Yakınlarımın getirdiği bir kitab: ANLATMAK İÇİN YAŞAMAK. Lâtin Amerikalı, Gabriel Garcia Marquez isimli yazarın eseri. Takdiminde şöyle bir cümle:
— “Hayat, insanın yaşadığı değildir; aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır!”

*

Bu söz, ilk ânda “yazarca ukdeli bir söz” söylemeyi andırsa da, gerçekte belki onun kasdını da aşan bir mânâda derindir ve bir yönüyle hayatı İBADET için görmeye kadar gider. Hayat zaten bütünüyle, Allah’ın kuluna hatırlattıklarından ibaret; bu asıl içinde de, malûm hatırlama keyfiyeti, derin bir tecridte, kendini bu hikmette ve onun için bulur. “Zaman, kadans dedikleri ahenk helezonuna, vakıaların posasını değil de, keyfiyetini yerleştirmekten başka GAYE tanımaz!”

*

Zamansız ve mekânsız olarak “geçmiş” hafızamızda, sabahtan akşama değişen ışık altında bir albümü seyreder gibi, geçen zaman boyunca değişen hatıralarımızı hayâlde canlanmış olarak seyrediyoruz; ve tahayyülle tasarrufta bulunarak, geriye ve ileriye doğru düzenliyoruz. Anlatma’nın düzeni “anlatmak” için de, “nasıl” hatırlamak; ruhun, ruhîliğin işi. Hatırlamak da ruhî bir aksiyon!

*

Suyu elekten geçirircesine yaşadığımız günlük hayat talâşesinden, aradan seneler geçince kalan ne? En entipüften takılmış olanlarıyla beraber, içinde bulunduğumuz ânda hatırlayabildiklerimiz neyse o. Onlar da, geçmişimizi hülâsalandırmanın dama taşları.
Aradan 8 sene geçti. Metris Cezaevi’nde iken arkadaşlara teselli babında sık sık söylediğim ve gerçekten çocukluktan beri çok derinden duyduğum bir sözü, yağmur altında sırılsıklam tur atan üç kişiye hitaben söylüyorum:
— “Bakın şimdi, şu şartlar altında yağmurda ve düşüncenizin kıyısında dışarıda olmak isteği, yürüyorsunuz. Dışarı çıkacaksınız ve çok büyük bir ihtimâlle şu ânı ve hâlinizi hatırlamayacaksınız bile. Bak uyarıyorum da; bu ânı unutmayın!”
Canlı adama mezardaki hâlini anlatmaya davranmak gibi, canlı şimdiye, geçmişini hatırlatmak ve hissettirmek, çoğu zaman zor oluyor. Nitekim üçü de, bütün hasseleriyle yaşadıkları o ânın canlılığı içinde, sözüme şübheyle bakarlarken, hiçbirinin sözümü hatırladıklarını sanmıyorum. Muhtelif kimselere, muhtelif defalar söylediğim ve hiçbir resim kalmayan sözümü, sözkonusu üç kişiye bir resim kalsın diye çok ısrarla telkin etmeye çalıştım; ama biri hariç, ikisinin ismini ve resmini ben bile unuttum. Mevsim kıştı ve akşamüstü idi, hepsi bu.
Mevsim yine kış ve o günden bugüne 8 sene geçti; yeni yılın 5. günü Cuma gecesi ŞEHİR’deki farelerin verdiği rahatsızlık altında bu hikâye edişe başlamama vesile kelimeyi buldum: BELİNOGRAF... Yâni telefon hatlarıyla fotoğraf, şekil ve yazıyı, uzak mesafeye nakleden cihaz.

*

Konuşma sesleri, çıplak ses dediğim tabiî bir ses değil de, sanki mikrofondan geliyor gibi; mesafe, ana koridorun oralar. Bayan Doktor, onlara, “ilginç bir denemeyi berbad ettiniz!” diyor. Yâni ben, ilginç bir denemenin kobayı oluyorum. Kobay farelerin ortasına kobay diye bırakılan ben, onları kendime kobay kıldım. Hâlen devam eden bir süreç. KARTAL’ın sağlamasını da gerçekleştirdiğim ilginç bir deneme oldular benim için.

*

2007’nin ilk haftasındayız. Bundan sonra tek tek tarih yazacak değilim; dönüm noktası niteliğindeki tarihler hariç böyle. Farelerden biri, 2006’nın Temmuz ayında, 13. veya 14. günde
kendini asarak intihar etti. Namazda taciz edilirken hatırlatılan bu hâdise, aslında şu ânda hepsinde mevcut bir psikolojiye uygun olarak, yanıbaşında bana o farenin durumunu hatırlattı: “Beni, gazoz şişesinin içine koydular!”... Bu, mevzu olarak, karikatür tarzında işlenmiş bir şey olmasına rağmen, söylendiği zaman aklıma gelmediği gibi, gerçek ve olabilir diye yaşadığım- hissettiğim, sıkıcı ve boğucu, onlar adına güzel bir buluştu. “Cinler, beni gazoz şişesinin içine koydular!”... Niçin olmasın?

*

Beni, altıma işetmeye, yatağımı ıslatmaya, aramalarda da bunun böylece görülmesi için epey çaba harcadılar; cihaz marifetiyle. Bu arada, altını tutamayanlardan birinin, onlardan olduğunu öğrendim. Bu arada, öğrendiğim başka bir şey, yan hücrede kalan bir mahkûmdan: İsmini duyduğum ama görmediğim, eskiden çıkan bir karikatür dergisi, porno muhtevalı çıkan... Bu dergiye mektub yazarken vesaire, mektub arkadaşlığı, derken Cezaevi’ne ziyarete gelen kızlar; onların erkek mahkûmlara harçlık getirmeleri, ilerleyen ahbablık ve tabiî ki malûm yakınlaşmalar. Bu yüzden, kimi evli mahkûmların eşlerinden boşanmaları veya boşamaya karar vermeleri. Bunlardan biri, 13-14 senedir kendisini bekleyen vefakâr ve cefakâr eşini boşuyor. Sonra, Nevşehir ve Niğde’ye nakil; ve ziyaretçi kızlardan ortada kimse yok, harçlıklar da kesiliyor. Kısaca; dejenere edilmiş ve grub arkadaşları tarafından da dışlanmış, bu suretle “eli mahkûm” hâline getirilmiş, kullanılan mahkûmlar. Bizim yumurtasız homoseksüeller de, siyâsîleri kendi kullanabilecekleri hâle getirmenin zavallı piyonları olarak, böyle bir rol üstündeler... TELEGRAM cihazıyla da, benim üstümde.

*

ŞEHİR’de gördüğüm (2003 veya 2004), bir fotoğrafla resim arasındaki fark gibi ayırt ettiğim, sun’i bir rüyâ: Çok güzel, parlak ve kalın kâğıtlı bir kitab. “Özlü Sözler” kitabı gibi ve her sayfada bir veya birkaç cümle; yerli ve yabancı adamlardan. Bir sayfada, “Devlet’e ihtiyatlı itimad!” yazıyor ve altında sözün sahibi niyetine: Hacı Bayram Veli...Başka bir sayfada, “roman okumak gerekmez!” yazıyor; kimin olduğunu unuttum. Bir başka sayfada da, bir Sosyolog’a âit bir söz. Kitab sanki güzel sanatlarla ilgili gibi. Sözkonusu lâflar, sayfaların ortasında, köşesinde vesaire ve süslenerek çerçeveye alınmış gibi, yahud buna benzer figürlerle.
Sözkonusu rüyânın verdiği metalik duygu bir yana, zihne yollanan bir zorlamadan oluşu, HACI BAYRAM VELİ ADINA EDİLEN SÖZDEN BELLİ! Sahte ve gerçeği uykuda bile tefrik edici durumumuz, ŞEHİR’de bize bolca tatbikleri sırasında uykudan ânî kalkışlarımızdan da anlaşılmıştır herhâlde; yapanlarca!

*

21 Ocak 2007’de, Özgür Gündem gazetesinde çıkan bir haber: Susurluk soruşturmasında adı ciddi iddia ve belgelerle gündeme gelen tek asker, MHP’ye yakınlığı ile tanınıyor. JİTEM’in kurucusu olduğu belirtilen Veli Küçük, Kocaeli İl Jandarma Alay Komutanlığı yaptı. Adı ilk kez Hanefi Avcı’nın Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkan Yardımcısı olduğu dönemde Susurluk Komisyonu’na verdiği ifâde de ortaya atıldı. Küçük’ün kazada ölen Abdullah Çatlı ile defalarca telefon görüşmesi yaptığı belirlendi. Avcı’nın suçlamaları üzerine İstanbul DGM, Genelkurmay Başkanlığı’na suç duyurusunda bulundu. Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanvekili Kutlu Savaş’ın, Susurluk raporunda “YEŞİL” kod adlı Mahmud Yıldırım’ın kullandığı belirtilen cep telefonu numarasının, Küçük’ün üzerine kayıtlı olduğu da ortaya çıktı. Küçük, Susurluk hâdisesinde adının geçtiği dönemde Giresun Jandarma Bölge Komutanı idi. Daha sonra, Çanakkale 116. Jandarma Er Eğitim Alayı’nda görev aldı. Ağustos 2000’de emekli edildi. Emekli olduktan sonra bir marketler zincirinin Yönetim Kurulu Başkanı oldu, ancak adı değişik iddialara karıştı. Küçük, Ağustos 2007’de İran-Azerbaycan ilişkilerinin gerildiği bir dönemde Bakü’de ortaya çıktı. Azerbaycan’daki darbe girişimine adı karıştı.

AÇIKLAMA

Yukarıdaki giriş yazısını, 2007’de bir ROMAN üslûbuyla TELEGRAM’ı anlatmak niyetiyle kaleme aldım. Böylece, işin teknik yönüne dair söyleyemediklerimden de kurtulacaktım. Fakat sonradan vazgeçtim. Tekniği üzerindeki yanılmalarım da, TELEGRAM’ı yaşayan biri olarak, zan hükmünde de olsa, bir kıymeti olacağını düşünerek, “şartların elverdiği ölçüde”, düz şekilde yazmaya karar verdim. Ama o girişi yazmamın pek iyi olduğunu, şimdi daha iyi anlıyorum. 2007, benim NYMPHALAR’a söylediğim sözlerin de başlangıcı oldu: 2005-2006 yıllarında; kuru merak saikiyle ve işin aslına dair anlattıklarım da silinmiş, –gerçekliği hakkında kulis atılmış olduğundan–, sorulara pek cevab vermedim. Cezaevi’ndeki arkadaşlara, lüzumsuz konuşmamalarını tenbih ettim. O günler, Kartal’daki ilk günleri ve sonraki yarım yamalak bilinenleri andırıyordu; ve ağırlık, benim yalnız kalmamdan mütevellid “psikolojik” durumuma yorulmaya hazır. Ve Mahmud Efendi Hazretleri’nin, kararıma uygun sözü: KONUŞMASIN... İşe sıfırdan başlar gibi işi toparlamaya başladım. ISLIKÇILARIN da, bilip bilmediği hususu zamanla netlik kazanınca, bilmezden gelme sadece hukuka kaldı. Çeşitli çekişmeler içinde, görevini cihaz başında yürüten NYMPHALAR’a, “zaman aleyhinize işliyor, derdiniz neyse ortaya çıkın!” diye defalarca söyledim. 2006 Temmuz veya Ağustos’undan sonra, onlar adına talihsiz bir kaza neticesinde, Müdür ve hamarat birinin öldüğünü duydum.
NYMPHALAR her ne kadar “çalışkan” tutumlarına devam ettilerse de, bugün kendilerinin de reddedemediği gibi, bende hâdiselerin gelişimine dair bir imân oluştu. Bunun, bugünkü ifâdesi şudur: “Benim kurtulmam için ne olması gerekiyorsa olur!”... Bunu, “ne yapabilirsin ki?” alaylarına karşılık ve yaprak kımıldamadığı zaman söyledim. Özgür Gündem gazetesinden o gün yaptığım iktibas, sadece KARTAL’daki YEŞİL kod adlı kişi için benimle ilgili yaptıkları bir kurgu ile alâkalı olarak, tedâî unsuru diye kullanmak içindi. Gelişen hâdiseler sonunda, malûm ERGENEKON işleri, NYMPHALAR’ın pek çok şeyden habersiz olduklarını ve “cahilliklerinden” dolayı bol kepçe atıp tuttuklarını da gösterdi. Benim günlük ve günübirlik gündemlere alâkasızlığım ve tabiî ki cihaz tesirindeki hâlime mukabil, “hâdiseleri raksettiren keyfiyet” hâlinde mücerret fikirlerim-sezgi ifâdelerim, NYMPHALAR’ın benden almayı umdukları haber nevine uymadığı için, alay ederlerken, alayları “usûlden bir iş”e döndü. Giriş için yaptığım denemenin ne kadar isabetli olduğu, TELEGRAM hâdisenin başını ve sonrasını kendine bağlayan nitelik belirttiği, anlatım kolaylığından da anlaşılacak; bir imkân. Son olarak: ŞEHİR, Bolu demek. Fareler de, yükü taşıyan olarak NYMPHALAR’a dönüştü.

İLK GÜNLERDEN

Giriş yazısına parelel bir yerde, Kartal’daki ilk günlerime âit birkaç not düşmek, ona uygun olur.

*

Sabahın erken saatinde, koğuşun havalandırması içinde gümbürdeyen, çalışan arabaların egzoz sesi ve mahkemeye gitme ile ilgili konuşmalar. Bu sesler, dışarıdan gelen seslerin bir kuyuda toplanması gibi havalandırmada yankılanma şeklinde değil de, sanırsın birden havalandırmada çalışan ve o dar alandan dolayı gümbürdeyen bir ses; konuşmalar da öyle. Uykudan korkuyla uyandığım oluyordu. 15 gün veya bir ay kadar sonra, bu sesler kesildi.

*

Ufak tefek, Cezaevi’nin değişik –uzak– yerlerinden, normal olarak işitmemem gerekirken, koğuşun içinde duymaya başladığım, benden de bahseden sesler. Daha henüz TELEGRAM hakkında hiçbir şey bilmediğim günler. Birkaç ay sonra, bir gardiyanın marifetlerini yoklamak
üzere bana söylediği bir söz, o günlerde neye hazırlandığımı da gösterir:
— “Çok gürültü duyuyor musun, gürültü oluyor mu? Biz hiç duymuyoruz!
Dam üstünde saksağan lâfını mantığa oturtmak üzere ilâve etti:
— “Bacadan geliyordur!”
Havalandırmaya çıkınca, çatının ucuna yakın ve ne işe yaradığını anlayamadığım, – NYMPHALAR alayla karışık, kuşluktur diyor!–, baca benzeri bir şey görüyordum. Soba deliği olmadığına, alt ve üst kattaki tuvaletlerin bir havalandırması bulunmadığına ve havalandırma küçük pencerelerden gerçekleştiğine göre? Her neyse; ne içerideki seslerin, ne havalandırmadan- koğuş avlusundan gelen seslerin bacayla bir ilgisi yok... Mahcub tabiatlı o gardiyana, sözündeki “yoklama” niyetini anladığımı belirtmek üzere, “siz ne yapıldığını biliyorsunuz!” dedim. Yüzsüz olamayanlara mahsus bir sükût.

*

Koridordan, 10-15 dakika kadar arayla devamlı tekrarlanan, –STAR televizyonu haberi olarak–
, halk içinde yapılan konuşmalar. 50 yaş civarında, sanki memur emeklisi, konuşma sesi güzel bir adam, bir yaşlı kadın vesaire: Benim hakkımda sorulan soruya, menfi yorumlardan sonra “terörist” diye biten cevablar. Televizyon haberi tamam da, –o niyetle dinliyorum–, bu sürekli tekrarlar ne? Sonunda, “herhâlde teybe aldılar, benim koğuşa yakın bir yerde tekrarlıyorlar!” diye düşünüyorum. Bu türlü haberlerden biri de, benim hakkımda Demirel’e sorulan sanki imâlı bir soruda, “ben Salih Mirzabeyoğlu’nu ne tanırım, ne bilirim, ne ilgisi var, pööh...” diyor. Konuşmaları tam net duyamadığım için, tam anlayamıyorum... Psikolojik baskı ve kafa ütüleme niyetlerinin sebebini o günler henüz bilmediğim için, TELEGRAM’ın alt yapı oyunlarından biri olduğunu, o günlerde düşünemiyordum. Zaten yaralı ve hastayım; ruh ve beden direncini içli dışlı kırma ve beyni iptâle yönelik sair tertibler içinde, ilk 15-20 gün sonra, beni delirtme niyetlerini sezmiş olarak, mani olamadığım bir sel önünde olduğumu hissettim ve paniklemeye başladım. Kafamla oynuyorlardı. Ben, şuurlu olarak işitmemeye çalışsam da, mani olamadığım.

*

Televizyon sesini daha iyi anlamaya çalıştığım, kapıya kulağımı verdiğim bir seferinde, “bak kapıya dayandı!” diye, hâlimi birine duyuran, tâ koridorun başından gelen ve normal olarak işitilemez olan tonda bir ses. Nasıl bilebiliyorlar? Bir gece, koridor sessiz, koridorun başından mikrofonik ve yine normal konuşma tonunda, ismimin geçtiği ama tam anlayamadığım aleyhimde bir konuşma duydum, kapının mazgal deliğine yanaştım; bazen yorulup kapı aralığından duymaya çalışıyorum. O ses, bu sefer, sanki kapıyı zorlamak için dayanıyormuşum gibi, tedib edici şekilde: “Bak, bak, kapıya dayanıyor!”... O köşebaşı konuşmalarında, ismimle beraber en çok anılan kelime, BOLU’da epey az olarak, “terörist!” lâfı. Kartal’daki kurgulara, bir gece Marmaris’ten oraya, beni görmek üzere gelen ve sabaha kadar yanındakilerle beni konuşurken, bana hitabeden KENAN EVREN de vardı.

DUVAR - DAVAR

Koğuşa konulduğumdan beri, sayıma 15-20 kişi birden geliyor. Bu, sadece güvenlikle ilgili bir mesele değil; zaman geçtikçe sebebini daha iyi anlıyorum.
Genellikle bir müdür yardımcısı her seferinde var; değişebiliyor. Sayımlarda hemen en çok görünen, zayıf ve uzunca, 25 yaşlarında sandığım Bünyamin var. Bir başka, 45 yaşlarında Bünyamin daha var ki, o piçe bu bakımdan “Genç Bünyamin” diyeceğim.
Ayrıca, Başgardiyan Selçuk ve özellikle Turhan, “Genç Bünyamin”le beraber veya doğrudan kendileri, pek sık gelenlerden.
Baştan pek anlayamamıştım, sonra sonra pek çok oyuna mevzu oldu: Giriş kapısından sonra,
önümde büyük bir masa, üç sandalye, ben masayı şöyle yanıma almış şekilde ranzaya oturmuş sayımı bekliyorum. Sair zamanda da, oturuşum böyle. Tam karşımda televizyon, kapının öbür kanadında duvara bitişik küçük buzdolabı, onun arkasında da yerde bir ocak... Buzdolabı ve Televizyon arasından da, lavabo kapısı.
Kalabalık gelmelerine rağmen, kapıdan bir-iki kişi giriyor ve buzdolabını arkasına almış, şöyle belli belirsiz bir selâm verdikten sonra, gözlerini bana değil de, benim sağımdan arkamdaki duvara diken kişi, elindeki bloknota ciddi bir şekilde işaret koyuyor.
Bunlar nereye bakıyor, niçin bakıyor derken, sayısız oyuna geldim. Bu, aslında vehim vermek, şundan dolayı mı bundan dolayı mı derken, zihin yorgunluğuna düşürmek için basit bir figürdü. Öyle ki, insanda zekâ, hayâl gücü ve bilgi ne kadar fazlaysa, o kadar çok oyuna geldiğin Telegram’da, bir çarpıcı misâl... Ahmaklığın zaafı ve çarçabuk işi bitme ayrı.
Aslında en başta anlamam gerekeni, Hastahâne’den döndükten 4-5 ay sonra farkettim. “Telegram”da, beni şaşkınlıktan şaşkınlığa düşürür ve “nasıl biliyorlar?” diye çıldırtırlarken, aslında “Tilki Günlüğü”nden istifade ediyorlardı ya, “duvar” ve “davar” tedaisi içinde, benim koğuşa “davar” olduğum ihsasını vermek üzere giriyorlardı.
Buluş müthiş(!)... Analarını, karılarını, mecburen söylüyorum, babalarını çaput gibi ayaklarımın –diyeyim!– altına serenler, bana böylece hakaret etmiş oluyorlardı. İşin tuhaf tarafı, bunlarda tatlı tenlerinin incinmesi korkusundan başka, hiçbir ahlâkî ukde olmamasıydı, haysiyetime dokunur- dokunuyor korkusu, tedirginliği, endişesi, şeref, haysiyet, namus duygusu bulunmamasıydı. Ey ateş!
Kartal’da bulunduğum bütün zaman boyunca, onlara biriktirdiğim kine mukabil, hep çoluk çocuklarının evlerindeki cehennemlik fukara havasını düşündüm, acındım. Evet; onlara yapılabilecek en büyük iyilik, onları bunlardan kurtarmaktı.
İnşallah!..

MIKNATIS OLABİLİR Mİ?

Sovyetler Birliği dönemi... Ekoloji ve Yaşayan Çevre Bakanı, bir Rus gazetesine, “Sağlık Bakanlığı ve Federal Soruşturma Bürosu, bir milyon masum insan üzerinde tıbbî tecrübeler yapıyor; suya kimyevî şeyler koyuyorlar ve zihnimizi değiştirmek için mıknatıslar kullanıyorlar. Biz, otoritelere bu iddialarımız yüzünden deli olmadığımızı isbatlamaya çalışıyoruz!” şeklinde beyanat veriyordu.
“Telegram” kitabında, eskilerin “istişhad” dedikleri “delil kılma ve şâhid gösterme” usûlüyle o eseri yazdığımı belirtmiştim.
Bire bir uygun gelen yukarıdaki hâdise, “deli olmadığımı isbatlamaya çalışma” en zorluğu da dahil, aynen benim yaşadığım, düşündüğüm:
Bir toplu iğneye yaklaştırılan mıknatısın çekim dairesine girer girmez onu kapması ve bitişmesi gibi, o elektrik beni kapıyor.
Bir boşluk hâlinde, şöyle hafiften, evimi, çocuklarımı düşünmüşüm, yahut o günkü Avukat görüşü, diyelim “sürü hâlinde giden kargalar, sabah nereye gidiyor, yuvaları nerde?” gibi, bahçede veya koğuşun içinde turlarken, tesirden çıkmışım hissi içinde iken, birden elektrikî tesir hissediliyor ve yoğunlaşıyor. Yakalanıyorum.
Malûm; işin çıldırtıcı yanı, aklına gelen ve rüyâ tabiîliği içinde daldığın ân, acaba onların zihnine ilka ettiği mi, yoksa gerçekten senin mi?
Hoş, bir insanın aklına ne geldiğini bilmek için çok fazla zekâ da gerekmiyor. Mekândaki eşya belli, işin de, meselâ mahkemen var, onunla ilgili; çoluk çocuk, arkadaşların, ziyaret filân. Duvara bakarsın, sarı, o gün filân ziyaretçi sarı giymiştir, bu müştereklikte kolayca ilka edersin.
Şu mıknatıs: Sol bacağımı tahta kırar gibi kırmak istediler ya, yaklaşık 4 ay o bacağım, sırt adaleleri tamamen liflenmiş ve muhallebi gibi olmuş, sanki bir su torbası. “Acaba oraya ilaçlı bir şey mi şırınga ettiler?” diye düşünüyorum ve aklıma geldikçe iğne izi arıyorum. Ama zaten bu kadar zamanda iğne izi kalmaz. Tıbbî olarak mümkün mü diye soramadığım soru şu: Acaba oraya zerkedilen mıknatısın çekebileceği bir ilaç olmasın? Kendimi, sanki damarlarında madenî bir şey dolaşan insan gibi hissediyorum.
Sonra, şu Müdür Yardımcısı İbrahim’in, 12 Nisan’a gelen Kurban Bayramı kasdıyla, akşam sayımında attığı “siğil”:
— “Size, Bayram’a kadar müsaade; Bayram’da bitecek onu söyleyeyim!”
Sayımda gelen kalabalığın içinde, bana görünmeyen kanatta telegramcılar da var veya ben öyle sanıyorum, onlara söylüyor. Acaba bacağımdaki mıknatısiyet sağlayan ilâcın, –varsa!– tarihi o zamana kadar mı? Yâni 12 Nisan’a kadar mı?
Bu mıknatısiyet sağlayan ilâç meselesi, benim ziyaretçilerime ve arkadaşlarıma, bir ihtimâl, olmazsa benzetme kasdıyla anlattığım bir şeydi. 6 aya yakın bir zaman sonra Hastahâne’ye kaldırılışım ve sonra dönüşüm: Gelen kitablar arasında, Sovyetler Birliği döneminde geçen hâdiseye rastladım... “İşte, anlattığım gibi!”... Anlattığım ona uygun, ama ilâç meselesi mi, cihaz meselesi mi bilmiyorum; “bana, ilâçsa, nasıl vermiş olabilirler?”... Bunlar, o günkü sorular.

TEV AFUKLAR

Levha: 12 Nisan 1988... Şehirler arası yolcu otobüsü kalkacak... Eğilip tekerin oraya bakınca, fincan benzeri şeylerden tepsi içinde bir kabartma yazı görüyorum: KUSTO!
Kusto: 175.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1174= 175.

*

M.S.İ.E: 1174.
Fasd: Damar kesmek. Hacamat: 174.
Said: Mezar, kabir. Yeryüzü. Yüksek. Yukarı çıkan. Yol, tarik. Yukarıdaki temiz toprak: 174.

*

İd: Bayram. (Gidip tekrar gelinen, bir kimsede alışılıp âdet olan şey. Bayram tekrar geldiği için îd denilmiştir.): 84.
Ledün: İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır: 84.
Hamul: Metanetli, sabırlı, tahammüllü kimse: 84.
Îd: Bayram: 84= 1083.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1082= 83.

*

Duvar: 216.
Oruç: 216.
Beyder: Doğru lûgat. (FURKAN LÛGATI hatırlanmalı.): 216. Rüyâ: 217= 1216.
Bedrî: Bedr’e âit ve onunla ilgili: 216.

*

Divar: Duvar: 221.
Daverî: Hâkimlik, hükümdarlık. Mahkeme ve dava. Kötü ile iyiyi ayırdetme. Mücadele: 221.
Darağacı: 1220= 221.
Feylemanî: Cüssesi iri: 221.
Mütehassıs: Bir işin hakikatini çok iyi bilen. Has ve hususi olan: 1220= 221.


Baran Dergisi 192. Sayı