LEVHA: (…) Şubat 1983… Uykudan uyanmışım… İki-üç katlı ahşab bir ev… Yangın… Korkuyla sokağa fırlıyorum… Benim evin yanındaki ev de yanıyor… Oradan Üstadım’ı kurtarmayı düşünürken, o da dışarı çıkıyor… Bütün mahalle yanıyor ve etrafımızdaki daralan ateş çemberi ortasında ikimiz dururken, yaşadığım dehşet!
*
HARAK-Ateş, od. “Hayâl, serab”: 308: EVRAK-Sahifeler. Yapraklar. “Nefs”. (SU isimli şiirimden: Körpe dallar hevesi hep yeniden tomurcuk — İnsan kaygan bir yaprak rüzgârın busesinde!)… HARÎK-Erkekliği olmayan adam. Şehvetsiz. Na-murad olmuş. (Ateşe-Elçi: 706: Fikir Kahramanı… Hâl-i siyah-“Yüzdeki ve vücudtaki ben. Nokta”: 706: Varis. Allah’ın 99 güzel isminden biri… Sugra-Boğaz çukuru. Can yeri. Kalb: 706: Teverruk-Yapraklanma): 238: İSTİAZE-“Euzu besmele” okuyarak, Şeytan’ın şerrinden Allah’a sığınan. (Hadîs: “Ben sizin gibi kadına muhtaç değilim!”… HARÎK’in, muradı mutlak mânâda “Allah’ın muradı” olmuşlukta, bu mânâda “na-murad: muradsız olmak” demek olduğu yerde, “erkekliği olmamak”, güç yetmezlik değildir; Allah Resûlü’nden başlayarak, velilerde bulunan hisse… HARÎK’in HARİKA ifâde eden hâli, FUZULÎ’nin MATLA’ Beyti’nde: “Yanan ışk âteşine âteş-i duzahtan eymindir / Ne kim bir kez yana yandırmak amm gayr-i mümkündür!”… TOPLAM ebcedî DERVİŞ’e tevafuk eden bu beyit: “Yanan aşk âteşine Cehennem âteşinden emindir — Ne ki bir kere yanar, umumî olarak yandırmak onu gayr-i mümkündür!”… Yanan sayfanın, kâğıdın, bir daha yanamaz oluşu gibi… GAZEL’in lûgat karşılığında, bu mânâ da var: “Sonbahar’da ağaç üstünde kurumuş yapraklar!”… YUNUS Emre’nin, “Çiğdik, piştik elhamdülillah” dediği)… AMM-Umumî. (Amm: Amca. Babanın kardeşi… Amice: Amca… Amije: Karışık, karışmış. Bâtın halitası. Şair… Şeyh Galib, “Şâir demek ehl-i hâl demektir!” der… Amige: Karışık. Hakikat. İki şeyden çıkan hüküm. Birleşme… Umumî olarak, yanan bir şeyin tekrar yanması gayr-i mümkündür; hususî yanma, aşk ateşinin yakması, Allah aşkı bâki): 111: İNS-İnsan… AHKAB-Yabanî eşek. Sabırlı. Uzun zamanlar. (Ahkab: Mânâyı taşıyan kelâm. Nefs. Kâinat nizâmı.): 111: ELF-Ünsiyet etmek. “Derviş”… MATLA’ Beyt’in toplam ebcedi: 5520= 525: HEME EZ OST-Herşey O’dur. (Hadîs: Söz odur ki, şâir Lebid’in söylediği – Allah’tan başka herşey bâtıl!)… ŞEKUR-Çok şükreden. Allah’ın “Kendisine şükredilen” mânâsında 99 güzel isminden biridir. (HA harfi, Allah’ın HAKÎM ismine ve bu mertebeye işaret eder… Abdülhakîm Koltuğu’nu hatırlayınız: İngilizce de Koltuk, “Arm-Chair” demek - “Kolluklu sandalye”. Arm, “kol, silâh” demek; Kolluk kuvvetleri tabirimizi hatırla… Sandalye, oturulan, yükü kabullenen; mecazî olarak, “nefs”… Kol; kuşatan, küna, çit… “Kuşatan” bir yönüyle Hakk’ın kuşattığıdır, diğer yönüyle insanın özünü kuşatan, “muhafaza eden” mânâsında kabuk; ibadet hakikati ve aşk hakikatinin bahsi, “kuşatan” hakikatinde… Abdülhakîm Koltuğu’nun tâbirinde, ortasında bulunan yuvarlak delik, “harb-delmek”, “farzı kabul etmiş” mânâsında nefstir; nefste görülen farz, Allah Sevgilisi’nde vahy’in tamı tamına görünüşüdür ki, bu delinmeden kasıd, nefsinden Allah’a açılan penceredir. Geçen nüshada gösterdiğimiz “göz, idrak” vesair mânâlara toptan bakınız!): 526-VUSLAT-Bitiştiren… Aynı ebcedle TA’MİYE: Kör etme. Ebced hesabiyle düşürülen tarihin, HESABI tamamlamak için EKLENECEK veya ÇIKARTILACAK sayılarını işaret etme. (Mehdî bahsindeki tarihle ilgili hususu, bütün bu anlatılan meseleler içinde düşününüz!)… HARK-(Harika): 308: H-Ark. (Ulaşmak ve su kanalı mânâsına gelen ark-hark.)
*
MATLA’ Beyt’in, Birinci Mısraı: 3024: VAHY-Allah tarafından bildirilen. Kelâm, kitab, işaret, irsal, ilham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i’lâm, bazı hususları tebliğ gibi mânâlara gelir. (Emin olunan nefs!)… İHATA-Etrafını kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak. Geniş bilgi ile anlamak: 24: CAVİD-Sonu olmayan, sonsuz, sermedî… AHADÎ-Tek, yalnız. Birlere âit, birlere mensub: 24: SALİH Mirzabeyoğlu… BATİYE-Büyük çanak: 27: HATAT-Sütün kaymağı. (Evliya kelâmı.)
*
MATLA’ Beyt’in İkinci Mısraı: 2496: FETVA… MELEKUT-Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münasib ruhu, canı, hakikati. Bir şeyin içyüzü. Hükümdarlık: 498: FETHÎ-Fetihle alâkalı. Ferahlık veren… KONFERANS-(Üstadım’ın “Yolumuz-Hâlimiz-Çaremiz” isimli konferansını dinlediğim sene: 1966: Seyyid Abdülhakîm Arvasî-Necib Fazıl Kısakürek-İzzet Erdiş): 498: TESELLUH-Silâh kuşanma. (Arm: Silâh kuşanma. Kolluk. Kuşatan. Ateş.)
*
FİRE. (İngilizce)-Ateş. Yangın. Tutuşturmak. Yangı. His, duygu uyandırmak. İşinden çıkarmak. (Yevmiye: Ben 1978’in başlarında TEKEL’den ayrılmış olmama rağmen ve bunu kendisine birkaç defa söyledim, Üstadım Gümrük alanında Babam’ın bir satış mağazası olduğunu ve benim de orada çalışmakta olduğumu sanıyor. 1979-1981 civarında başarısız bir Elektrikçi dükkânı işi vardı, o da olmadı; bunu da söylemiştim… Ama nedense her seferinde olduğu gibi, son zamanlarında da birkaç kere; “sen fikir adamısın, Baban mağazaya başka birini bulsun!” diyor… Beni vasıflandırdığı durum gurur verici de, beni işten çıkaran sebeb de o; müsebbib?): 290: SIRR-Şiddetli ateş veya soğuk. NAR-I Beyza. (Akkor ve beyaz ateş mânâsında olan “Nar-ı Beyza” tâbiri, fizikte 1800 dereceye kadar olan hararette erimeyen cismin sıcaklık hâli demektir… Tabiatta bir hikmet, onda Nar-ı Beyza hâlinde ateşin bir derecesi var ki, harareti neşretmediği gibi, etrafındaki harareti de kendine cezbediyor ve sıcağı emen soğuk gibi hâliyle etrafındaki mayi ve su cinsinden şeyleri dondurup yakıyor; “herşey
müntehasında zıddına döner” hikmetine güzel bir misâl, Nar-ı Beyza “beyaz ateş” demek olunca, yakması da buzlaştırma… Meser: Sevinç, buz… Mecazen NUR mânâsında kullanılan bu tâbirin yandaş kelimeleri tabiatta, meselâ “soğuk bitkileri yaktı” yahud iklimle ilgili kullanılıyor. “Soğuğun yakması”; bu yakmayı biz, tabiî hayatımızdan da biliyoruz. Nihayet, Cinler için, “Soğuk Cehennem”de yanacakları hususu!)… MERDÜME-Gözbebeği. İnsan. Halife. İdrak. (Bü’bü: Gözbebeği. Her nesnenin aslı. İzzet, kerem. Akıllı, zarif kişi. Hâkim, seyyid. Çok kıymetli ve değerli olan şey): 289: FART-İfrat. Aşırılık. Yollara alâmet olarak konulan işaret. (Hadeka: Göz çukuru çevresi. Bahçe etrafına çekilen çit. Küna)… TIRF-Atın iyisi: 289: İBDA.
*
ÜSTADIM’ın bana ithaf ettiği NOKTALAMA’lardan birinde, “Ateş benim yıkayan, yuyan, emziren annem, / Bir arınma kurnası olsa gerek Cehennem!” dediği vechile, FİRE, “fire vermek” tâbiri üzere, “elemek, elenmektir”; nefs tezkiyesi-temizlenmesi olarak da, kirlerinden arınma mânâsında… Ebedî olarak Cehennem’de kalacakların hâli, Müslümanlar’a nisbetle Cehennem olacak yerdir; yoksa onların Cenneti de orası, her insan istidadına göre. “Cennet ebedî mi, değil mi?” tartışmasını yapanlar, işin tekerleme usûlü akıl yürütenleridir ve büyüklerin öyle veya böyle görüşleri, belirttiğimiz üzere birbirini çelici değildir… Biz tabiî hayatımızda da, birinin “zevkten dört köşe” olduğu yerlerin, öbürüne hafakan verdiğini bilmiyor muyuz? Cennet istidadı olmayan insan Cennete de girse, onun oradan alabileceği birşey yoktur; tersi misâl de, İbrahim Aleyhisselâm’ı ateşin yakamaması… ZEBANE-Dil, lûgat, lisân, lehçe: 60: SİN-İnsan. Bir harf… ZEBANÎ-Cehennem meleği. (Bu melek, melek olduğuna göre, kötü değildir!): 70: KÜN-“Ol” mânâsında emir. (Emir Allah’tan, bunu işiten kulun yokluktan varlığa geçmesi; oluş, insandan)… TELEGRAM cihazının ilhâm ettiği bir misâl, meseleyi konuşmak için uygun: Bir seslenişin ardından ses dalgalarının aynadan yansıyan ışık gibi geri dönüşü, bu “akis-yankı”, dalgaların ulaştığı yerin bir “varım!” icabeti, işitmesidir de. Malûm, işitme, hissetmek demektir… Bir küll ifâde eden ses dalgalarının çarptığı yerlere nisbetle mesafe farkından doğan zaman aralıkları, yankının bir “harmoni-sesler karışımı” olduğunu gösterir; biz bütün olarak idrak etsek de. Eğer bizim irademiz “Ol, olurla aynı ânda” olsaydı, bu bilgi, iradenin olmadan önce olacak olanı da bilmesi olurdu; Allah’ın sessiz ve savtsız kelâmında, kul suretinden kelâm suretine –kul kelâmına– kadar herşey böyle. Bir seslenişle yankısı arasında mevcut birlik ve farklılığının izâhı gereksiz. “Halkın dili, dilin bütün benzeri kullanışları ile Hakk’ın dili olması!”… Kul kelâmı üzere inen Kur’an… TELEGRAM Cihazı, belli frekanslarda karşıya bir resim ve düşünme sureti yollarken, sadece bu mesele, bir SUNMA yapmaktadır: Sun’i rüyâ bahsi… Hani mevzular hep belden aşağı, diğer herşey bu uyarının dışında, misâl bu YA, tabiîlik cümlesinden olarak “uygunsuz vaziyette” iki erkek; onlar, müşahhas iki kişi. Bir başka enstantane, bana poposunu gösteriyor. TELEGRAM’ı yapanların fikir istidatlarını köreltmek istemiyorum, DARRÎLİK’in sadece o türlü zarar vermek demek olmadığını biliyorlar, sunduklarını genele alayım. Bir ibnenin arzu etmesi ile, adam ibne ha, arzu etmemesi arasındaki fark şuna benzer: Uykuda bir adam –tasviri gereksiz– ona sokuluyor. Bu sokulmada onun arzu ve arzu dışı hâlî, irâdesidir. İrade kabul etmiş veya etmemiş. TELEGRAM, “sen rüyâ görmüşsün” yapmak üzere sunumunu yaparken, rüyâda bile irade yok, meselâ bana biri bir kart atmış, ben onu nasıl görüyorsam öyle… Görmem istenen pislik, benden kaynaklanıyor ve irademin kabul ettiği değil ki; o, resmi yollayanın kendini gösteren bir irade eseri… Kendisini ve ortamını tabiîleştirmeye çalışan… “Sun’i rüyâ” deniyor; rüyâ, bir benzeriyle anlatma şeklinde… İşitmek, hissetmek demek de ya: Sözlü telkin ve duyu hasselerine tesir yoluyla oluşturulanlar da, rüyâ olarak, bu soydan şuurdışı bir sunmadan başka birşey değildir… Bunu temin için başvurdukları teknikler filân ayrı mesele… İşi, fikir suretlerini (fikri) alabilme davasına getirelim: Beyin dalgalarının, beynin vücudun her yerinde hisseden olarak bulunması bakımından, işitmelerin onlar yönünden bir sunum olduğu… Bu belirli bir husus, o hususa dair veya genel, “hatıra ve tahayyül” neviinden bir hatırlatma için olabilir… Eğer TELEGRAM cihazından çıkan dalgalar, beyin dalgası verisini tıpkı YANKI bahsinde anlattığımız şekilde olsaydı, yollama yerinde varış yerine âit girintilerin (sanki televizyon hafızasında galiba 96 bin noktaya bölünebilmesi ve suretin bu renk tonlarında ekranda görülmesi gibi) kendi yönlerinden hesabını yapabilen bir teknikle, noktalar hâlinde nereye ne sürede vurdu bu küll, o suretin verisini yolladıkları dalgadan bilirlerdi; Televizyon misâlinde “alıcı” ne yollanacağını bilmiyor ve ekranda çıkınca anlaşılıyor, bizim verdiğimiz misâlde ise dalgaları yollayan ne alacağını bilmiyor ve sözkonusu hesabı yaparak neticede kendi yolladığı dalgadan çıkanla görüntüyü alıyor - karşısındakinin irâdî olanını ve olmayanını, kabulünü veya reddini… Eğer böyle değilse, bugün artık bilinen “alan dinlemesi” meselesi; yâni TELEGRAMCI, sadece yollayan değil, bir de alan iki ayrı tekniki birleştiren bir cihaz kullanıyor… Konuşulmadan alınanlar, beyin dalgasından… Burada alan bahsi, benim bedenimin havaya temas eden (yapışık) kadar küçük değerlere girebildiği için, nasıl yapıldığı bilinen bir dinlemenin, sebeblerinin bilinemediği meselesi ortaya çıkar; dolaylı yollardan isbat kabil olsa da, belki bu yüzden tesbiti kabil değil… Zehirlendiğimi biliyorum, bilen biliyor ama, delil diye sebebi sorarsan, bilmiyorum; o zaman da binbir gevezeliğe yol… BEN burada, bir meseleyi halle âit konuşuyorum: Allah kelâmı’na nisbetle kul kelâmı, Hakka hizmet ve buluş için “temizlenmesi gereken nefse” uygun olandır; dikkat, “temizlenmesi gereken nefs”, yine nefsiyle yapıyor bu işi. Bu tertib içinde lisân da, tıpkı NAR-I Beyza, o ateşten bu ateşe dönücülüğe hizmet, bâtılları yakan ve hakikate erişik yerlerde susan-silinen… ÜSTADIM’dan: “Renk renk hatıralarım oda oda silindi – Bir anne kokan Türkçem vardı, o da silindi!”… Felâtat, “lisânın döküntüleri” hikmetini hatırla… Sözün bittiği yeri de sözle belirtiyorsun: “Ne bir harf, ne kelâm — Esselâm Esselâm!”… Kur’ân’ın “kul kelâm”ı  yönündeki asıl cevher de, başta Allah Sevgilisi, bu irade içindir; Allah’ın sessiz ve savtsız kelâmını işitebilmek için, ezelden ebede yol!
 
AKİS-YANKI
 
İNSAN: 161: YANKI… SİMYAN-Süryanice “Simân”dan gelir, Hak demektir: 161: MESAS-Esas. Asıl. Kök… (İnsan bir yankıdır, aslı bu!)… Şeyh Gâlib’in bir MATLA’ Beyti: Gelir muvafık-ı rindân mizâc-ı âteş ü âb / Ki tab’-ı bâdedir imtizâc-ı âteş ü âb… “Âteş ve suyun mizâcı rindâna muvafık gelir — Ki ruhun tabiatındadır âteş ve suyun uygunluğu!”… RİNDAN-Derviş. Felyesof. Kalender. Gönül adamı: 254: MÜDÎR-İdare eden. Hâkim olan, idareden anlayan. (Bir topluluğun başı olmaktan, her fertte kabiliyet olarak bulunuşuna ve her nefste bulunan vasfa; müdîr)… ATAŞA-Ateş. Susuzluk. İstekli olmak. Teşne. “Elçi”: 381: A’ŞA-Gözleri dumanlı adam… SIRTLAN-Yapışan. Isıran. Kemiren. Nefs. İrade: 381: MEHDÎ Mirzabeyoğlu… (Göz bahsine tekrar girmeyelim, “gözleri dumanlı, susuz, elçi” o Üstadım’dan bir YEVMİYE: “1940’larda, dünya gözüme bir yangın yeri hâlinde görünüyordu, mânevî bir yangın yeri!”… Yeni bir dünya doğuyor oluşu hakkında söylemişti, “başkasının nefsiyle ilgilenmekten rahat bulan”… Eseri tamam olan o, yapışan ben; “beklenen genç!”… Ve susuz olan ben, su o… ŞEYH Galib’in MATLA’ beytinde birinci mısrada geçen RİND’in mizacına muvafık gelen “ateş ve su”, o “hâlihazır”dan böyle… Birinci mısraın ebcedi: 1549: Şümürde-Hesab edilmiş, hesablanmış. Kaydedilmiş… Hasenat-Bir yerin çok sağlam ve korunulacak tarzda olması: 549: Müsemma-Bir isimle isimlenen. İsmi hüviyetinin aynı)… ESMA’-Kulaklar. İşitmeler: 172= 1171: YANKI. (İşiten, hisseden insan)… ESMA’-İsimler. (Allah’ın Berzah’ta isimleriyle Hakk üzere kaim olmak üzere isimleri hatırda… Semm: Zehir, ağu. Gıda… Sem’: İşitmek. Kulak ile dinlemek. Kurdun sırtlandan olan eniği, “zelil” mânâsına “ezel” - Hayâlle, serabtan): 103: HİSSE-Pay. Nasib. Varise intikal eden kısım… İKİNCİ mısraın toplam ebcedi: 1493: İFRAT Hâlde Tecrid. “Noktalı”. (Allah’la kulu arasında kıyas belirtecek hiçbir ölçü, nisbet, alâka bulunamaz… Allah’ın El-Bâtın ismi: Zuhrunun şiddetinden gaib… ŞEYH Gâlib’in beytinin ikinci mısraında “su ve âteş” imtizacını belirten “şarab-ruh”, kendi yönünden bölünebilir ve ayrılabilir bir şey değildir; “ateş” ve “su” hissede, kimin kıvamına göre ne düştüyse… RİNDE, “ne düşerse”, Allah’ın muradına muvafık olandır!)… FATİHA-Bir şeyin başlangıcı. Kur’ân’ın ilk Sûresi. Karar vermek, hüküm koymak: 1493: İ’TİMAN-Emniyet etme. Emin bulunma… MATLA’ Beyt’in toplam ebcedi: 3042: SÜLASÎ-Üçlü. Üçe mensub.
 
YANGI-N
(N-VARLIK)
 
MATLA’ Beyit: Germdir şâm u seher mihrinle çerh-i lacüverd / Geh sirişk-i âl eder izhâr geh ruhsâr-ı zerd —(FUZULÎ)… Germ: Sıcak. Çabuk öfkelenen. Tez meşreb… Şam: Akşam. Akşam yemeği. Sol. Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu tarafından kurulan Dımışk şehri… Mihr: At. Hayâl. Mühür… Sirişk: Ateş şeraresi. Yangı. Gözyaşı… Ruhsar-ı zerd: Sarı çehre.
*
MATLA’ Beyt’in Toplam Ebcedi’nden başlarken, bir hususa dikkat çekmek istiyorum: Vezin ve kafiye, bir dildir, alışıldığı zaman da onun dışında söylemek zorlaşır. Divan edebiyatının çeşitli aruz vezinlerinden-vezinleriyle yazıldığı malûm. Bunun dışında MATLA’ Beyitler çerçevesinde bildiğiniz üzere, yahud dikkat ettiyseniz, birinci ve ikinci mısra ebcedi ve ebced toplamında, genellikle onlara tevafuk eden mânâlar, mısraların hemen hemen mânâlarına uygun oluyor; bu da, kelime ve vezne hâkimiyetten doğan bir alışkanlığa dönebilir. Tevafuk, elbette tek değil; ama o beyite âit renkleri adamına göre veren mahiyette. Okuyucu olarak sondan başlarsak, “ebced toplamı”ndan, şiirinden işçilik faslında bir “mühendislik” olduğu belli; onlar tamı tamına olmasa da, böyle bir kuşatmaya sezgi olarak da sahib. SANKİ, “bütün hesabları yaparsın, ya tutar ya tutmaz!” denilen “akustik hesabı-sesin muntazam ve artıcı olan yankısını temin hesabı”nın, sanatın tarifine uygun görülmesi üzerine, şiirden de böyle delillendirme… Vezin, kafiye ve ebced, tamam; “şiir” ya mevcud veya değil.
*
MATLA’ Beyt’in Toplam Ebcedi: 5681: NAHİL-Kalburcu. Budayan. Eleyen. (Kalbur, elek, süzgeç; fireyi tutan… Kalburun üstünde kalan, elenenin cinsine göre, kıymetli veya zayi durumunda olandır; elbette, basit bir ayırma işi de olabilir. Üstadım’ın, ben malûm, mücerret bir “birkaç” için söylediği: “Kalbur üstünde kalacak birkaç kişiden birisin!”… Eserimi medih makamında konuşurken, “Allah mahçub etmesin!” demem üzerine, “lâyıksın!” sözünün ardından… Nahl-Bal arısı. Bedelsiz birşey vermek veya bedelsiz verilen: 88: Lahn-Sadece muhatabın anlayacağı söz söylemek. Fehmeylemek, anlamak. Lisân. Lûgat. Mânâ. Mefhum. Fetva… Habibullah-Allah’ın Sevgilisi. Allah Resulü. “Hablullah-Allah’ın ipi”. Allah’ın Resûlleri’nden NUH Aleyhisselâm da, hikmeti Allah Sevgilisi’nde toplu mânâ, devrinin “Allah’ın ipi” yüzündendir; tutunanın kurtulacağı. Fuzulî’nin birinci mısraında geçen “çerh-i lâcivert”, O’nun gaybının rengi ve Pazar günü ile alâkalıdır. NAHL Sûresi’nin nüzul sebebinin “azab ve kıyamet vaadlerinin hemen gelmemesinden doğan şübhelerin giderilmesi” hakkında olması, kavmi TUFAN yaşamış Nuh Aleyhisselâm’la ilgili de düşünülebilir… Nahl-Bend: Ağaçları budayıp tanzim eden kişi: 736: Halid bin Velid… Nufaha-Su üzerindeki kabarcık. “Ayet, iz”: 736: Mehdî Salih İzzet Erdiş)… FERZAH-Akreb isimlerinden: 681: SAKİF-Nüfuz eden. Tesirli. Müessir… TA’ZİR-Korkutmak: 686: HACEGÂN-Nakşîliğin, en üstünlere mahsus kolbaşları yolu.
*
ŞAM U Seher Mihri: 860: SÜRH-Kırmızı. Kızıl. (Adem Aleyhisselâm’ın gaybı “Şeytan gaybı”; zikrin tesiriyle rengin lâciverde dönüştüğü… Akıl ve mantık, kullanana göre hizmet edendir; lâciverd, yâni TUFAN belâsı Şeytan’dan yana olanlara geldiğine göre, –biz fikir davasındayız–, olan, menfî fikirleri süpürendir; nitekim Nuh Aleyhisselâm’ın lâciverd gaybında olan müridin zikr tesiriyle, “kendinden başka kimseyi farketmemesi - yalnız kalması” ve bunun doğuracağı bir nevi gurur, bir tehlike olarak zikredilmiştir.)… MÜTEKERRİR-Tekerrür eden. Tekrar. Kerre. (İngilizce, Suffer-Ateş. Fire. Elenmek. Tutulmak. Katlanmak. “İlk ânda, tekrar ile suffer’deki katlanmak mânâsı arasında ne alâka olduğu sorulabilir. Biz, kerrelerin, herşeyi kendine döndüren ateş misâlinde, her katlananda bulunan VÂHİD davasına uygun düştüğü için bu mânâyı aldık. Aynı şekilde Suf-fer’de, sufî’nin fer’ oluşu: 426: Kürur-Bir şeyin tekrarlanması.): 860: BEYİN Kontrolü-(Beyin kontrolü adı altında doğru veya yanlış değerlendirme ile toplanan mevzular bir yana, bizim burada kasdımız TELEGRAM, niçin “Telegram Felyesofisi” diye “Ölüm Odası” içinde mustakil olarak da görülebilir mevzu edindiğimiz hakkında bir not: Üstadım, meşhur “Bir Adam Yaratmak” isimli eserinde kahramanına şöyle söyletir –“Yaratmak neymiş, yaratmaya kalkınca anladım!”… Ben de - Ateşin herşeyi kendine döndürmesi neyse, bu belânın imkânları içinde, tıpkı mitoloji ve şamanizm, İslâm’ın hikmetlerini görüşte bir buud mânâsında Yaratıcıyı tanıdım. İnsan eseri makine-cihaz, neticede insan eseridir ama, böyle doğrudan beyni tasarrufa yeltenen bir marifetlisi, karşısındaki insana yönelir ve hele küfür soyunun elinde ise; kullananın kimliği, sanki maddenin ruha hükümranlığı gibi anlaşılabilir. Nitekim, “Bu bir din mi ilim mi çatışmasıdır!” dendi. Bizim, karakterlerine uygun veya “Telegram Felyesofisi” hâlinde bugüne kadar ne dediğimiz malûm. Beni takib edenler, TELEGRAM’ı cihaz ve bendeki eseri bakımından, niçin şamanizm ile benzerlik içinde burada andığımı da bilirler; şamanizm deyince, mitoloji de ardından… Kırmızı, “idrak” ve sarı “hastalık, zaaf, arizî”; his, beden hissi ve idrak’a musallat olan karşısında son söz, herşeyden mücerret kalabilen şuurlu seçimin, “irade-imân”ın. İrade ve imanımla TELEGRAM vakıası arasında teşekkül eden de, BÜYÜK Doğu-İBDA sağlaması ve eki fikir: Telegram Felyesofisi.)
*
EK… Sufr-Hiç. Suyun donma derecesi. Sarı. Sıfır. Nokta. Nefs. Sırr. Ayna: 370: SIRF(E)-Sâfî ve hâlis şey. Karışık olmayan… MAHMUD Ustaosmanoğlu: 370: SUFR-Bakır. Mis. Birinc, pirinç. Birinci. (Rüyâda gelen mânâ: “Mahmud Efendi Hazretleri namaz dağılırken beni kendisine emanet ettiğini söyleyen Babam’a, Nisan’da diyor!”… Nisanmus. “Akadça”: Nisan. Birinci… Bakr-Açmak. Genişletmek: 302: Mirzabeyoğlu… Bakara Sûresi’ni hatırla!)
*
MATLA’ Beyt’in Birinci Mısraı’nın ebcedi: 2426= 428: TEVHİD-Birleme… MUSA Mirzabeyoğlu: 428: SALİH Mirzabeyoğlu. (Şerif Muammer Mahzumoğulları: 2299= 301: Mirzabeyoğlu.)
*
MATLA’ Beyt’in İkinci Mısraı’nın ebcedi: 3255: PEYGAMBER… MUHRİZ-Kendi hissesini alan: 255: MASNEA-İçine yağmur suyu toplanan büyük havuz… ENDER-İçinde. Dahilinde. Derununda: 255: BİRİNC-Birinci… BÜRHAN-Delil, hüccet, isbat vasıtası. Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas: 258: MİRZA.                   
 

Baran Dergisi 300. Sayı