MATLA’ Beyit: Yanan ışk âteşine âteş-i düzahdan eymindir / Ne kim bir kez yana yandırmak anı gayr-i mümkündîr. — (Fuzulî)… “Yanan, aşk ateşine, Cehennem ateşinden emindir — Ne ki bir kez yandı, yandırmak onu gayr-i mümkündür!”

*

DÜZAH-Cehennem. (Zeban-Dil, lisân, lehçe: 60: İnsan… Zebane-Alev, ateş. Terazilerde iki kefenin denkleştiğini gösteren “alev”i andıran parçaları. Terazi ibresi. Terazinin ADALET sembolü oluşunu ve haksızlığın ateş olmasına mukabil, hakikat kabul edilen kanun ile karşılığı ne ise hak edilen arasında tecelli eden ADALET’in, İNSAN demek oluşunu birlikte düşününüz. Ceza; hak edilen ne ise, onun karşılığını vermek demektir… Batılı filozof ve edebiyatçı Sartre’ın “cehennem başkasıdır!” derken, bir bakıma dilin “anlaşabilme vasıtası” olmak bakımından “bildirme ve bildirilen” ilgisi içinde en baştan “Allah ve İnsan” hakikatine istemeden de olsa bir kabul edişi diye bakmak lâzım… İNSAN, “dil” demektir; bu açık… ZEBANÎ-Cehennem’de vazife gören melek… NECİB ismi “Zebane” ile aynı ebcedte olan Üstadım’dan: Ateş benim yuyan, yıkayan, emziren annem, — Bir arınma kurnası olsa gerek Cehennem!): 617: HAKİKAT-(Felsefe, hakikat olduğu için hakikati sevme mesleği; “herkesin hakikati kendine”den başlayarak. İslâm’da hakikat, Allah için sevilir; Allah’ın muradıdır ve O’nun olmadığı yerde hakikat mevcut değildir. İster felsefi, ister fizik açısından olsun, yollar birbirine aykırı da olsa, son tecridte Filozof Berkeley gibi, “Dünya yoktur!” boşluğuna çıkılacaktır. Alâkalardan soya soya varılan bu “mahiyeti boşluk” davası, ister “yoklukluğun da olmadığı bir yokluk” hakikatsizliği, ister böyle bir hakikati mücerret bir yaratıcıya atıf, ister kitab ehli dinlerin Allah inancına bağlansın, neticede “hakikatinin ne olduğu” meselesi bundan türeyen varlık hakikati izâhında tutarlı bir tüm isteyecektir; topyekün varlık ve topyekün hayatı, hiç kimsenin hakikatini reddetmeden “hakikatin hakikati” önünde hesaba çekici bir sistem gereği… Mesele madem ki fikir, öyleyse “boşluk” gibi bu da “imânın kendi kendinden ibaret olamayacağını” gösteren bir imân sınamasına girmektedir. Böylece, aynı kelime klişeleriyle aynı şeyden bahsedilmediği de ortaya çıkar: Meselâ, İmâm-ı Gazalî Hazretleri, “bir Hıristiyan Allah’a inanmadığı için kâfir değil, Allah Sevgilisi’ne inanmadığı için kâfirdir!” der ve ekler — “kâfir, her söylediği yanlış olduğu için kâfir olmuş değildir!”… ALLAH’a Allah Sevgilisi’nin getirdiği, gösterdiği ve öğrettiği gibi inanmak: Demek ki hakkını hakettiği derecede değerli bularak, aynı şeyden bahsedilmediği de gayet açık. “Hepimiz aynı Allah’a inanıyoruz!” tekerlemesiyle vaziyeti idare etmek yok!)… TECRİD: 617: HAYRET… HAKİKAT: 617: TERBİYE-(Terbiye sadece muaşeret kaideleri değil, bunun da içinde bulunduğu bir ahlâk ve bütün bir eğitim davası işidir. Eşya ve hâdiseler karşısında ruhun “nasıl?” tavrına karşı akıl “niçin?”lerle yaklaşır ve “fikir” meydana gelir; fikrin içine işlemiş işletici sıfat ahlâktır ki, kendisinden doğduğu fikri ileriye doğru zuhur ettirir. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanma, O’nun “Âlemi insan, insanı da kendi marifetine ulaşması için yaratması”, İnsanın “eşya ve hâdiseyi tasarruf etmek üzere” Allah’ın Halifesi olması, kısaca; Şeriat’in topyekûn ölçüleri bir arada, fert derinliği-derunîliği ile Devlet ve Cemiyet idealini karşılayan bir “yaşanmaya değer hayat sistemi” gereği; demek ki “sistemler sistemi” hâlinde bir İslâm’dan bahsedildiğine göre, her mevzuun kendine mahsus “hadlere riayeti” düzenini ifâde eden kanunları, kuralları… Sanıyorum TERBİYE’nin, ahlâkî zâhir ve bâtını ile görünür dünyanın insan ihtiyaçlarına nisbetle tasarrufu davasını içine almış olarak EĞİTİM’den kasdı da söylemiş oluyorum. Özellikle vurgulamak lâzımdır ki, SİSTEM meselesi, sıhhatli bir insanın vitamin ihtiyacına düşmesi gibi, 500 senelik tarih diliminde bir bünyenin gittikçe artan ihtiyacıyla bugün mutlak derecesinde bir zaruret ifade etmektedir!)… HÜRRİYET-(Üstadım, “Hürriyet, hakikate esaretten sonra hürriyettir!” der. Lâfız olarak aynı, fakat “hakikat”ten kasıtları farklı olarak bunu, Batı felsefesi ve Doğu mistisizminde de görüyoruz. Fakat yarıda kalmış veya sonuna kadar götürülememiş ilim ve fikir tecridleri hariç, “boşluk-halâ, yokluk”a varmış ama bu zirveden geriye dönüş hâlinde “dünyayı tasarruf” ölçülerini yerine getirememiş bir düşüncenin, gidiş yolunun da sıhhatli olmadığı neticesi, ne fert, ne de “fertte toplu toplum hakikati hâlinde toplum” olarak HÜRRİYET davasını doğru ortaya koyamamış olması dikkate alınırsa, HÜRRİYET’ten değil, ancak HÜRRİYET’in kafese düşmesinden bahsedilebilir. “Ya sonra?”; işaretlediğim ölçülendirmeler çerçevesinde, ezele kadar varlık ve bilgi, ebede kadar hayatı tekeffül eden, “her şeyini bana nisbet etmelisin!” diyen İSLÂM’dan başka MUTLAK kimde?): 618= 1617: ELF-NAKŞBEND.

*

ATEŞ-İ DÛZAH: 1318= 319: ŞEHÎD… Yanan aşk ateşine, ŞEHDİLİK’ten emindir / Ne ki bir kez yandı, yandırmak onu mümkün değildir… Yanan aşk ateşine, hakikatten emindir / Ne ki bir kez yandı, yandırmak onu mümkün değildir… Yana aşk ateşine, HÜRRİYET’ten emindir / Ne ki bir kez yandı, yandırmak onu mümkün değildir… (Onda “ilimler denizi tutuştu” menzili hasıl olunca HAYRET’e düştüğünde, gerisin geri tabiat âlemi seviyesine atılmaz!)

TECRİD
(CİSMANİYET’İN RUHLAŞMASI)

 

NEDİM’den bir beyit: “Mâhsın mehden güzelsin belki amma neyleyim / Âh bir şeb burc-ı âgûşunda tâbân olmadım”… MÂH: Ay, kamer… MEHD: Arz, yeryüzü. Beşik. Yatak… ŞEB: Gece… ŞAB: Genç kadın. Nefs… AGUŞ: Kucak. Sığınılacak yer… TÂBÂN: Işıklı, parlak. Parlayan güneş… TAB’AN: Yaradılıştan. Doğuştan. Huy ve tabiat itibariyle.

*

“Mahsın, süssüz ve kendinden-doğuştan güzelsin belki amma neyleyim / Âh bir gece kucağının burcunda güneş olamadım!”… Ayın dünya etrafındaki seyrinde, Güneş’in onun üstüne düşürdüğü ışık benzetmesi… TÂBÂN olamamada, tâlihine sitem de var, kendisinin “delikanlılık vaktinin geçmesi” dolayısıyla “ağûş burcu”nda olmaması da, nefsini yerercesine “ah nefs!” hesabı onun “tâban olamadım!” diye yakınmasını hissettirmesi de!

*

MÂH, hem “kamer-ay”, hem “balık”; birinde cansız madde, diğerinde cesed… Her ikisini de ihtiva eden CİRM kelimesi: Vücud, ten, cüsse ve bunların belirttiği “hacim, mekân”. Cansız cisim. Yıldız… CİRM: 243: MERC-Serbest bırakmak, salıvermek. (Allah’ın, nefesinden salıverdiği, aslı karanlık madde. Bu madde, zâtıyla can ve ruh’tan başkadır!)… MAGRİB-Gece. Karanlık. Batı taraf: 243: MATEAHHAR-Sonradan gelen. Hâdis olan. (Âlemin yalnızlığının sebebi “boşluk”tur tâbiri, onun zâtıyla hiçliğin de olmadığı bir hiçlike çıkışıdır. LEVH-İ Mahfuz, yâni insan ve kâinatın kader ve oluşunun tesbitinin yazıldığı “kara tahta” misâli, bu boşluğu ilk dolduran ve varlığı varlıkla anlaşılacak olan “yokluk” şeklinde HEBA maddesidir, yâni siyah madde, yâni meçhul varlığı, yâni sır. Yokluğu var eden var, yâni ALLAH’tır. Bunun üstüne düşen Hak Nuru, o karanlığı aydınlatan ve “ışık olmasa” gözün ha açık olmuş ha karanlık hesabı, karanlığı da idrake sebeb olan!)… MERD-Adam. Kişi. Erkek. İnsan. Er. (Er kelimesi, erken demektir. Sözü geçen kendisi varlıkla gözükecek “karanlık-ayna”nın cilâsının Âdem, yâni İNSAN olmasından bahis, “niçin insan?” sualinin cevabını da topyekûn kâinatın varlık sebebi hâlinde gösterir; bu bakımdan o, aynanın bağrında barındırdığı surete mehd-yatak olma vasfını “kendi için” kılmakla, onun hasını da temsil bakımından aslında en son gelen olduğu hâlde en erkendir. “Bütün kötülüklerin kaynağının ademden gelmesi ve kötü sözlerin Allah’a erişmeyeceği” hususu da, ALEMİN YALNIZLIĞI bahsi içinde; kıyametle kaybolacak kâinat ve mahlûklar meselesi de. Âdem, bedeniyle bu karanlıkta meçhul maddi unsurlardan mürekkeb, bitkide ve hayvanda bu vasıflarıyla can kabul eden kendine mahsus tasarrufta bulunan mahlûkun hayat ve idrakına haiz olarak onların varlığın “kendi için” kılan, nihayet “şuuru” ile onlardan ayrılan bir yaradılışta. Ruh, bedende tecelli ediyor ve NEFS meydana geliyor: Beden, bir zaruret. Can için hayvanî cesed de. Cirm, cisim, madde de, onlarla ortak vasıflarıyla, HEBA aslına kadar bu “can” ve “ruh” sahiblerini kabul edici vasıfta; suretin kendinde görünebilmesi anlamında HEBA, onlara ŞEKİL VERİCİ –Şekilde olan anlamında değişen, aslıyla değişmeyendir; aynada görünen ne ise, aynanın onun vasfında görünen olması gibi– bir taş, bir nebat, bir hayvan, bir insan. İNSAN’da bütün bunları “varlık derecelerini kendi için kılan” şuur olarak insan, “varlığı varlık eden şuurdur” hakikatini temsil edendir; bu mânâ, “maddenin şuuru var mı?” meselesine kadar sari bir cevabtır. İnsan’da nefs - can ve ruhtur; bunların bedende tecellisiyle var olan. Can ve ruh’un beden ihtiyacına nisbetle ölümden sonra hayat? Nefsin BERZAH anlamı, onun beden - cirm - cesed yönüyle “karanlık-meçhul”e âit, ruh yönüyle de –kendisine üflenen Allah’ın kendi nefesinden, nefsinden ruh– Allah’a âit yönünü gösteriyor. BAKÎ Allah. İnsan öldü mü, isterse kâfir olsun, artık onun Allah’ın istemediklerine razı olması kabil değil; razı olup olmadıkları, dünya kazancı olarak şuura. Nefs’in bedene âit mahiyeti, onun kulluk hakikati olarak ölümünde de kabul edici bir BAKİ, devamda; “Her nefs ölümü tadacaktır!” meâlindeki âyet, tadmak canlıya mahsus olduğuna göre, demek ki nefs canlı, diri… MEHDEN: 100: GUST-Tad alma. Lezzet duyma.): 244= 1243: MUHTEBER-Tecrübe ve imtihan eden, deneyen. (Karanlık, siyah: İçinde Allah’ın değer ölçülerini bildirdiği iyi ve kötüleri barındıran hep bir eden meçhul… Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri: “Bir şeyin görünebilmesi için, bir gören, görünen şey ve ışık lâzım!” buyurduğu veçhile, insanın kendinde cisim ve suret de “idrak edilen” mevkiinde olmak üzere, idrakın bir nefs aydınlanması nisbetinde olduğu anlaşılıyor. Mesuliyet, seçme yapabilme özelliğiyle şuura âit bir iş; Allah’ın rızasına uygun olabilmeye. Bunun gerçekliği nisbetinde varlığın “var olabilmesi” bakımından bir tasarruf sözkonusudur; Kıyametin, Allah’ı tesbih eden kalmayınca kopacağı hakkındaki ölçüyü hatırlayınız… Tasarrufta, MALİK hikmetini hatırlayınız… MALİK: Mülk ve melekut âleminde ne varsa, hepsi tasarrufunda olan Allah’ın 99 güzel isminden biri… Bu isim hikmeti Zekeriya aleyhisselâm’da “hem iyi, hem kötü ile imtihan edilen” olması bakımından görünürken, bütün Peygamberler, üstünler, veliler ve nihayet müslüman ve kâfirlerin kendi hususiyetlerine nisbetle tecelli eden bir hakikat. Tasarrufun mevzuu, kasdı, şu, bu diye uzatmıyorum… Şu görünür âlemin BERZAH Âlemi’ne muhtaç ve Kâinat’taki varlığın ona misâl hususiyette varlık sergisi olmasına nazaran, –heba da öyle ve insan kalbinde bir mertebe–, varlık sırrı NEBEVÎ hikmet olarak İSÂ Aleyhisselâm’da tecelli etmiştir: “Yüceliğe ve üstünlüğe mensub”… Bu hikmetin O’na nisbet edilmesi, Kur’ân’da “belki Allah onu kendisine yükseltti” buyurulması… BELKİ’lik, izâfî ve imkân ve ihtimâllere açık CİSMANİ’nin bir vasfı; O’nun, öldürülmediği ve hâlâ hayatta olduğu, ALLAH Sevgilisi’nin Şeriatı’na tâbi olarak, İslâm Tasavvufu’nun NEBEVÎ olarak tamamlayıcısı olacağı… HAFA-Gizlilik mertebesinde, rengi SİYAH-Ululuk, günlerden Perşembe ile ilgili bulunduğu; İNSANÎ Hakikatin Perdeleri bahsinde, memuriyeti böyle… “Aslı İslâm olan kâinat’ta-dünyada”, bunu temsil eden ruh, RUHULLAH vasfıyla O; babasız olmasındaki hikmet de, belki bu cismaniyetin sırrının sözkonusu vasıfla ilgisi dolayısiyle… Allah bir şeyin olmasını dileyince, OL der ve o şey de OLUR; Olur, Ol emrini işitip varlığa çıkan… OLUR-Olanın mahiyeti? Tâ, üzerine varlığın kaderinin yazılacağı LEVH-İ Mahfuza kadar; ki o, KALEM’in yazdığı ile görünür olan… KÜN’deki gizli sır, ALLAH Sevgilisi; Kalemdeki gizli, yazıdaki varlığı ve var olacakları, varlığıyla varlıklarına sebeb olmak üzere… İSÂ Aleyhisselâm, 4. büyük Peygamber; Hazret-i Ali de, 4. büyük Sahabî, “İlim beldesinin kapısı” hikmetiyle muttasıf. Varlık olmadan ilim olmaz; ruh-bilme için bedenin ehemmiyeti ve nefs bilgisi hususunda çok durduk… Allah Sevgilisi’nin buyurduğu: “Ben, ümmetin efendisiyim, Ali de Arab’ın efendisi!”… Arab’ın şahsında cismaniyeti ruhlaştıran O, “Arab’ın Aceme üstünlüğü yoktur!” derken ÜMMET’in Efendisi sıfatıyla her kavmin “cismaniyetini neye göre ruhlaştıracağını!” belirten de O; Allah Sevgilisi… HAZRET-İ Osman’ın şehid edilişinin ardından, “Osman ve Ben, bu ümmetin imtihan sebebiyiz!” buyuran Hazret-i Ali’nin sözünde, hem bu dünyanın bir imtihan âlemi oluşunu, hem de bu ihtilâf hikmetinde “Ümmetin ihtilâfı rahmettir!” sırrını belirtişine dikkat… “Halkın dili, Hakk’ın dilidir!” derken, hakikatin hiçbir derinliğine sarkamadan onu topluluk mânâsına halka tahsis ederek İslâm’ın aleyhine bir topluluk reyini tasvibe kadar yorum çıkaran ahmaklık benzeri, İslâmî ölçüleri geveleye geveleye tüketecek olan geriden gelecek nesillerin yanlışına mâni, her ikisi de Sahabî ve birbirini taklid caiz olmayan iki şahıs arasında “muradı kestirme” bahsine âit bu müthiş hâdiseyi-hassasiyeti anlamak lâzım… Bize, Sahabi’nin ne olduğunu ve rolünü bilenlere hitab eden bu… İslâm’ın Zâhir ve Bâtın’ından haberdar olan Ehl-i Sünnet arasında, “rahmete vesile ihtilâf sırrı” İslâm’ın bir ve bütünlüğünü gösteren ve şartlara ve mizaca göre birbirini tamamlayan olarak bugünün “muradı kestirme” derdinde olanlara asliyetiyle intikal ederken, gerisi “İnsan ve toplum meselelerini İslâmî bir anlayış ve sistem” çerçevesinde vazı gerektiren bugünkü şartlarda eciş bücüş kalmışlardır. Sahabîler döneminde cereyan eden üzücü hâdiseleri, bugün kendi varlık şartı hâlinde geveleyenler, bu arada Sahabî rütbesi takınmışçasına onlara dil uzatanlar, palavrayı bırakıp önce İslâm’ın eşya ve hâdiseyi tasarrufunu kendi nefsleri olarak fikirde göstermelidirler; ki tâbi olanların da neye tâbi oldukları görünsün!)

*

GEVN-Ak. Kara. (Malik hikmetini hatırla): 59: MÜHDÎ-Allah Resûlü’nün bir ismi. Mürşid. Hidayete vesile olan. Hediye veren… MİHDA-Hediye konulan kab: 59: MEVHUB-İhsan edilmiş. Karşılıksız olarak birine verilmiş… MEHDÎ: 59: HAVME-Tasarruf dairesi… İKİ Kutvanî Abaya, Mâlik. (Üçışık): 1999: MEHDÎ Salih İzzet Mirzabeyoğlu… CEVN, hem “ak” ve hem “kara” mânâsına kaim olurken, bir karışım değil, zıtlar kendinde bir “hakikat-sırdır”… Bilinmeyen!

ÇİLE BEDELİ
(NİMETE ERMEK)

 

MATLA’ Beyit: Her babta bir derde düşer derbeder-i aşk / Hâşâ ki kedersiz geçile reh-güzer-i aşk. — (Şeyh Galib)… REH-GÜZAR: Ömür tüketen. Yol rüyası. Ömür geçiren.

*

MÜLK ve MELEKUT âlemlerinin mutlak mutasarrıfının ALLAH olduğunu söylediğimiz ânda, “iyi ve kötü ne varsa” niyetimiz anlaşılıyor; O, bizim bilmediğimizi de bilen, söylemediğimizi de bilen… Allah’ın 99 güzel isminden biri olan MÂLİK-ÜL MÜLK (Bütün sahipliklerin kaimi), geçen sayıda bahsi edildi, hikmeti ZEKERİYYA Aleyhisselâm’da tecelli etti - O hem lütûf, hem kahırı yaşamış ve ŞEHÎD Peygamber… ZÜLKARNEYN-“İki boynuzlu” demek. (Kur’ân’da ismi geçen ve Peygamber olup olmadığı bilinmeyen büyük bir hükümdar ismidir. İki zülüflü veya Doğu ve Batı’nın hâkimi olduğu için böyle denilir. Hazret-i İbrahim zamanında bulunup, Hazret-i Hızır’dan ders almıştır.): 1147: MUHSÎ-Sayı sayan. Hesab eden. (MUHSÎ, Allah’ın, “ilmi eşyayı kuşatıcı” anlamında bir ismi.)… UD-U Hindi. (Kust bitkisinin bir nevi. Kocası ölmüş kadının, iddet müddeti boyunca kullanabileceği bir koku.): 149= 1148: SAHN-Boşluk. Büyük kâse. “Arş”. (Alemin yalnızlığının sebebi BOŞLUK, bunun boşluk ve YOKLUK mânâsına HALÂ, onun da varlık ve suret kabul eden-şekil veren ama kendi o şekil olmayan keyfiyeti ile HEBA tarafından, HEBA’nın da Allah’ın nuruyla - VARLIK’ı kabul edici hakikatiyle tanınır oluşu; hepsinin diğeriyle ilgisi çerçevesinde iç içe gördük. Kâinat’ın Allah’ın üfürmesiyle, vasıtasız olarak yaradılışı O’nun MALİK-ÜL MÜLK ismi çerçevesinde hangi Peygamberlerde, –her Peygamber’de her Peygamber’in sahib olduğu haslet ve Allah Sevgilisi’nde hepsinin toplu olduğu anlaşılacak şekilde–, MALİK ve NEBVÎ hikmetlerden bahsettik… “Allah’ın doğrudan doğruya vasıtasız nimeti hâlinde” bir ruhlara üfürmesi neticesi tecelli beklentisinde, MALİK hikmeti ve NEBVÎ hikmet içinde, her biri bir Yevmiye mevzuu olan, “bomboş bir devirdeyiz, keduret devrindeyiz, birdenbire zuhur, beklenen fikir kahramanı ve tasarruf” bahislerinin, ayrıca yine Yevmiye; Hazret-i Ali’nin “parça bütünün habercisidir!” hikmeti anılışı içinde MALİK hikmetine sahib ve bunun da ÜÇ IŞIK’ı işaret eden mahiyetini tekrara lüzum yok, daha öncelerde defalarca belirttik. Keza, Efendi Hazretleri’nin Üstadım’a, “sen şehîd olursun!” deyişini ve onun “bu nimeti de gösterdi!” kaydıyla Yevmiyem’e girişini… BOŞLUK: ARŞ Üstü Emirler âlemi olarak, ARŞ Altı Cisimler Âlemi mecmuunun, İNSAN nefsinin nuraniyet kazanmasıyla KALB mertebesinde hakikatinin görünüşü; “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım!” buyuran Allah’ın, bu ilmi murad ettiğini gösteren mânâ ile, Allah Sevgilisi, Peygamberler, Sahabiler, Mezheb İmâmları, veliler, nihayet idrak sahibi müminler bu yakîni kabulleri derecesinde gösterdiğini söylemek kâfi. Böyle birşey olduğunu biliyoruz, onun aynı oluyoruz, hakikatine garkoluyoruz - nasibimizce… BİR NOT: Allah Sevgilisi, Sahabîler, Tabiin’den sonra, tâbiînle karışık fıkıh imamları ve velâyet davasının zâhir ve bâtın içiçe çizgiyi zamanımıza kadar FIRKA-İ Naciye olarak uzatması. Bu dört hikmetinin, Hazret-i Ebubekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali’de, sözkonusu üç ve dördün İÇTİHAD Ehliyeti sahibleri arasındaki bir “rahmete vesile ihtilâf” sırrındaki karışmayla, arkaya intikaline dikkat. İlk sıraladığımız 4 derecenin dördüncüsü, bahsi geçen keyfiyetin meşruiyet çizgisini bu remzden almakta. Bu remz, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebubekir’in, dörtte tamamlanan varlık sırrı hikmetince, HİLÂFET davasının tamamlayıcı rahmetini ve MALİK - tasarruf meselesini temsildedir… Sen sen ol, Sahabîler’e dil uzatma!)

*

ŞEYH Galib’in MATLA’ Beyti’nden kopmuş değiliz… ÇARMIH-“Çar-dört” ve “mîh-çivi”den mürekkeb bir kelime. Mih, “ulu, büyük, azim, kebir”. Salib, şiddetli, heybetli, hareketli. Darağacı. Asmak. Çarmıha germek: 854: BEYİN Kontrolü… HURTUM-Burun, “herşeyin önde geleni, akıl”. Şarab, “ruh”. (Varlık derecelerinin insanda toplu “beden, can ve nefsin iki yüzünü” hatırla.): 855= 1854: HARTUM-Hatara, tehlikeye yakın. Düşünen. Fikir ve endişe… UDTUMME-Kişinin aslı: 855= 1854: DUNE-Hastalık. (Nefs, karanlığını tezkiyeye memur!)… MÜSTENŞİD-Birisinin şiir okumasını isteme. (ŞİİR İdrakı’nın, bir idrak buudu olarak gerekliliğini hatırla… Bir Arab geleneği olarak, ölünün ardından vasıflarını anıcı MERSİYE-Şiir’in, son demlerde ümit telkini niyetine okunduğu, Sahabî örneklerinin de bulunduğunu.): 854: NAZD-Herşeyi yerli yerine koymak, herşeyi yerli yerince etmek. (Hazret-i İsâ’nın, Allah’a HAKÎM ismiyle duasını hatırla!)… TENATÜC-Neticelenme. Birbirine netice verme: 854: NADIC-Olgunluk, olma, pişme, kıvamını bulma. Yetişme. Rüşde erme. (Telegram altında ve ipten döneni hatırla… Yunus Emre’yi de: “Zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?”… Ve: Çiğdik, piştik Elhamdülillah!)… SALB-Asma. Çarmıh: 121: ELİF-Ebced değeri (1) olan, alfabenin birinci harfi. Allah ve Allah Sevgilisi’ne işaret eder. Zât’ın kendi olmak bakımından, bütün isim ve mertebelerde bulunurken, isim ve mertebeye işaret olarak yoktur. (Karacaoğlan’dan: İncecikten bir kar yağar, — Tozar elif elif diye, — Ak elleri kalem tutar, — Yazar elif elif diye!)… İRŞAD’a işaret eden Mehd’in dalı, “iki elif”tir; Allah ve Allah Sevgilisi aslında!

*

NEFİS-Pek beğenilen, pek güzel, pek iyi. (MANZUR: Bakılan, beğenilen… Abdülhakîm Arvasî Hazretleri: “Manzur-u nazarı piran-ı kirâm” - Keremli pirlerin idrakınca beğenilen… LEVHA: 19 Nisan 1983… Bir bayiin önüne geldim… Bayi ve dışarıda duran bir adam… Birden görüyorum ki, özel günlere mahsus büyük puntolar ve siyah başlıklı bir gazete… YENİ Devir gazetesine benziyor. “…” Başlıktan içime ŞERİAT doğuyor… Gazeteyi aldım… Bayi, memnun ve mesut, benim hakkımda yanındaki adama muhabbetle “şunun boyuna bosuna bak; işim olmasa, ben de onunla giderdim!” diyor… BİR NOT: Üstadım’ın, hakkımdaki teveccühlerini hatırla!): 200: RA harfi’nin ebcedi. Da’va Cetveli’nde sayı değeri 46 ve Allah’ın “İşleri yürüten” mânâsındaki 99 güzel isminden biri olan VALİ’ye işaret eder. İnsanda VALİ, nefsin tasarruf iradesi RUHÎ kuvvedir!)… MÜNAKADE-Bir şeyin iyisini kötüsünden seçip ayırmak. Faruk sıfatı. (İslâm’da Devlet Reisliği’nin ideal şahsiyeti ve ADALET remzi Hazret-i Ömer’i hatırlayınız!): 200: EBU Süleyman. (Seyfullah lâkablı Hâlid bin Velid Hazretlerini hatırlayınız!)… USM-Her nesnenin bakıyyesi. (Devam eden Bir…): 200: NEF’-Faydacılık. (Hazret-i Ali: Tecrübe, fayda ile birlikte bir ilimdir!)… NAFİ’-Menfaatli. Faydalı. Şifalı: 201: GARR-Alnında dirhem büyüklüğünde beyaz bulunan at… İHRAC-Dışarı atmak. Çıkarmak. İstifade için meydana koymak: 805: KUZZE-Pire. Sıçrayan, yükselen. Nokta. Süvarî.

*

NEFS-Bir şeyin zâtı olan. Ruh, hayat, öz, maya. Fıtrî meyil. İyi ve kötüye istidatlı. Tezkiyesi gereken olması mânâsında hastalıklı: 260: SIRR-Gizli hakikat. Allah’ın hikmeti. Allah’ın kalbte müşahede mahalli olan kalbteki lâtife… DERUN-Kalb. İç taraf: 260: MAKNA’-Kanaat, razı olacak yer. Şâhid. (Vahdet-i Şuhud’un, “Varlığın Birliği”ne şâhidlik yolu olduğunu hatırlayınız!)… KULKUL-Büyük derin deniz. Hızlı giden at. Sahil. Fikreden. Şen, çevik, atik. Varlık neşesi: 260: KULAKIL-İhlâs ve muavvezeteyn Sûreleri. (Yevmiye olarak, Üstadım’ın yatarken okumamı söylediğini hatırlayınız!)

*

NEFS-Gülme hususunda çok ifrata gitmek. (Aslıyla İslâm, dünyanın insanda topluluğu olarak ona meyilde bu hakikati karartan seçime misâl, nefsin hatası. Nefsin hata aslı, onun hep nefyedilecek yönü olarak tekâmül sebebidir; bu doğuştan istidat mânâsındadır ki, onu “aslı İslâm” diye niteledik!): 630: MÜSTESLİM-Müslüman olan, teslim olan, boyun eğen… MESFİYY-Üç kez karısı ölmüş adam. (Tilki Günlüğü’nde UFUK: “Birinci Dünya Harbi zamanı… AYDINLI Köyü… Beni köyün İlkokulu’na verdiler. Aldığım tasdiknameleri göstere göstere mekteb değiştirdiğim için artık son sınıflardayım. Mektebin Arnavut ve şivesi değişmemiş bir müdürü var. Çocukların anlattıklarına göre bu adam, sık sık evleniyor ve her defa her aldığı kadın veremden ölüp gidiyormuş… Acaba onlara ne yapıyor da, kadınlar tez vakitte çürüyüp öbür dünyayı boyluyor?”… NOT: İnsan, “beden, can-nefs ve ruh sahibi” olması, şuurun nefste “ruh ve beden” ilgisinde tecellisi nazara alındığında, aslı “dişi-kabul edici” nefste toplu hakikat, BERZAH Hakikati makamına ermişte “ölmeden ölenler” tâbirine denk gelerek, “idrakin aczini idrak bir ilimdir!” idrakını gösteren bir ilim önünde Allah’a saf teslimiyeti ve bu üçlü tasnifin silinişini-ölümünü ifşâ eder… YEVMİYE: UFUK… Üstadım’ın KAFA KAĞIDI’nın sıradan bir hayat karalaması değil, benim için YEVMİYE değerini de göstermiş olarak, “kelimenin altında ve üstünde” neye âlettir göstermiş bulunuyorum!): 630: İŞRİN-Yirmi. (İşrin-yek: Yirmibir: 661: Müstenkî-Temizlenen, tahir olan… İntihar-Nefsi idam. Mânâda, “ölmeden ölme” denilen hâle teşbih: 660: Keramet… Kal’: Eşinden boşanma… Rüyâda gelen mânâ: “21 kere yaz, şehid mi ne olursun!”… Boşanma kağıdına!)… HALÂ-Harfi cerdir. “Zâtı çeken”: 631: MÜTESALLİK-Nefsteki nurun, Nura doğru tekâmülü, yükselişi.

*

ŞEHÎD’lik, şuur işidir ve bilindiği üzere “Allah rızası için can verme”; meşhur olanı, mezara girme, diğeri “şehid” ile aynı ebcedte “tarîk” davası ki, cesedini bütünüyle “Allah ve Resûlü”ne muhalefetsiz kılma, bu mânâda sürükleme - sanki bir ölü gibi iradenin tasarrufunda kılma… Ayrı ayrı kıymet ve nimet sahibi olarak, yine “şehîd” ve “tarîk ehli” ile aynı ebcette, MUSAYTIR: “Bir şeyin üzerine KAİM olup, ahvalini gözetir kişi. GALİB!”… ABDÜLHAKÎM Arvasî Hazretleri: “Dinde bidatların türemesi, sadece sahibini değil, bütün mahlûkatı saran bir fitne ve zarara sebeb olur. Bunlardan biri de, cehd ve gazada gevşeklik, şehidlik nimetinden kaçınmaktır. Şehîdliği için için istemek ve benimsemek, Müslümanlar için şarttır. Bütün Peygamberler bu nimeti de istemiş, Peygamber çocukları ve Ashab’ın birçoğu, büyükler şehîd olmuşlardır!”… MUSAYTIR’ın, Allah’ın ve Resûlü’nün rızası doğrultusunda beden fedası pahasına KAİM’liği mânâsı belli… Diğeri, erende tecelli eden bir hakikat olarak, ona mahsus keyfiyette bir KAİM’lik ve tasarruf… Can bedende emanet, imtihan âlemindeyiz; dünyaya bir kere geldik, telafisi mümkün değil!

*

“Keramet” ve “Keduret”in ebcedi aynı: 661… ŞAH-I Nakşibend Hazretleri’ne kendisinden niçin o kadar az keramet sadır olduğu sorulduğunda, “Bunca yük altında ayakta durmamızdan büyük keramet mi olur!” buyuruyor… Bir başka veli: “Veli’nin kendi keramettir!”… Hiçbir şey yokmuşcasına… Siz, nice insanların nice çile altında, bir de normal görünebilme çilesini yaşadıklarını anlayın, yeter!

*

MATLA’ Beyt’in birinci mısraı: 2024: SALİH Mirzabeyoğlu… DİBBİH-Bir, ehad: 24: KEÇ. (Kürtçe)-Bit. “Beyaz nokta. İşi sıkı tutan mücerret. Nefs”… BİBİ-Hala. Babanın kız kardeşi. Arabça’da hala, ananın kız kardeşidir. (Lütfiye ve Adile): 24: İHATA-Etrafını kuşatmak. Kuşatılmak. Geniş bilgi ile kavramak. (Hâlâ da nefs, ân, “tesir edici eser” hüviyetindeki İNSAN; Arş üstündeki mertebesindeki bildiğiyle mahlûk, bilmediğiyle sır, Allah’la kuşatılan, Arş Altındakileri ve bildiğini tasarrufa memur oluşuyla kuşatan - istidadı kabulü alıcı ve verici iki yönlü bir bünye… Boşluk ve boşluğu dolduran odur; Allah bilgisinde mevcut bir yaradılış sırrının maliki olarak, VARLIK bir sıra tertibinde kendisi için olan - Mülk’ten, Melekut’a kadar!)… EHVA-Siyah. Kararmış nesne: 25= 1024: HEYİ-Madde, varlık… HİYAT-Çağırmak: 25= 1024: HAVİ-Kuşatan. İhtiva eden. (İnsan)… ZÎT-Çağırmak. Çekişmek: 26: DEYCUC-Karanlık. Zulmet… DEVAHÎ-Büyük belâ çekenler. Çok üstün zekâlılar: 26: HEVADÎ-Deliller, rehberler, kılavuzlar. Hidayet edenler.

*

MATLA’ Beyt’in ikinci mısraı: 2871: HÜNKÂR… BİD’-Birden dokuza, üçten ona, onikiden yirmiye kadar sayılar. Gecenin bir kısmı. (Dokuz + yedi + sekiz: 24: Hacegân silsilesinin Sahabîler’den sonra en büyüğü olan 2. bin yılının yenileyicisi İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin, silsiledeki sırası bu.): 871: TAKVİM Ü TEHİR. (Nesebi Hazret-i Ömer’e dayanan FARUK lâkablı İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin çok yazı yazmasındaki sebebin, rüyâda-keşifte Hazret-i Ali’nin kendisine “Kelâm iliminde müçtehidsiniz!” buyurması ve Ahirzaman’da gelecek olan MEHDÎ’nin onu doğrulayacak olması, kendi beyanı… HAZRET-İ İsâ’yı karşılayacak olan MEHDÎ’nin temelde eseri MEKTUBAT’tır… TAHA Sûresi’nin bir isminin de KELÎM Suresi olduğunu hatırlayınız… KELÎM, Hazret-i Musa’nın “Allah’la konuşan” anlamında bir ünvanı; Allah O’na rahmetinden ağabeyi HARUN Aleyhisselâm’ı yardımcı kıldı. FÜSUS-ÜL Hikem’de Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin 24. fasıl olarak ele aldığı bu Ben-i İsrail Peygamberi’nde tecelli eden hikmet, İMAMÎ; ve HİLÂFET’i de yine hem Allah’tan hem de kardeşinden olmak üzere, vasıtalı ve vasıtasız olarak iki cihetten… HİLÂFET hikmeti’nin kemâli HAZRET-İ DAVUD’ta, İMAMÎ hikmetin kemâli de “Allah’ın Dostu” sıfatlı 2. büyük Peygamber İBRAHİM Aleyhisselâm’da… HARUN Aleyhisselâm’ın hitabta annesine nisbet ettiği HARUN Aleyhisselâm’ın NEBİ’liğinin, “şiddetli rahmet” mânâsına RAHAMUT Âlemi’nden olduğu… ALLAH’ın bütün isim ve sıfatlarını ihata eden RAHMET’inin, “Alemlere rahmet olarak gönderdiğini” bildirdiği ALLAH Sevgilisi’nde tecellisi ve onun “Ümmetimin âlimleri Ben-i İsrail Peygamberleri gibidir!” hadîsi bir arada, İMAM-I Rabbani Hazretleri’nin memuriyetini anla!)

*

MATLA’ Beyt’in toplam ebcedi: 4895: FUZUH-Gizli şeylerin zâhir olup meydana çıkması… YA’ZİD-Acı marul. (Mehded: Marul… Yevmiye: Marulun göbek yapraklarından olmak isterim!): 895: FAHRİYE-Fahre mensub. Büyüklüğe mahsus… FEVZA-Muhtelit. Birbirine girmiş, içiçe: 895: FÜTUHAT-Fetihler. Zaferler.

*

MATLA’ Beyt’in toplam ebcedi: 4895= 899: HIRK-Yarma. Yırtma. Su akacak yarık yer. Cömert, kerim. (Hark-Yakmak, yanmak: 308: Arvasî… Bedreka-Mürşid. Allah yolu. Delil, kılavuz: 308: Zerrak-İki yüzlü. İki cihetten)… ZERR-Zerre. Karınca yumurtası. Bit. Nokta. İşi sıkı tutan: 900= 1899: ADL-Mâni olmak. Men etmek. (İki denizin birbirine karışmasına engel PERDE’den bahseden RAHMAN Sûresi 20 ve FURKAN Sûresi 53. âyetlerini, HALÂ ve MALİK hikmetini, ADALET’i yerine getirmenin HAK ile HAKİKAT arasında bir tecelli olarak kendisine aykırı olanı dışta bırakmak olduğunu, bu cümleden olarak NEFY-Olumsuzlama meselesini, nefs sıhhati yönünden NEF’-faydacılık ve bedahet davasını, hepsi bir arada BERZAH hakikatini ve dünyalık işler yönünden ona nisbetle “misâlî berzah” hakikatini HÜKÜM mevzuu ile hatırlayınız!)                                             

         
            
Baran Dergisi 284. Sayı