Rahman Sûresi, 20. âyet: 2020= 22. Deha: Yaymak, döşemek: 22.
Salih Mirzabeyoğlu: 14.
Dud: Duman, sis. Tütün. Elem, gam, keder. (Mavi): 14. Tank: 14.
İcade: İyi yapma, iyi işleme: 14.

*

Huzret: Yeşillik. Yeşil renklilik: 2000= 2.
YakubÇerhi: (Hacegân silsilesinin 18. büyüğü... Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin kendilerine buyurduğu: İLİM iki kısımdır. Biri KALB ilmidir ve bu ilim en yararlı olanıdır. Bu ilmi Resûller ve Nebiler talim eder. İkincisi, LİSÂN ilmidir. Bu ilim de Allah’ın insanoğullarına hüccetidir. Ümit ederim ki, bâtın ilminden sana pay düşsün.): 1001= 2.
Şazz: Kaide harici olan. Müstesna bulunan: 1001= 2.
Müsteşar: Kendisine iş danışılan: 1001= 2.

*

Dü: İki: 10.
Bicad: Hazret-i Abdullah’ın lâkabı: 10.
Çav. (Kürtçe): Göz: 10.
Durah: Gökte melâike kâbesi olan Beyt-il Mamur: 10. Ahzar: Yeşil. Yemyeşil. En yeşil: 1009= 10.
Besbese: Haberi yaymak. İşi halka bildirmek: 10.

*

RÜYÂ: Sabah ezanı okunuyor. (Kalkıyorum, saat 3, demek ki rüyâ imiş; abdest alıp, teheccüt namazı kılıp yeniden yatıyorum.) Önümde bir kâğıt ve üzerinde hep 2 ile ilgili sayılar... Bir yerde, 14 ve 22 sayılarını okuyorum. Kağıt, kenarlarından yanmaya başlıyor ve bu dairevi bir çizgi üzerinde yürüyor gibi... Tam ortada bir göz var; bunun, Salih’in daha önce yaptığı bir resimle ilgili olup olmadığını düşünürken, o gözün Salih’in olduğunu anlıyorum. —Nalan Said.

*

Ayn: GÖZ. Pınar. Zât. Kavmin şereflisi. Tâ kendisi. EŞYANIN HAKİKATİ. Altun. Casus. Her şeyin en iyisi: 130.
Lems: Dokunma duygusu ki, insanda beş duygunun ilk görüneni: 130.
İhsas: Hissetmek. Hissettirmek. Görmek. Zannetmek. Bulmak. İDRAK etmek: 130.
Na’y: Ölüm haberi getirmek: 130.
Kul: “De, söyle, bildir” meâlinde emirdir: 130.
Kelef: Yüzdeki ben. Şiddetli sevgi: 130.
Silm: İslâm, müslim olmak. İtaat. Sulh: 130.
Hilkat: Yaradılıştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış: 1130.

*

Dide: Göz, ayn, çeşm. Görmek. Gözcü. Gözbebeği. Göz ucu: 23. Salih Mirzabeyoğlu: 1023.
Hadî: Birinci. Mazluma yardım eden: 23.
Mehdî: (En küçük ebced): 23.
Vavî: Vav harfine mensub. Tilki: 23.
Vehbî: Doğuştan. Çalışmakla elde edilemeyip, Allah’ın lütfu ile olan: 23. Azadî: Şükür. Hürriyet: 23.

KÂİNAT - İDRAK

Zebur’da geçtiği söylenen ve bâtın kahramanlarının öyle olduğunu kabul ettikleri bir söz: —“Ben gizli bir hazine idim, kâinatı bilinmek için yarattım!”

*

“Emr Âlemi”, Allah tarafından hiçbir mertebe ve tavrın vasıtası olmaksızın, “Kün-Ol” emriyle meydana gelen herbir şeydir. “Emr Âlemi”, MUTLAK VÜCUD’a izafetle ikinci sebeptir; “Halk Âlemi”nenisbetle birinci sebeb. Tahkik ehli, HALK ÂLEMİ İLE “KÜN-OL” EMRİ OLMAKSIZIN MEYDANA GELEN HERBİR MEVCUDU KASTEDERLER. Allah, ruhu, Zâtı’nınzâtiyeti ile izhâr etti; ruhun “emr” ile işaret olunması bundandır. Gayrını da ruh ile izhâr etti ki, “Halk-Yaratıklar” âlemi de bundan ibarettir.

*

Eser, müessirine nisbetle fiildir (yapılandır), zuhur ettiği yere nisbetle infialdir, (müessirin aksetmesidir.)
Kâinat, suret ve sıfatları kabul edici bir eserdir; Âlem denilen aynanın cilâsı ve ruhu, tesir edici eser hüviyetiyle İNSAN’dır.
Ayna, suretin tecelli ettiği yer olmanın yanında, kendisi idrak olunan ve kendisinde kendini gördüğün herşeydir.
İNSAN, Allah katında bakan bir GÖZDEKİ BEBEK gibidir ve görme sıfatı ile tâbir olunmuş mahlûk odur: Bundan dolayı ona İNSAN denmiştir, çünkü Allah mahlûklarına onunla nazar eder. O, bâtınını Allah’ın kendi suretinden yarattığı ki, bu bakımdan ezel ve ebed onda birleşmiştir. Şekli bakımından sonradan yaratılmış, ezel ve ebed arasında ayırıcı varlık.
Basar: Gözün görmesi. Görme algısı. Kalble hissetme. Kalb gözü. İDRAK. FİKİR... Görme sıfatı, sadece göz duyusundan değil, beş duyudan gelen bilginin idrakı kadar, akli ve ruhî bilginin idrakıdır da. İnsan için durum bu iken, insanın da içinde bulunduğu Âlem’in-Kâinat’ın durumu?

“KÂİNAT’IN GÖRDÜĞÜ İNSAN”

Âlemde insan; Kâinat’ın ortasında insan... Bildiren çevre olmadan bilemeyeceğimiz gerçeği çerçevesinde, bu hakikatin temelinde, bizzat Kâinat’ı kabul etmek... Budistler’in söylediği şu söz:
—“Gerçek dünya olmadan şuur olamaz, — Şuur olmadan da gerçek dünya. —Nesnesiz fail, — Failsiz de nesne nasıl olur?”
Bir fizik Profesörü, Kâinat’ın mahiyeti ve ortaya çıkışının muhtemel şekilleriyle ilgili tartışma sürecinde, KÂİNAT’I KENDİSİNİ GÖZLEYEN BÜYÜK BİR GÖZ ŞEKLİNDE ÇİZMİŞTİR. Bu, sözkonusuFizikçi’ye göre, “kendini İMÂ eden, kendini işaret” tarafından vücuda getirilen “kendisinden hareketli, uyarımlı” bir sistemdir; ve daha ziyâde, “kendimi görmek istiyorum, öyleyse varım!” örneğine benzer.

*

(Gerçek, sadece daha derin bir gerçekliği örter. Dolayısıyla Kâinat, kendisinden daha derin bir gerçekliğin ifâdesidir.)

*

(Kâinat’ın bütün tanecikleri nihayette birbirinden ayrılamaz; bundan dolayı, müşahid, müşahede ettiği şeyden ibarettir. Öyleyse insan, Kâinat’tan başka birşey değildir.)

*

(Kâinat, kendisini gözlemek - müşahede etmek için, kendisini “gözleyen” ve “gözlenen” şeklinde ayırmalıdır. Bu bize, Kâinat’ın kendisini bölmesi ve vücuda gelmesinin temel sebebini açıklar. Kendisini yaratmadaki temel saik, belki de kendisini algılama-idrak isteğidir. Fakat kendisini parçalara ayırarak, kısmen kendisini nefyeder ve böylece kendisinden kısmen ayrılır.)

“BÜYÜK GÖZ” ÇEVRESİNDE

Çeşm: Göz. Ayn. Dide: 343.
Asgaran: Kalb ile dil: 1342= 343.
Murakıb: Murakabe eden. Teftiş ve kontrol eden kimse. Hıfzeden. Allah’a bağlanmış olan. (Yevmiye: Bu kitab–KÜLTÜR DAVAMIZ–, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir.): 343.
Ferzane: Bilgili kimse. Hakîm, kâinat’ın hakikatini muttasıf. Filozof: 343.

*

Herşey kendi mertebesinde canlı ve kendine mahsus bir şuur-idrak-irade belirtir; bu mesele, modern fiziğin de doğruladığı bir hakikattir. Ne var ki, Budizm ve benzeri görüşlerden, Batı felsefesi ve fiziği kadar, nitelemeleri farklı da olsa, temelde aynı çeşniler hâlinde mesele, “kâinat’ın yarattığı insan” ve insanın beden ve şuuruyla onun parçası olması, yahud onun en kâmil parçası olması, onun adeta sözcüsü veya kâinat’ın idrak sahibi oluşunun kendinde tecellisi hâlinde onun bizzat şuuru olması gibi, herbiri yarıdan başlayan ve yarım bırakılan, anlayışları göstermektedir. Gözleri bağlı olarak, hiç tanımadığı bir hayvanın, meselâ meşhur misâl “filin bacağına bakarak onu niteleme” gibi hüküm çıkarmalar, temas tasviri içinde doğru şeyler söyleseler de, hükümde, yahud hükümde doğru olsalar da “bütünü gören-idrak eden”e nazaran onu bütün saymak veya daha bütün hükümde yanlış nitelenmiş “ister istemez kayıtlı” bir hüküm olarak kalmak durumuna düşerler. Öyle de olmuştur, olmaktadır.
Herbiri kendi yönünden aklî kıyas ve bu çerçevedeki müşahhas verilerle “bütün vazeden” yahud “ihtimal” seviyesinde kalan veya ihtimali bütüne tatbik gibi güyâ “bütünlük vadeden” felsefî ve ilmi görüşler, herşeyden önce insanın düşünme faaliyetiyle –hareket içinde hareketle gelişen insan düşüncesiyle–, yâni hiçbir zaman MUTLAK’ı bilemeyeceğine nazaran, bu çerçevedeki hakikatleri kendisine nisbet edebileceği, DOĞRULAYICI OLABİLECEKLERİ GEREKLİ OLAN, YANİ MUTLAK FİKİR’den yoksun bulunmaları yönünden, Kâinat ve insan ve ilişkileri hususunda peşinen malûldürler. “Mutlak budur!” diye gösterilebilecek bir fikir sözkonusu olmadı mı, onu mücerret bir MUTLAK diye alıp, yokluktan görünüşe çıkma şeklinde maddenin en kâmil parçası olan kendinde-insanda sözcülük kabulü, bahsettiğim malûllüğü gidermez, gidermemiştir de. En gerçekçi geçinen ve temas ettiğim hususları da güyâgözönündetutanları,–ki, onlar da birbirini çelen çeşitlilik içindedirler!–, ilimde ve fikirde parça parça toplanacak hakikatlerin ışığında, gittikçe “asıl olan”ın bulunacağı ZANNI içindedirler; işin aslına nisbetle, semirmeyi ilim sanma, kemmiyet kalabalığından keyfiyet doğruluğunu umma... Oysa,idrakın, ilmin ortasına yerleşmiş VEHİM niteliği, onun sayısız ihtimâl karşısında bulunduğunu, herkesin hakikatinin kendisi için geçerli olmak üzere, bir doğruya mukabil sayısız yanlış çizgi bulunuşunu gösterir. MÜMKÜNLÜK, ister varlık ve isterse bilgi olsun, MUTLAKLIĞA zıddır. Ne bakımdan? Mümkün olma vasfı bakımından. Bir varlık ve bilginin, mümkün olma özellikleriyle görünmesi, kendisinin de MÜMKÜN olmasını gerektirmez. Bu ifâde, İSLÂM dışı bir takım fikirlerle müştereklik ifâde ediyor gözükse de, yukarıda yaptığımız izâhlar çerçevesinde, sadece İSLÂM’aâit oluşu anlaşılır. Ne VARLIK, ne de BİLGİ meselesi bakımından, (Ontoloji ve Epistemoloji), bir takım kısmî rastlaşmalar olsa da, üst norm-üst diyalektik-üst anlayışta, bu
rastlaşmaların niteliği sadece lâfzîlikte kalır.
Beş duyu verisinden gelen bilgileri terk ede ede, (daha derin gerçeğe vara vara), “Bilgi:Varlık” düşüncesinde “aydınlanmanın kendi olan insan”, kendi hedef gayesi ve “hakikat budur!” ölçüsü bakımından tutarlıdır. Kâinat’ın (Büyük Varlık) algı ve idraki, geride kalan basamakların terki ile,BİLGİ’yeinkılâb etmiş ve böylece, BİLGİ, VARLIK’ın kendi olmuştur; BÜYÜK GÖZ’e (idrake) ZÂT aramaya lüzum kalmamıştır. Bu anlayışta, “insan Mutlak olmuştur” da denemez; çünkü o, hâlâ bilgi tekâmülünde devamdadır, mümkün bir bilgi ve varlık’ı
göstermektedir. Sahibi samimi ise, artık Zât (Varlık) problemi ile ilgilenilmeyecek bir çaresizlik belirten bu düşünce, samimi olmayan için de bir açıkgözlük-hile (sahte tenazür penceresi açma, sahte uygunluk) demektir. BİLGİ-İDRAK-İRADE, bunların sahibi Zât zaruretini doğuruyor; zât yerine Kâinat’ı koyup, onun da bilgi-idrak-iradeye döndüğü yerde? İşte tam yeri: “Nur, Allah’tır denemez; o Allah’ındır, Allah’tandır!”... Bilgi, idrak ve irademiz de!
Her insanın, birbirini iptal edici ve mihraksız bir tümevarım içinde karanlığında kaybolduğu mücerret (havada) bir MUTLAK FİKİR değil de, bütün zıdlıkların kendisinde eridiği bir NUR’a, MUTLAK VARLIK’ın, herkese hakikatinin ne olduğunu gösterici MUTLAK FİKRİ’ne ihtiyaç var.
ANAFOR isimli şiir kitabında (1982), şöyle diyorum:
— “Ben doğunca var oldu — sağı solu ortası — ben ölünce kıyamet — sonsuzluk haritası!” Gerçek ve gerçeklik, insan doğunca başlar; ruhun kâinat’ı idrak ve şuuru da, beden-nefs vasıtasıyla. Bir kâinat’a-dünya’ya geliyoruz, bir “maddî kuşatan”ın içindeyiz, çeşitli varlıkları olan bir tabiattayız, bir türün-insanlığın içindeyiz, bir topluma ve aileye dahiliz, bir kültür çevresine ve toplum kurumlarına muhatabız. DİL olmadan, düşünce olmaz; bunu da hazır olarak buluyoruz. “BİLDİREN çevre olmasa, BİLGİolmazdı”; BİLGİ’nin çevresi olarak, dünya’ya geldikten sonraki durumumuz hakkında söylediklerimiz, ruh ve ruhî bilgiyi onlara irca edilebilirmiş gibi gösterebilse bile, mesele ilk insana doğru düşünülmeye başlanınca, bizzat DİL- LİSAN idraki ve DİL’in nasıl doğduğu hususu, insanın yaratılış probleminden ayrılamaz bir muamma olarak karşımıza çıkar.
Logos: Kelâm, söz. Kâinat nizâmı... Kelâm, hem kendi bir âlemdir, hem Kâinat kendi nefsiyle bir kelâmdır, hem Kâinat kelimeye tercüme ettirilmiştir, hem de bizzat Kâinat “varlık:bilgi” olarak, lisândır.
İnsan, Allah’ın OL emri karşısında, OLAN ve OLUŞAN bir varlıktır. Bâtını, Allah’ın suretinden, O’nun “her ân bir şe’nde-işde” olması bakımından bunu da kabule istidatlı, dolayısıyla ŞUUR’unun hem aklî, hem ruhî yönüyle, her ikisi nefsinde imtizaç etmiş bir varlık... Bu tarif, insanın aslını astarını, dolayısıyla BİLGİ ve BİLGİLENME, hâliyle DİL bahsinin menşeini kavrar.
MENŞEİ açıklanamayan DİL-BİLGİ ve BİLGİLENME, hem de neticeden sebebe, yâni hazır bulduğumuz çevreden başlayarak izâha kavuşturulamıyorsa? Öyle ya; Zât’ı olmayan bir İLİM, Zât’ı olmayan bir DİL’dir. Bilgiyi Kâinat’a münhasır kılmak, neticede Kâinat ve Bilgi’nin aynı oluşu dolayısıyla, İLM’in kendisinin ZÂT bilinmesidir.
Sadece Hikemiyat ve felsefe yönünden değil, fizik ve buna dahil ilimlerin de kabul ettiği bir hakikat vardır ki, VARLIK ve İLİM, yâni VARLIK ile onu açıklayan DİL, Kâinat çerçevesi içinde kalınca, Kâinat varlığı da yeterince izâh edilememektedir. FİZİK’tesözkonusu edilen FİZİK ve DİL’in aynı olup olmaması, genel olarak dilin yetersizliği hükmü, bildik kelime yetersizliği hükmü, bildik kelime yetersizliği bakımından değil de, müntehasında maddenin mânâya aidiyeti yönünden görünmektedir. Demek ki, ŞUUR’un RUH kanadı, İNSAN’ınKâinat’aaid yönünden değil, Allah’tan gelen bilgiye muhatab. (RUH sözünden hoşlanmayanlar, tabiî ki MÂNÂ sözünden, bunların yerine AKLÎ olmayan kelimeler
kullanabilirler; ZÂT hakikatinin gereğini de göz önünde tutarak ve MUTLAK’ıifâde eder şekilde, ZAMAN DIŞI niyetiyle.)
Terk, terk, terk ve nihayetinde BİLGİ ve VARLIK’ın ayniyetini kabul; böyle bir durumda İNSAN, Kâinat’ın bir parçası değil de, Kâinat’ın kendi olmaktadır. TERK, bunun için bir zarurettir. Fakat burada da, başka bir mesele doğmakta: MUTLAK, mümkün’ün zıddı olmakla beraber, MÜMKÜN’ün terki, MUTLAK’ın kısıtlanmasıdır ki, o zaman da MUTLAK kabul edilen, MUTLAK değildir. Demek ki, BÜYÜK GÖZ kabul edilen Kâinat, bugün fizik ilminin de kabul ettiği gibi, “kendi kendini üreten kapalı bir sistem” değildir. KÂİNAT, bir üretilendir. İNSAN da, ŞUUR’un RUH kanadıyla KÂİNAT’ınasılsız ve niçinsiz ihata eden, bâtını ALLAH’ın kendi suretinden yarattığı bir varlık.
GÖZ-İDRAK... Kâinat’a “BÜYÜK GÖZ” denilmesi, onun hey’eti (dış görünüşü) bakımından doğrudur. “EŞYA’nın hakikati nedir?” diye sorulunca, karşımıza doğrudan doğruya İNSAN çıkar; İNSAN deyince de, ALLAH’IN SEVGİLİSİ, sonra da O’nda toplu hakikatin hissedarları. Kur’ân da, Allah’ın kelâmı olarak, O’nun nefsi. Demek ki, “Büyük göz tarafından idrak edilme”nin aslı, sadece Kâinat hey’eti bakımından değil de, hayvanî sureti ve mahiyetiyle İNSAN’ı da ihata eden bir şekilde, Allah’ın kendi “nefesinden-nefsinden” üflediğini buyurduğu RUH ve MÂNÂ’dadır. (Yarım akılla hadîsleri iptale kalkan ahmaklar, bu dili öğrenmeli.) VARLIK ve BİLGİ’nin, bir olan hakikati yolunda İSLÂM TASAVVUFU: Terk, terk, terk ve TERKİN DE TERKİ... Bu usûl olmadan, terkin ne olduğunu gösterdik. Tutarlı olmak adına soylu ama yanlış tecrid, Bergson’un “Hind düşüncesi aksiyonu tanımadı!” sözü de içinde, niçin tanıyamadığı meselesi ile birlikte gösterilmiş oldu.
İNSAN, Allah katında bakan GÖZ’deki bebek gibidir... Gören Allah, göreni gördüren Allah, görünen Allah. İhtimâller ortasına yerleşmiş vehim sırrımızla, farkında olmaya çalışıyoruz; O değil, O’ndan, VEHİM sırımızda. Müessirle eser arasında, faal ve şuurluyuz.

*

Madde de canlı ve kendi orijininin - hey’et ve özünün korunması için direniyor; yine, sadece bir kısım tasavvuf ehlinin anlayabildiği bir dilleri var. Neticede, kendi mertebelerine mahsus bir şuurları. Tabiat, onun huyu ve içindeki çeşitli bitki-hayvan varlıkları kadrosunun tamamı; hepsi kendi mertebesinde canlı ve dil sahibi-şuurlu, hayvanî sureti ve özellikleriyle insan da bu tabiatın içinde ve ruh yönüyle bütün kâinatı bütün varlıklarıyla ihata eden bir istidat genişliğiyle Kâinat’tan farklı. Bahsettiğimiz hususlar, maddeye kadar her şeyiyle Kâinat tarafından idrak edilebileceğimizi gösteriyor. Rüyâyı da içine alan bir ifâdeyle, “biz Kâinat tarafından görülürüz!”; biz Kâinat’a baka duralım, Kâinat da kendi hüviyetiyle bize bakan, bir nevi bizim gözümüz. İdrak ediliyoruz, özü bâtınımızda olarak.Rüyâyı andırır maveraî bakıştan, zamanüstü idrakten zamanî idrake geçildiğinde, Kâinat bu şuur hâlimizde bizim için konuşan değil, mecazî olarak konuşturulandır. Malûm tefekkür ve felsefeden, çeşitli ilimlere ve günlük hayat ihtiyaçlarımıza kadar, bizim karakterimize nisbetle kendiniempoze edişine göre, onu idrak eder ve semerelendiririz.
İş tabiîliktenaklîliğe, idrak için tahlil ve kesip biçmeye dönünce, Kâinat tarafından gözleniyor olmak da, Kâinat’a nasıl durması gerektiğini öğretmeye dönüyor:
— “Kâinat, müşahede edilmeyi sürdürebilmek için, kısmen nefy-olumsuzlama ve kısmen müşahededen kurtulmayı sürdürmelidir. Bu durumda dünya, fizikî Kâinat olarak göründüğünde, temsilcileri de dahil olmak üzere kendisiyle bir nevi saklanbaç oyunu oynar gibi görünmelidir... Burada, Kuzey Amerika yerlilerinin, mitolojilerinde dünyanın yaratılmasından sorumlu olarak görülen MEKKAR TANRI-HİLEBAZ, OYUN YAPAN TANRI kavramını hatırlamak gerekir!” Bir yazar, “bu hayret vericidir” diyor; “yeterince garib olmakla beraber Kâinat’ın gördüğü şey, dolayısıyla değil, DOĞRUDAN HERŞEYİ GÖREBİLİYOR olması açısından, hayret
uyandırıcıdır!”... Bu sözler üzerine düşünen bir kişi, ŞUUR’un, eşyanın tabiatının zorunlu bir parçası olduğunu, açık olarak görür.

TEEGRAM - NYMPHALAR

Telegram-zihin kontrolü ve yönlendirilmesi gayesine matuf olarak, “uzaktan ceb telefonuyla görüşme gibi, karşılıklı konuşma, hedef kişi konuşmasa da onun düşüncesini algılayabilme, hissini aynı şekilde ve arzu ettiğini yollama, tansiyonunu yükseltip düşürebilme, ısısını düşürme veya yakma, düşüncenin vücut verdiği sureti, düşünceden algılama ve düşünce yolundan muhatabın kendinde şekillendirme”; bütün bu hünerler, tek bir cihaz etrafında kümelenmiş veya ayrı ayrı bu hünerleri yerine getiren cihazlar, bahsi geçen gaye etrafında tertiblenmiş. Bilmiyorum; sadece TELEGRAM CİHAZI dememin, ikisini de kapsayıcı bir tarif olacağı açık. TELEGRAM CİHAZI, tam da BÜYÜK GÖZ ve İDRAKI niteliğine uygun bir rolü yerine getiriyor. Onda, “makine bilmecesi”ni de heceleyelim. Bu cihaz, Büyük Göz diye niteledikleri Kâinat’tan mevzuuna âit hususiyetleri ile ayrı olsa da, o niteleme içinde yerini alabilir. Benim karşımda o, beni algılayan bir “yapma göz-idrak”, göz aletine nisbetle “mercek sistemine-görme idrakine” göre ayarlanmış bir sistem ve cihaz; onu kullanan insanın benden algıladıklarına nisbetle kendi ihsaslarını öz uzvuna yollar gibi cihaza yüklemesiyle de, cihazdan farklı, sanki bir insanda gören cam göz. “Her türlü cihaz, kullananın niyetine göredir!” diyebilirsiniz; ama bu hepsinden farklı ve idrak bahsinde sanki “yapma nefs” gibi bir şey. Kapsamlı. Karşımdaki insanın nefsini ondan hemen aynı şekilde alabilmem de, alelâde bir âletten farklı yanı. Bir şeyin maddi tezahürler meydana getirmesi, onun da madde olmasını gerektirmez. TELEGRAM CİHAZI, ruhî algıya değil, ruhî hayatın beden tezahürlerini idrak ediyor ve idrak sahibininkini de aynı şekilde yolluyor. Meselâ söz, duyu algısına ve neticede BİNTASYA-İdrak mahalline giderek, bende veya cihazı kulananda “telkin-ruhî tesir” oluyor ve neticede bunun maddî tesirlerinden, bahsi geçen münasebet doğuyor. Bende doğrudan meydana getirilen bu netice, TELEGRAM CİHAZI’nın algısı ve kullananın idraki yönünden, iki çeşittir... Birincisi: Benim belli düşünceme, hareketime, heyecan - neşe - korku gibi hislerime nisbetle, meselâ beni fiziken sıkma, bedenimin tesbit edilmiş yerlerine ağrı verme benzeri işler ve vücut ısım, otomatiğe bağlanmış olabilir... İkincisi: Cihazı kullananın, benden algıladığına nisbetle, tıpkı karşılıklı duruşta olduğu gibi, hislerini cihaza aktarmasıyla, sanki uzaktan bir insan veya cin tasarrufu, yahud tasarruf altında kalma zannedilebilir; öylesine canlı. Neticede CİHAZ ve onu kullanan insan, bir bütün teşkil ediyor; her insana göre değişen bir nitelikte verimlendirilen cihaz. Karşısında da, insan sayısı kadar çeşit.
NYMPHALAR, Bolu’da CİHAZ’ı kullananlara taktığım bir isim. Onlar vesilesiyle, İDRAK bahsine dair evvelki sayıda geçen bir hususu aydınlatmak istiyorum: NYMPHALAR, belden aşağı edebsizlikleride içinde olmak üzere, kendilerinde bir tutarlılık kaygısı olmaksızın, benim düşüncemi kuşatan bir AYKIRILIKLA, sanki bendeki dünyayı alt üst ederek, yerine kendi, anarşi telkinlerini inşâ ediyor çabasındalar. Kaim kılma işi. Bu, umumî mânâda aşağılama işlerinden olarak, dış destek de alınarak, “delirtme” veya “deli zannettirme” olabilir. Hafızadaki hatıralar ve kişi karakterleri karmakarışık edilerek, suretler ve hatıralar unutturulabilir veya değiştirilebilir. Beş duyu algısında yanıltmalar, meselâ duyduğunuz herhangi bir sesin yönü hususunda şaşırtabilirler, vesaire. Beni tanımak hususunda, ne kadar eserlerime başvurdular bilmiyorum ama, benimle beraber oldukları son 5 sene içinde edindikleri intiba ile, özellikle yazarken bana tam zıd, bazen muvazene için doğru, harika veya saçmasapan sözler söylüyorlar ki, dağıtma niyetleri Cihazları’nın diğer fonksiyonları ile değil, doğrudan fikir çerçevesinde. Bu, gayet uygunsuz şartlar altında da olabilir: Uyumaya çalışırken, henüz uyanmışken, helâda, yemek
yerken, yahud bir mevzuyu yazarken, başka bir mevzu hakkında ve o hissî uyandıracak şekilde sözsüz olarak. Artık alıştığım için, içime doğanla sun’i yoldan ilka edileni ayırt edebiliyorum. Taşı gediğine koyar gibi okkalı bir söz söylediklerinde, hoşlandıklarını ve keyif duyduklarını biliyorum. Takdir ettiğim oluyor. Ama karşımda bu hususta havalanmamaları için, sık sık ikâz da ediyorum: “Siz, neticede benim dilime girerek, oradan ve orada konuşuyorsunuz; o dili kuran benim, sizin söylediğiniz de, ondan türeme veya icâd olabilir, ama mustakil ve aynı çapta bir keyfiyet değil!”... Zıdifâdeleri de, takdire şayan olarak, benim tıpkı TELEGRAM bahsi çerçevesinde fikir üretmem gibi, mutlaka hâlletmem gereken sırasına girebilir, girmiştir. Böyle zamanlarda alçak tabiatleri, bana muzurluk gibi görünüyor: Onları mat etmekten hoşlanıyorum, anladıkları için. Bu hoşlanma lâfı, TELEGRAM’dan değil ve birileri için sitem de ifâde ediyor. Farkındayım ki, düşünce üretimim, neredeyse TELEGRAM’a özenme uyandıracak nitelikte. Şikayetim ne demek oluyor? Bu, hayatın bir paradoksu-çelişkili görüntüleri cümlesinden. Bir yakınınız ölse veya bir trafik kazası geçirerek sakat kalsanız, hâdisenin vesilesi ile iyi bir yazar olsanız, “iyi ki o sevdiğim öldü!” veya “iyi ki trafik kazasında sakat kaldım!” diyebilir misiniz? Dava, oluş zorluklarını sıçrama tahtası bilmek cümlesinden bir marifet olarak, kişinin gereğini yerine getirebilmesinde. Herkesten fazla sayısız bahane ve mazeret içindeyim ama, ateşin içinde serinleyen adam gibi, neredeyse NYMPHALAR için bile olağan bir hâldeyim; o kadar tabiî. Nefretim, takdirim, acı ve sıkıntım, mazeret edinmemem ve rahat vaktim, hepsinde samimiyim. Gelelim, bir dile girme meselesine: Meselâ, bir “zamanüstü idrak” veya “zamandışışuur”dan bahsediyoruz. Bir şeyi YAŞAMAK ve onu ifâde etmek ile,ifâde edileni aklî bir kabul içinde de olsa idrak, yahud kuru sıkı çöpten mantıklarla gevelemek arasında, sırasında hiç barışamaz cinsten olabilecek farklar var. Bir meselenin hazır diline girerek, görmediğini tasvire yelteniş ve pay aldığını gösterici dişe dokunur bir şey üretmeden gevelemek başka, (NYMPHALAR dilimde üretebiliyor), onda kendi hususiyetini idrak ile kendi olan bir görünme başka bir şey. Kendimi de dahil ettiğim bu ölçülendirme bile, başlıbaşına bir nefs muhasebesidir; bana nasıl bakılacağına ve nasıl değerlendirmem gerektiğine dair. Bahsettiğim farkları birbirinden ayırdedici incelikler, diğer eserlerimde ve yeri geldikçe işlenmiştir.

NASREDDİN HOCA’NIN EŞEĞİ

Nasreddin Hoca’yı, belirli bir imajla resmetmek sözkonusu olduğunda ilk akla gelen, onun eşeğe ters binmiş görüntüsüdür... Halk hayâlinde fıkralarının tedai ettiği mübhem Hoca ve cüssesi, onun eşeğe ters binmiş hâlinde, adeta mücerretlikten alabildiğine müşahhaslaşmış bir tasavvura kavuşmuş ve onun çehresi ve cüssesine müteallik merakı da ortadan kaldırmıştır... Hoca’nın mânâsı tuğralaştırılırsa, buna en güzel suret onun eşeğe binmiş ters görüntüsüdür.

*

Hoca, –bir yarışta–, eşeğe ters binmiş ve sebebini soranlara “arkada kalanları görmek için!” demiş... Çocuklara ve çocukça tebessüme müsait mizaçlara ilk ânda kendini benimseten bu fıkra, satıh idrakine mahsus kabuk kısmı aralanıp da içine girilince, tül tül açılan mânâ dehlizleriyle karşılaşılır... Ve Nasreddin Hoca’nın kendini cins yaratılışlara veren muhteşem idrakı, bütün ihtişamıyla parıldar!

*

Nasreddin Hoca, bir sembol şahıs, bir rit; eşeğe ters binme hikâyesi de... O, duyu verilerinden gelen idrakin akılda değerlendirilmesine dayanan ve aklın hayatı idameye dair işlerinin üstünde, sanat ve hikmet idrakiyle değerlendirilmesi gereken, bu imkânı veren bir şahsiyet... Bu küçük ama özlü değerlendirme de, “aynı hikâye başkasına atfen anlatılsa aynı dikkati gösterir miydin?” sualine bir cevab.

*

Mishel: Dil, lisân. Ziynet verecek eşya. Eğe, törpü. Yabanî eşek. Dizgin. (Hadîs: Erkeğin güzelliği, lisânındadır... Üstadım’dan bir Noktalama: Bıçaklarım su oldu boyuna bilenmekten, — Yandı benlik madenim boyuna törpülenmekten... Rikab: Büyük bir kimsenin önü, makamı, huzuru. Üzengi... Rikab: Kullar, köleler. Boyunduruk altında olanlar. Boyun, ense kökü.) Nevade: Dil, mahzen. Zarar, ziyân. (Nefî’nin ilk müstear ismi, Darri: Zarar, ziyânla ilgili... Hiciv ve mübalağalı kasideleriyle meşhur bir kişinin, duyguyu ayaklandıran tahrik ediciliğine uygun bir isim.)
Nevade: Torun. (Sonradan doğan. Doğacak olan. İstikbâl.)
Vera: Torun. Arka, geri.

*

Gözün görmesine ve görülmüş olanın hafızada resim olmasına nisbetle, hâl ve mazi, gerçekleşmiş bir zamandır. Henüz gerçekleşmemiş ve mümkün olma özelliği ile var olan İSTİKBÂL ise, görülmüyor özelliği ile, sadece akıl ve hayâlde olarak, arka tarafımızdır. Gözün ön ve arkanın görünmüyor olması... Eşeğe ters binen Hoca, eşeğin “lisân” ve torunun “dil” ve dolayısıyla “istikbâl” olmasına nazaran, istikbâlin lisân kasasında saklanışını da göstermiş oluyor... Normal şekilde eşeğe binmiş olsaydı, göz menzilinin ötesi istikbâl olacak ve geçmiş, arkada kalmış olacaktı. Ne var ki, “yabanî eşek, lisân, istikbâl” mânâlarını bizde uyaran husus, eşeğe ters binmiş olmasıdır. Lâtifesidir.

*

Nasreddin: Dine yardımı dokunan: 435.
Teleccüc: Geminin, denizin derin yerine varması. (Deniz: İlim. Dil): 436= 1435.


Baran Dergisi 204. Sayı