikati ruhtan başlayıp ruha ircâ olur ve Allah’a bağlıdır. Her hakikati yerinde inceleyebilmek adına, rüyâ sırasında beynin rolü olarak, bu gözle:
— “Doktor Helen Wambach isimli araştırıcı, rüyâ gören zihnin, yâni elektromanyetik beyin dalgaları aktivitesi saniyede 7.9 ve 8.3 devir arasına düştüğü zaman erişilebilir bir hâle gelen şuurun bu parçasının, geçmiş hayat senaryolarını doğru şekilde anlatabildiğini, kendisini tatmin edecek bir biçimde göstermiş olduğundan, zihnin aynı parçasından gelecek hayatları taraması istendiğinde neler olacağını görmek için işe koyuldu.”
Erişilebilir hâle gelen şuur parçası; bu ifâde, şuuru madde görmektir ki, en başta ihsaslarımız birşey yollamadan idrak edilebilir birşey de olamayacağı hakikatine aykırıdır. Tekrara girmeden
tek bir cümle: Beden, ruhun bineğidir.

*

“Geleceği bilme, halk arasında KÂHİN denilen doğuştan kabiliyetli kişiler, başka bir ifâdeyle MEDYUM’lar için, tabiî bir hâldir. Ancak bu kabiliyet sadece KÂHİN’lere has değildir. Hipnozla elde edilen sun’i trans-geçiş hâli sayesinde sıradan fertler de geçmişin ve geleceğin kapılarını aşabilmektedir. Hipnoz, Batı’da uzun yıllar bir tedavi aracı olarak yerleşmiştir. Özellikle GEÇMİŞ HAYATLARA-Tenasüh’e yönelik terapi ve araştırmalarda yaygın biçimde kullanılmaktadır.”
HİPNOZ, iradenin iğfaline dair yönlendirmeye de mevzu olabildiğinden, geçmiş bölümlerde hatırlamaya dair söylediklerim de göz önünde tutulursa, delil teşkil etme sıhhati azdır. Güyâ tecrübî bir ilim katiyetiyle geleceğe dair bilgi edinme niyetiyle hipnozu kullanmak ise, baştan fantezi ve bu bahane etrafında devşirilebilecek sair bilgi için olabilir: Bu da tahmin kaydı dışında bir mânâ ifâde etmez.

*

Allah Sevgilisi, “Nas uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar!” buyuruyor. Bir nevi, Halk âlemi’nde kendisi ve çevresiyle, rüyânın yorumları içinde; hayâlin, aldatıcılıktan hakikate kadar geniş bir yelpazesi içinde insan. İmam-ı Rabbanî’nin sözü ve nefs mertebesi hususunda işaretlediklerimiz göz önünde tutulursa, bu hikmetlerin hadîs’in yorumu çerçevesinde yer alabilecekleri de görülür. Hipnoz’un sun’i yoldan HABER alma niyetli psikolojik ve cihazla gerçekleştirilen tarzı, eğer hakikaten işe yarar olsaydı, insanı o yoldan veliliğe kadar ruhî yükseltme işi de gerçekleşebilirdi. “Geçmiş, şimdi ve gelecek, ayrılabilir kavramlar hâlinde mevcut değildir; her şey sadece vardır!”; bu, YAŞAMA-FARKINDA olma şeklinde olursa, geçmiş-şimdi-gelecek’i Allah’ın DEHR sıfat ismine nisbetle bir izâfiyet kaydından ibaret görmekten başka nedir ki? Böyle bir durumda psikologların alabileceği hangi haber var? Ve hiçbir zaman sesin yerini tutmayan ses grafiklerinin, ses bilinmese idi, onun hakkında öğretebileceği ne var? Ruha âit işleri, beyinden takib etmeye kalkanlara söylüyorum! Hiç mi faydası yok? Elbette var: İşin yönünü göz önünde tutarak, ondan kuru kıyaslarla genellemeye gitmemek ve hepsi o zannetmemek şartıyla.

TELEGRAM - HİPNOZ - TELEPATİ - RÜYÂ

“Benim gördüğüm kadarıyla” mı diyeyim, yoksa hakikaten gerçek mi öyle, “beyin kontrolü” ve “zihin kontrolü” arasındaki fark, yeterince anlatılmıyor; veya tıbta, dahiliye ve hariciye bölümlerinde, nasıl dahiliyenin hariciye ile veya hariciyenin dahiliye ile ilgisi gerektiği kadar ele alınıyorsa, beden ilgisi içinde şifa ve yarar düşüncesi ile “beyin kontrolü” sözkonusu edilirken, dolaylı olarak “zihin kontrolü”nden bahsediliyor. O da, “insan zihnini okumak kabil olacaktır!” cinsinden, “elbette insanlar birgün aya gidecektir!” gibi, “zihin kontrolü”nün çoktan yapıldığından habersiz bir ibtidaîlik içinde. ALFA, DELTA, GAMA, TETA dalgaları, saniyedeki titreşimler vesaire gibi yoğun ilmî tâbirler altında, bunları bildikleri kuşkusuz, lâkin meselenin aslını anlayan veya anlatabilen yok. Ben, yazılanlardan okuduğum kadarıyla, TELEGRAM’dan başka “zihin kontrolü” cihazı, bunu gerçekleştiren bilgi kadar etraflısı yok. Bir otomobili icâd edenle, sadece kullanan arasında, mucid ile şoför bilgisi farkı, galiba TELEGRAM’ın mucidi veya mucidleriyle, kullananları arasında da var. Sadece NYMPHALAR değil, benim anlattıklarım-tasvirlerim, belki “zihin kontrolü”nden bahseden genelde tıb çevreleri için de değişik ve yeni. Unsurları tanıyan bir malûmattarlık nasıl tek başına terkib fikrini doğurmuyorsa, uzaktan yapılan “zihin kontrolü”nü anlamak da, “zihin kontrolü” adı altında çeşitli mevzu ve meseleleri sıralamakla olmuyor. Akla şu da gelmiyor değil: Tesadüfen gerçekleşen ve filân işe yarayan bir icâd, sıra izâha gelince, izâh edilemiyor. Tıpkı tesadüfî bir keşif gibi, yediğim elma filân derdime şifâ olsa da, benim onun tıbbî izâhını bilmemem, yapamamam gibi. İşin diğer yönü de şu: Akustik hesabı-ses yayılması ve düzeni gibi, mimaride, bütün unsurları hesaplar ve yerli yerince edersin, ya tutar ya tutmaz. Bu mübhemlik, belki TELEGRAM cihazının “zihin kontrolü”nü nasıl gerçekleştirdiğinde de var. İzâh edilemez birşey; ama yapabilen. Tıpkı, beş duyu idrakimle yaşarken, onlar hakkındaki tıbbî, fizikî, kimyevî yapıları hakkında bilgi sahibi olmamam gibi.

*

Telepati bahsi burada, rüyâ ile “haber” benzerliğinden dolayı, bunların HİPNOZ, tabiî ki TELEGRAM ilgisi içinde tekrardan ele alınıyor.
TELEPATİ, bana göre eski bilgilerle, tıb ve bu gaye etrafındaki klinik cihaz yapımı ve tecrübeleri çerçevesinde anlatılan bir dava. Buna dair tecrübeler, belirlenmiş şartlar ve unsurlar ile, seçilmiş kişiler arasında yapılıyor. TELEPATİ’nin isbatı gerekmiyor, o bir bedahet; yapılan tecrübeler ise, BEYİN esasına dayanarak, bu işin nasıl gerçekleştiğini anlamak ve bunu yararlı olarak kullanmak için. Tecrübelerin, bir tertib ve ısmarlama işi olması, gerçekleşenin, TELEPATİ değil de, zihinden zihine bir haberleşme olduğunu gösterir. TELEPATİ’ye benzer yönü, uzaktan ve haber niteliğinde olmasıdır. Uzaktan haber alabilme, “onu kabul edebilen bir bünye ve zihin için bir teshir ifâde eden” geniş mânâdaki HİPNOZ’a girdiğinden, TELEGRAM’ın da mevzuu. TELEGRAM’a “sun’i telepati” yakıştırması, bu yüzden olsa gerek.
Diğer taraftan; TELEPATİ’nin, yapmacıksız, zorlamasız, hedef kişi belirsiz, zamanı muayyen olmayan ve birdenbire doğan bir espri - ruhî hâli gösteren özellikleri, TELEGRAM’da bir andırıştan ibaret. Cihazın çok amaçlı fonksiyonlarından biri, kullananların hedef kişinin çokça kullandığı kelimeleri kapmaya dair ayarı veya kullananın zamanlama hüneri ile bunun gerçekleşmesi. Hedef kişi hakkında edindiği haberleri sağlamaya mahsus, NYMPHA’nın dalga giydirme, sessiz sözlü telkin veya doğrudan konuşmayla uyandırdığı duygu ve düşüncenin, cihazla otomatik olarak veya kullananın hüneriyle anîden kapılması. Bu çerçevede bolca kullanılan usûllerden biri, TEDAÎCİLİK’tir bilmem anlattıklarımdan, sanki cihazın karşımda bir canlı varmış gibi kullanıldığı hissedilebiliyor mu? Bu canlılığın da cin hayâlini besleyebileceği?
Söz KAPMA’lardan açılmışken: Meselâ, öksürme ânında, buna ayarlı bir kullanma ile, karından göğüse doğru bir kasılma yapılabilir. Yahud, sizi sinirlendirici onlarla ilgisiz bir şey veya onlarla ilgili tabiî olarak sinirlenilmiş bir şey, yahud onların bir tertibi ve hareketi neticesi sinirlenmeniz ânında, vücudunuzun herhangi bir yerinde, ihtar - tehdit - tedib edici kramplar oluşturulabilir, elektrik çarpması gibi nokta darbeler vurabilirler. MANKURT gibi itaatkâr olacaksın; gayesi hukukî olmayan bir arzularının gerçekleşmesi. Kişiliksiz, telkin ettikleri saptırıcı haberlerle yalnız, bir şebek tipin Telegram’da yeri olmayan şekilde “beni görünce karşımda önünü ilikleyeceksin!” haysiyetsizliğine düşürülmüş. Nezaket ve saygı değil de, tahakküm keyifleri dilekleri.

*

HİPNOZ yoluyla RÜYÂ... TELEGRAM açısından eklemeye değer tek mesele, serbest veya ısmarlanmış şekliyle, rüyâlarda hissedilen sun’ilik ve rüyâ vakıasının insana nisbet cansız manken gibi oluşudur; abartılı bir canlılık hissi.

“YANAKTAKİ BEN”

Levha: Temmuz 2010... Mahmud Efendi Hazretleri, Kumandanımız’ı ziyarete geliyor. Efendi Hazretleri 40-50 yaşlarında. Kumandanımız’ın saçları daha siyah ve yanakları dolgun. Efendi Hazretleri merdivenden çıkıyor. Kumandanımız bir sandalyede oturuyor ve hâl dili ile öyle şeyler konuşuyorlar ki... Ben gözlerimi Kumandanımız’ın yanağındaki BEN’e kilitliyorum; bu konuşulanları bir gün mutlaka anlamayı umarak, dua ediyorum. Süngerin suyu çekmesi gibi alıp hıfzetmek için, her şeyden kopmaya çalışıyor ve zamanın durduğu o âna odaklanıyorum; zaman uzayıp gidiyor. —Sadeddin Ustaosmanoğlu.
Mehul: Benekli, benli: 676. Telegram: 1676.
Hakdan: Dünya, arz: 676.

*

Kelef: Yüzdeki benek. Şiddetli sevgi: 130.
Kefel: Dip. Ard. (İstikbâl.): 130.
Asa: Genişlik. Zuhur. Büyük kadeh: 131= 1130.
Kul: “De, söyle, bildir” meâlinde emirdir: 130.
Na’y: Ölüm haberi getirmek: 130.
Elleys: Mutlak hiçlik. Adem-i sırf: 131= 1130.
Ass: Her nesnenin aslı. Her şeyin esası: 130.
Nitasi: Anlayışlı. Hekim, doktor: 130.
Mekyes: Akıllılık ve ferasetle bilinen kimse: 130.
İhsas: Hissetmek. Hissettirmek. Bulmak. Görmek. Zannetmek. İdrak etmek: 130. Mass: Emmek. Bir şeyi eme eme içmek: 130.
Mükemmel: 130.

*

Kelef: (En küçük ebced): 22.
Rahman Sûresi, 20. âyet: (... Aralarında birleşmelerine engel perde var.): 2020= 22.
İcaz: 22.
Büyud: Yok olma, hiç olma. İdama gitme. (İngilizce, NE’ER: Şiir. Hiç... Tolstoy: Sanat, hiçliğe yakın yerde başlar.): 22.
Deha: Yaymak, döşemek: 22.
Hübut: Aşağı inme. Anlaşma: 22.

ÖLÜM - GUSTO - ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU

Levha: 6 Ağustos 2003... Bulunduğum mekânda ne duvar, ne belirgin bir zemin, ne de çevrede bir şey var. Sis çökmüş gibi etrafımızda büyük bir boşluk ve griye yakın bir renkte. Cezaevi’ne girmeden önce dışarıdan arkadaşım Abdurrahman Varol, arkası bana yarı dönük bir şekilde oturuyor, ona doğru yürüyorum ve “Kumandan’ın öldüğünü nasıl söylersin, böyle bir haberi etrafa nasıl yayarsın?” diye bağırıp, boğazını sıkmaya başlıyorum. Bana, eliyle sağ tarafı işaret ediyor: Bir ranza var. Ranzanın alt yatağında bir tabut ve başında gönüldaşlardan biri, tabutun kapağını veya örtüsünü kaldırmış, ölüye bakıyor. Ben tabutu görünce ağlamaya başlıyorum. Abdurrahman’a sarılıyorum, beraber ağlıyoruz. Sonra tabuta doğru yürüyoruz. O sırada birdenbire Muhammed Topçu isimli gönüldaş karşımıza çıkıyor ve “....... Hoca demişti: Kumandan Mart ayına çıkamaz!”... Ben, o Hocaefendi’nin de vefat ettiğini hatırlıyorum. — Zeynel Abidin, Bolu F-Tipi Cezaevi.

*

Menie: Ölüm, mevt: 106.
Hablullah: Allah’ın ipi. İhlâs. İtaat. Cem olma: 106.
Heyeman: Aşıklık. Tutkun olma: 106.
Süvüm: Üçüncü: 106.
Tesevvür: Kadının çok doğurucu olması. (Velud: Çok doğuran kadın. Çok eser veren kimse... Tesvir: Koluna bilezik takma - ki TELEGRAM’la ilgisi, İNSAN ve diğer eserlerimde gösterilmiştir.): 1106.
Münhebit: Yukarıdan aşağıya inen: 106.
Adak: Nezredilen şey: 106.

*

Sam: Ölüm, mevt. Yer altındaki altun damarı. Gökkuşağı. Sersemlik hastalığı: 101.
Gusto: Zevk ve takdir: 101.
Eymen: En meymenetli. En uğurlu: 101.
Halezon: (Yevmiye: Zaman, kadans dedikleri ahenk helezonuna, vakıaların posasını değil de, keyfiyetini yerleştirmekten başka gaye tanımaz.): 101.

*

Gusto: 101= 1100.
Semm: Delik. (Abdülhakîm Koltuğu’ndaki deliği hatırlayınız.): 100.
Semm: Zehir, ağu. (Üstadım’ın yazdığı en son şiir, ZEHİR’den: Gelsin beni yokluk akrebi soksun, — Bir zehir ki, hayat özü faniye.): 100.
Tahmin: İhtimallere dayanan düşünce. (İstikbâl, atî... Atiye: Hediye... Mühdi: Hediye veren.): 1100.

*

Meyt: Ölü: 450.
Ahmed-i Farukî: (İmâm-ı Rabbanî. Ümmetin, hadîslerden sonra en büyük eserinin sahibi.): 450. Abdülhakîm. (Büyük ebced): 450.
Tevlid: Doğurmak. Doğurtmak. Sebeb olmak. Terbiye etmek: 450.
Salih Mirzabeyoğlu: 451= 1450.
Metod: Usul. Kaide. Yol. Sistem: 450.
Velediyet: Çocuk oluş. (Çocuk hikmeti: Faal kuvvetleri kendinde toplayan.): 450.
Yetem: Yetim. (Üstadım’ın ÇOCUK isimli şiirinden bir mısra: Bir merhamet heykeli, mahzun
bakışlı yetim: 1989= 990... Aynı ebcedle: Mehdi Salih İzzet Mirzabeyoğlu.) 450.


Baran Dergisi 187. Sayı