İbn-i Mace'nin SÜNEN isimli Hadîs Kitabı, 1 Cilt, Kitab-üt TALÂK faslı, 35. Bab - 2087. Hadîs… Rivayet Ümmü Atiyye'den:
- "Resûlullah Efendimiz buyurdular: KADIN, bir ölüye üç günden fazla matem tutmaz. (Giyiniş tarzını tahdit etmez). Ancak kocası için dört ay on gün müstesna. (İddet müddeti). Bu sürede boyalı elbise giymez, ASB denilen -basit boyanmış elbise- müstesna. Sürme de sürmez, temizlenmesinin ilki hariç KOKU sürünmez; o da KUST veya ASFER'den bir parça. - ASFER: Kust çeşidi. Soluk. Kızıl. Islık çalan. BOMBOŞ şey."
Sahih-i Buharî - 7 cilt, Kitab 76 - Tıb, 10. Bab… KUST'u, "Hindî ve Bahrî ile yapılan, SUUT-Enfiye denilen ve buruna dökülen bir deva balı" tarifi içinde, Kays'ın annesi Muhsan'ın kızından rivayet:
- "Ben, Allah Resûlü'nden şöyle işittim: Size bu ÛD-U HİNDÎ'yi tasviye ederim. Çünkü onda 7 şifâ vardır. Onunla, BOYUN'da acılı olan UZZA hastalığı, -burun vasıtasıyla-, tedavi edilir. Onunla ZAT-ÜL CENB'den -ağızdan dökülür- kurtulunur."
Yine Buharî'de, Talâk 49. 48… Müslim'de: Talâk 67… Ve Darimi: Vuzû: (10), "bir parça KUST ile…"

*

KUST: Topalak Otu. (Suadî-Topalak otu: 145: Rahman Sûresi, 19. âyet.): 169.
Rahman Sûresi 19-20. âyetler: 3166= 169.
Kassah: Sırtlan. (Alak: Kan. Hayvanat-Canlılar. Bir işe sımsıkı sarılmak. Staj görme: 200: Semsem-Tilki): 169.

*

Men'a: Ölüm haberi. (Üstadım'dan bir mısra: Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber!): 162.
ASB: Kumaş. Sarmak. Bağlamak. Sağlam olarak dürmek. İmâme, sarık: 162.
İNSAN: İns. Nisyan-unutmaktan gelir. (İnsan, evveli bilinmeyen -unutulmuş- bir ândan.): 162.
Menba': Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer: 162.
En'am: Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar - mal, nimet. (Kur'ân'ın 6. Sûresi'nin adı. Bir kısım Kur'ân âyetleri ve Sûrelerinden müteşekkil dua kitabı… Enam: 92: Allah Sevgilisi'nin has ismi… EN'AM Sûresi hakkında: HÜCCET Sûresi de denir… Allah Sevgilisi: "Kur'ân'da EN'AM Sûresi'nden başka hiçbir Sûre bana toptan indirilmedi ve şeytanlar bu Sûre için toplanıp çare aradıkları kadar hiçbir Sûre için toplanmamışlardı. Bu Sûre bana, CEBRAİL Aleyhisselâm ile beraberinde 50 bin melek olduğu hâlde gönderildi. O melekler Sûre'yi kuşatmışlar, bir DÜĞÜN debdebesiyle getirdiler, havuza su koyar gibi göğsüme-kalbime yerleştirdiler. Allah Teala, bununla beni ve sizi öyle şereflendirdi ki, bundan sonra sonsuza kadar yanlışa düşürmez. Bunda MÜŞRİKLERİN BÜTÜN DELİLLERİNİN GEÇERSİZ KILINMASI ve ALLAH'IN CAYMASI MÜMKÜN OLMAYAN BİR VADİ VE MÜJDESİ VARDIR"… Bu Sûre için bütün VAHY Katibleri çağırılmış ve hepsi o gece yazmışlardır.): 162.

*

Zeyn-âb Erdiş - Kust: 746.
Muhalâa: Birbirlerinden resmen ayrılan karı-koca: 746.
Müesser: Tesir edilmiş, kendisine birşey tesir etmiş olan: 746.
Şehamet: Akıl ve zekâ ile olan yiğitlik. Kahramanlık. Tez anlayışlı olmak. (Fikir kahramanı: 706: Sevr-Öküz, boğa. Boğa burcu. Dünyayı taşıyan dört melekten biri: Hanedan-Peygamber sülâlesi. Dindar ve asil aile.): 746.
Me'sere: Güzel hareket ve fiil. Eskiden kalma güzel eser. Cömertlik: 706.
Hazim: Düşmanı hezimete uğratan. Çabuk kesen. Çok çabuk yiyip bitiren. (Kassah-Sırtlan: 169: Rahman Sûresi 19-20. ayetler.): 746.
Mezheb: Din. Tutulan yol. Gidilen yol: 746.

*

RESÛL - Net. (İngilizce, "balık ağı" demek.): 745.
Müessel. (Ebedî) - Kust: 745.
Tasavvuf - Kust: 745.
Şuur. (Akıl ve ruh) - Kust: 745.
Net. (Balık ağ) - Kust: 745.
Mülkdar. (Padişah) - Salih Mirzabeyoğlu: 745.
İstikad (Ateşi tutuşturma, yakma.) - Kust: 745.
Salih Mirzabeyoğlu - Sırre (Soğuk rüzgâr. Şiddetli sayha.): 745.

*

Ahil:  Erkeği olmayan kadın. Fevkinde kimse olmayan yüksek Padişah. (Halkın bâtını Hakk'tır, Hakk'ın zâhiri de Halk. Halk, idrak edilen herşey'dir; Hakk da buna nisbetle, hep idrak edilenin ötesinde olan. İNSAN-Allah Sevgilisi, Allah'ın Zât âlemi ile HALK âlemi arasında, MÜESSİR ile ESER arasında TESİR EDİCİ ESER… "BERZAH" O… Halk âlemi'nin BERZAH'tan var olmasıyla, "idrak edilenin halk olması", BERZAH'ın, Vahîd ile Vâhid arasında, FAAL-MÜNFAİL ilgisini gösteriyor. Allah'ın O'nda, münfail sıfatta, "işleyici ve işletici" sıfatta görünüşüdür. Berzah'ın özelliği, kendisine Berzah olmamasıdır. Bu da, VAHÎD ile VÂHİD'in, ebediyen HÂLIK ve MAHLÛK oluşunun beyanıdır. Hadîs: "Kişi, nefsini bildiği kadar Rabbi'ni bilir"… NEFS, dişidir; böylece O'nun, "bâtını Allah'ın bilinemez Zât sıfatlarından olan İNSAN suretinde yaratılmış, GAYE İNSAN-İNSAN'dan kasıd O" mânâsı, "fevkinde kimse olmayan yüksek Padişah" mânâsını da gösteriyor… HAKİKAT-İ FERDİYYE: FERD HAKİKATİ, Allah Sevgilisi'nde tecelli ediyor… Topyekün varlıkta, bütün Peygamberler ve Meleklerden başlayarak bütün kemâller O'na nisbetle ve Allah'a yakınlık ve uzaklıkta ölçü O… O ve O'ndan gizlisi; hâle nisbetle İSTİDADI, nefs-Allah… Benim benden gizlim; hâlime nisbetle istidadım, nefsim nefsi - Allah… Allah'ı bilmek, O'nun hep idrak ediliş sürecinde… Allah, bilinir, bir bedahet olarak; bilinmese, sorulmaz ve aranmaz, ama hiçbir zann ve suret O değil - idrak edilemez ve görülemez… Allah Sevgilisi, görülür ve idrak edilir; ama her suret ve idrakın ötesindedir, bu mânâda bir bilinemez… Allah'ı, RESÛL'ü yolundan, O VASITA ile arıyoruz: Demek ki, "Herşey O" diyen insanda da, O, ayrı zann ve suret olarak, kasıd Allah Resûlü'dür. Demek ki Allah, O'NUN SURETİ'nde görünürken, suretten surete tecrid hâlinde yaklaşılması sonsuz O surette, topyekûn mahlûk suretinin YOK oluşu var. O SURET'te mahlûk biter, ama Allah başlamaz; Allah O'nun nefsinde, "nefsini bildikçe Rabbini bildi!" hikmeti, hep ötede olan - bilinmesi gerekendir. Hep, O'nun bâtınındaki, GÖRÜNMEZ SURET. "Allah Sevgilisi, diğer Peygamberlerden farklı, O'nun Zâtî yakınlığına kavuşan"; kafalar karışmasın, "isim, sıfat, iş ve fiillerinden" bildiğiniz bir insanın, zâtî yakınlığı ile karşı karşıya olmak, onun nefsinin bilinmesi mi demektir? Sen daha kendi nefsini bilmiyorsun? Bu basit misâl, insanı varoluşan tarzda bilmenin, MUTLAK VARLIK'ı[n] varoluşan tarzda bilinmesine de tatbik edilebilir… Her mahlûk, kendi istidadı ile sonsuz üzerinde ve sonsuz O; demek mahlûk O'nda tükeniyor. "KUR'ÂN, Allah Resûlü'nün nefsidir; Allah ile kulu arasında bir VASITA… Kur'ân, O'nun için, bilinmesi gereken NEFSİ'dir; ve Hadîslerin sırrı, kendini bilişinden, onu bilişinden, yâni Kur'ân'ı bilişindendir bize. "Kur'ân ahlâkıyla ahlaklandım!" buyuruyor ya; ondan, onun aynı. Ne o, suretin tükendiği suret, VASITA'nın bu mânâsında da bir, ALLAH ile bir AYNILAŞMA ve BİRLEŞME mi demek oluyor? Bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır. Demek O - ABDULLAH-ALLAH'IN KULU, ebediyen SURETİ, Allah'ın Sureti'nde tükenen bir nasibin sahibidir; Allah'tan gelen ve Allah'a giden bir BAKİ… NUR'un ortasında bir NUR; Zamansız ve mekânsız bir âlemde, bir yerde olan heryerde, ister O'na NUR de, ister O - NUR'dan… "Allah Nur'dur" demek, küfür olur; NUR, Allah'ın güzel isimlerinden birisidir, VARLIK ve BİLGİ olarak O'nun Zât'ını murad ederek söylenebilir, ama O'nun ZÂTI, "Mutlak Meçhul"dür, bâtından daha bâtındır ve hep "ötelerin ötesinde"dir… Âleme âlemden, İNSAN'a insandan daha yakın olan Allah, her idrak edilenin YARATILMIŞ-MAHLÛK olmasına nisbetle, hep idrakin ötesindedir… Burada, ÂLEM tâbirinin de, idraka mahsus bir mânâsının bulunduğu inceliğine dikkat çekelim: "Zât âlemi, Lahutî âlem" vesaire gibi tâbirler, hep "nefsini bildikçe Rabbini bilir" KULA söylenmiştir, KUL bildirmiştir… BERZAH, ebediyen BERZAH kalacak olan BERZAH, tıpkı HALK Âlemi'nin kendisine mekân olması gibi, Allah'ın Zâtı'na nisbetle bir mekân hüviyetindedir. Dolayısıyla bu tâbir, Allah'a bir keyfiyet biçme, O'nu herşeyden tenzih ederken, sanki kendine mahsus bir mekânîlikte bulunan gibi anlaşılmasın. Bunun yanında, O'nu tenzihin, adeta O'nu herşeyden tahliye gibi bir mânâya düşürücü olmamasına da dikkat… İşte ALLAH RESÛLÜ'nün mânâsı; Herşey Allah'tan - parça, bütünün HABERCİ'si ve herşeyde O… Kulun Allah'la birleşmesinden bahis, kulun yok oluşudur ki, Allah'tan bahisin mevzuu yok: Allah kulu yarattı ve kul O'nu var etti. Kulun Allah'la bir ilgisi olmamasından bahis, Allah'ın bir tahdit içine girmesi - kul sınırında duran sınırlı ve dolayısiyle eksik, neticede MUTLAK olmayan bir varlık oluşudur ki, zâten Allah olamaz… Allah, kulla, ne BİR'dir, ne de ondan ayrı: Yine BERZAH'ın mânâsı… VARLIK olmadan, BİLGİ olmaz, bilgisi olmaz. MUTLAK VARLIK ve MUTLAK BİLGİ… İNSAN varlığı, -madde ve ruhundan müteşekkil, nefsi-, bunun bilgisi. VARLIK'ta herşey, HİÇ'ten de görünüşe çıksa, AYNA'dan da AKİS olsa, bu idrak edilemezler de VARLIK, neticede VARLIK'tır. VARLIK, MUTLAK'TAN ayrılamaz. Mutlak ise, idrak edilemez ve görülemez olandır. Görülen ve idrak edilen herşey mahlûk ve KUL ya; demek ki, Yaradan ve yaradılan tasnifleri, benim bilgimde. Ben Yaratıcı olmadığıma göre, eksik ve fâni olduğuma göre, KUL olduğumu biliyorum; "varlığım O" desem de demesem de, O'ndan. BİLGİME gelince: Maddî veya mânevî yoldan, idrak ettiğimdir. Allah'ın, idrak edebilme vasfıyla ve asılda KENDİSİ'NİN BİLİNMESİ iradesiyle yarattığı KUL'a sunulan Kur'ân, kul lisânı Arabça üzerine nazil olmuş Allahça-Allah'ın KİTABI, "yere göğe sığmam, mü'min kulumun kalbine sığarım!" hikmetiyle düşünülünce, Allah'ın, kulunun kalbine BİLGİ olarak sığdığını, VARLIK olarak hiçbir kıyas, nisbet, keyfiyet mevzuu olamayacağını gösterir. Bende VARLIK, "düşünüyorum, öyleyse varım!" kıyasıncadır; şuurun, NUR'dan NUR'a yükselişi ve idrakın mahlûk oluşu. NURLAR'IN NURU'NA kadar bu böyle… Allah['a] ermek, ermişlik, Allah Sevgilisi'nin nefsine ermişliktir; O'nun nefsini bildikçe, Allah'ı bilmek… Âyet'te, "Allah her ân bir şe'ndedir-iştedir" buyuruluyor; Allah'a erenin, başta Allah Resûlü, hâli… Kur'ân, kelâmla çerçevelenmiş bir sabitlik içinde, sonsuza açılış; bu sonsuza açılış olması da sabit. "Her ân bir şe'nde olma", Allah ve kul yönünden de O'nda… BİR MESELE: Allah, topyekûn varlığın yaratılışından önce, kendi nurundan Muhammedî Nuru yarattı. "O vakit, ne KALEM, ne Levhi mahfuz…"; zaten bu söylenince, "kul, mahlûk, âlemler", hiçbir şeyin olmadığı anlaşılıyor. KALEM erkek, Levha dişi mânâ, bunların O NUR'dan yaratılmasından, bütün mahlûkların kaderleri tesbit edildikten sonra, en ulvîden en süflisine kadar bütün âlemler ve mahlûkların yaratılması… KALEM ve LEVH, takdir kalemi ve levhası, mahlûkun yukarı doğru sonsuz içinde sonsuz toplana toplana sonsuzluğudur… Nazik bir dava: Herşeyden önce olan O'nun NURU'nun, hisselere bölüne bölüne, BERZAH ve varlıkları, sonra HALK ÂLEMİ (Şühud âlemi-görünen âlem) ve varlıklarına kadar taksimi… O, İlk ve Sonuncu Peygamber. Allah'ın ezeldeki takdiri olarak bakıldığında, takdirde öncelik ve sonralık yoktur. Öncelik ve sonralık, içinde bulunduğumuz âleme ve lâfzen ifâdeye dair bir mânâdır. Meselâ, "Ahmed ile Mehmed aynı ânda doğdu" derken, "Mehmed'in doğumu" sonradan duyulmuştur. Bunun gibi, Peygamberlik memuriyeti ezelde takdir edilmişler arasında öncelik yoktur, âlemde görünüşleri bakımından öncelik sonralıkın takdiri, bir üstünlüğü göstermez. "Adem Aleyhisselâm'a henüz ruh üflenmemişken Allah Resûlü'ne Peygamberliği'nin bildirilmiş olması", cesed yaratıldıktan sonra ruh üflenmesi bakımından öbür Peygamberler'e âlemde memuriyetlerinin bildirilmesine mukabil, O'na ruhu yaratılmış olarak Peygamberliğinin tebliği, bu öncelik, bir takdirden daha başka hususiyeti bulunduğuna delil kabul ediliyor… MUHAMMEDÎ NUR: Topyekün varlığın, varlığına sebeb, topyekün varlığın O'nda tükendiği, ama Allah'ın başlamadığı… SANKİ: Allah ile Varlık arasında… NUR, her varlığın kendisin'DEN yaratıldığı ve kendisine izâfe edilen, şurda varlık, burda sıfat, orada ilimdir… "Göz nuru, idrak nuru, melekler, maddenin verası"… Allah Resûlü'nün ruhunun ilk önce yaratılmış olması, "herşeyden önce var olan Nur"un MUHAMMEDÎ NUR diye vasıflanması hakikatine uygun olduğu gibi, dünyada SON Peygamber oluşu ile, "Allah'tan geldik, Allah'a dönüyoruz" yolculuğunda dairenin ilk ve son nokta hâlinde tamamlanışının kul plânında kalınması - kulun varlık şartı da bu suretle… O'nun ruhu, O NUR'dan yaratılmış topyekün âlem ve varlıkların merkezi olarak, O NUR'un merkezinde… SANKİ: Allah Resûlü'ne yakınlıkta, "Sıddıkiyet" makamının bütün Sahabe'ye nazaran Hazret-i Ebubekir'e mahsus tekliği gibi, bütün Peygamberlere nazaran ALLAH SEVGİLİSİ'nin hususiliği… Buraya kadar üzerinde durduğumuz meselelerden belli ki, Kur'ân ve hadîsler, evliya kelâmından da anlaşılacağı üzere, (Ayet: Allah, ruhu kullarından dilediğine ihsan eder), her ân yeni olarak tefsirde, her yeni değişin menşeindedir. Böylece evliya kelâmı da, her yeni deyişin menşeindedir: Demek ki, statik bir mânâda değildirler, her ân yeni olarak hitab ederler… BERZAH'ın, yapılmış ve dayanıp döşenmiş bir bina gibi, içinde teksir ve tekrar işlerin işlendiği bir keyfiyet değil, her ân yeni bir tecelliyle süren varlık oluşu nazara alınırsa, merkezinde Allah Resûlü bulunan bu âlem-bu nefs, Allah'ın KÜN emri tecellileri karşısında, ALLAH'a mahlûk sıfatı yakıştırılamayacağına göre, MÜESSİRLİĞİ'ne "erkek" denilmeksizin ve RESÛLÜ'nün O'na KUL olarak ve KUL'a mahsus bir kıyasın Allah'a tevcihi gibi bir mânâ olmaksızın, "evveli bilinmeyen bir hâl" nitelemesiyle, O'ndandır; O'nu münfail sıfatıyla duyan ve "şeklin kendisinden yapıldığı, ama şekil kendisi olmayan madde" gibi… Bu âlemin HALK âlemine nisbeti de, onun varlığı için zaruri ve O'na nisbetle MÜESSİR olmak; "şeklin kendisinden yapıldığı, ama kendisi o olmayan"… Bu niteliğiyle BERZAH, Kalem ve Levh'den başlayarak, ERKEK ve DİŞİ, birbirine karşı varlıklar ve "çokluk-kesret âlemi" denilen ve birbirinin zıddı olan "varlıklar âlemi-HALK ALEMİ"nin de zıddı olarak görülür… Yaradan'ın O NEFS'te bu MÜNFAİL sıfatta görünümü bir dişi mahiyet olduğu gibi, HALK ALEMİ'nin gerçekleşmeden önce O'nda mümkün olma özelliğiyle var olması da, bir dişi mahiyettir… İki dişiden meydana gelen bu NEFS, HALK ÂLEMİ karşısında, "tesir edici eser" olarak, MÜESSİR'dir, ERKEK'tir; "iki dişi, bir erkektir" hükmü… Allah'ın Sevgilisi, bir Hadîs'te, "bana dünyadan üç şey SEVDİRİLDİ: Kadın, güzel koku ve namaz" buyuruyor. "Sevdirildi" diyor, "sevdim" demiyor; İRADESİ'nin, Allah'ın İradesi olması, bunun yanında, O'nun nefsinde münfail surette bulunuşu… Burada başka bir incelik: "Benim, sizin gibi kadına ihtiyacım yoktur!"… Bu ihtiyaçsızlık, "topyekûn varlık dürülse bile, O'na bir tesir erişmeyeceği" şeklinde, İradesi Allah'ın İradesi olmuşluğun başka bir ifâdesi; nefsinin Mutlak teslimiyetinin ifâdesi, Allah'tan gayrına ihtiyaçsızlık… KUL plânında MUTLAK MÜESSİR O… O, "fevkinde kimse olmayan yüksek Padişah"… O'na nisbetle; Kadın tabiî olarak dişi, "amel mekân ister" - namazın sureti bu mânâda dişi ve kadına nazire… Koku da, TÎB, erkek bir kelime olmasına rağmen, dişi mânâsına gelir şekilde kullanılmış… Böylece, "sevdirildi" mânâ, dişiye ihtiyaçsızlık çerçevesinde, O'nun daha önce belirttiğimiz "topyekün varlık dürülse bile var" mânâsını veriyor… Aynı mânâ bâki, buna mukabil, Allah'a KUL olma ve kulluktan hazzı, O'nu herşeyden tenzih etmesi, "kendi nefsini bildiği kadar O'nu bilme" hakikati, nefsinde O'nu münfail surette vasfetmesiyle anlaşılıyor… Namazın, KUL ile Allah arasında, müştereken gerçekleşen bir mânâ olmasına, Arabça RÎH kelimesinin "ruh, rüzgâr, koku" mânâlarına gelmesi ve böylece kokunun "müzekker-erkek" olmasına mukabil, O'nun TÎB kelimesini seçmesi ve iki "müennes-dişi" arasında "müennes-dişi" olarak kullanması, Allah'ın MÜESSİRLİĞİ'nin O'nda "mutlak kemâliyle" olduğunun beyanıdır… O, HAKİKAT-İ FERDİYE: İNSANÎ HAKİKAT'in tecelli ettiği ferd… Hem BEDEN hem NEFS olarak İNSAN'i hakikati temsil eden KADIN da, kendi Sureti üzere olan kimseyi sevmekle (Habibullah) beraber, O'na da kadını sevdirdi. Erkeğin münfail sıfatla müessirliği ve Allah'ın müessirliği bakımından kadında tecelli, daha tamdır… İşte bundan dolayı Allah'ın Sevgilisi kadına muhabbet etti. O zuhuruyla, kendisinin parçası olduğu erkeğin suretini ikileştirdi. Erkekten daha aşağı olan bu derecede, ayrıca erkekteki zuhur sıkıntısından doğan tecellilerin görünüşü de var - bu bakımdan da Yaradan'ın akisi daha tam. Topyekün varlığı kuşatan Allah'ın RAHMETİ, İNSAN'da, kadınla genişliyor. Allah'ın bütün mahlûkatı kuşatan RAHMET'i, "ana rahminde çocuk"la temsilleşiyor. ARŞ, her şeyi kaplamıştır, onda HÜKÜM ve KUDRET'i tecelli eden de RAHMAN; âlemde Rahmet, Allah'ın RAHMAN ismiyle yayılır… Kur'ân'daki RAHMAN SÛRESİ'ne "Arus-ul Kur'ân" denmesinden bahis için vesileye de ermiş oluyorum; o, bütün Sûreleri kuşatıcı mânâsına, "Kur'ân'ın Gelini" diye anılan… Ve RAHMAN SÛRESİ'nin 19-20. âyetleri, BERZAH ile ilgili olan.): 106.
HABLULLAH: Allah'ın ipi: 106.
Münhebit: Yukarıdan aşağıya inen: 106.
Zahr: Kur'ân'ın lâfzı: 1105= 106.
Ulüvv: Büyüklük, yükseklik. Bir şeyin yukarısına çıkan: 106.
İstihdam: Hizmete almak, hizmet ettirmek. Birçok mânâsı olan bir kelimenin, her mânâsına muvafık kelâm söylemek: 1106.
Küfüv: Denk, eş, benzer, nazir, misil: 106.
Tesevvür: Kadının çok doğurucu olması: 1106.
Sahabe: Sahibler. Allah Resûlü'nü tanıyan ve temsil edenler: 106.
Süvüm: Üçüncü: 106.
Nihan: Gizli, saklı. Sır. Gayb örtüsü altında henüz mevcut olmayan. (Berzah işlerini hatırla.): 106.
Menie: ÖLÜM. (Bütün Dalların Birleştiği KÖK - BERZAH isimli eserimin alt başlığı): 106.
Kah: SULTAN: 106.

*

UD-U HİNDÎ: Kust otu çeşitlerinden biri: 150.
Mehdî Muhammed: 151= 150.

*

RÎH: RUH. RÜZGÂR. RAHMET. DEVLET. KOKU. GÜZEL KOKU. GALEBE, KUVVET: 218.
Cirye: Suyun akması ve şırıldaması. Cereyan. (Nehir'in, RUH'a mecaz oluşunu hatırlamalı… Nehr: Nehir. Bolluk. Genişlik… Nehr: Boğazlamak, kesmek… NEFS, bir yönüyle RUH'tan bedene tevdi edilen bir lâtife, diğer yönüyle bedene âit bir lâtifedir. Ruh'un bedenle birleşmesinden sonra onunla alış-verişinde görünen ŞUUR'a atfettiğimiz NEFS-BENLİĞİMİZ, Şuur'un iki kutbu hâlinde "ruh ve beden", "ruh ve nefs", "ruh ve akıl"ın, "varlık ve yokluk"un temsilcisidir… Nehr'in, ruh mânâsından başka "boğazlamak" anlamı, canlı bedende hem "hayat" ve hem de "beden" mânâsına bakan KAN'ın dökülmesidir ki, mecazî bir bakışta RUH'un nefse galebesi, nefsin terbiye ve tezkiyesi mânâsına gelir… Tıb': NEHİR… Tıb': GÖLGE. Asılla var olan… Tıbb: İRADE. Tabiblik… Tîb: Güzel koku. Kokusu için sürülen şey.): 218.
RABITA: (1 ekle): Bağlayan. Münasebet. (Muavizat: 217: Rüyâ): 218.
 

KADIN: NEFS

 
Levha: (…) Mart 1984… Üstadım, önünde duran henüz bitmemiş bir hikâyesinin veya hikâyemin altına bir çarpı koyuyor ve "hikâyede kadın" meselesine temas edilmesinin gereğini işaret kasdıyla, KADIN diyor… Bunu söylerken, içten bir şevk ve muzib bir ifâdeyle gülümsemeli bir hâli var!.. 
KADIN: (İNSAN'ın her iki cinsinin de, "tesir edici eser" hüviyetiyle NEFSİ, enfüsî… Zevc + zevce: 37: Ezel-Başlangıcı olmayan zaman: Ezell-Yavru için kurtla sırtlanın birleşmesi… Kurt + Kassah, sırtlan: 875= 1874: Eskişehir + Bursa: FİKİR KAHRAMANI + KUST: İBDA'-Birisine, KÂR'ı kendisine âit olmak üzere SERMAYE vermek-Allah'ın VAHHAB olarak yarattığı İNSAN'ın keyfiyeti, ruh ve dünya unsurlarından olarak, Müessir ve Eser arası, bu… Abdülhakîm Koltuğu'nun yan mermerlerindeki yazı: Bursa-Eskişehir.): 154.
MEHDÎ MUHAMMED: 154.

*

NİSA: Kadınlar. Kur'ân'ın 4. Sûresi'nin ismi. (TALÂK Sûresi'ne, Kısa NİSA Sûresi de denir.): 112.
Hümayun: Padişah'a âit. Mübarek. Âlî. Kuvvetli. (Ahil: Erkeği olmayan kadın. Fevkinde kimse olmayan yüksek padişah.): 112.
Hadîs-i Şerif: (Allah Sevgilisi'ne, Allah'ın VAHY dışında bildirdikleri ve öğrettikleri söz ve davranışları.): 1112.
Abâdile: Abdullah -Allah'ın KULU- isimliler: 112.
Hilâfet: Evvelkinin yerine geçen. Allah'ın VAHHAB ismiyle tecelli eden mânâsı: "İnsan, Allah'ın mahlûklarına kendisiyle nazar ettiği Allah katında bakan gözbebeği gibidir.): 1112.
Salih İzzet Erdiş: 1112.

*

Hikâye: Olmuş veya hayâlî bir hâdiseyi, edebî bir tür tertibi ile anlatmak. Olmuş bir hâdiseyi anlatmak, nakletmek. (Engare: Roman, hikâye, efsane. Eksik kalan iş… Engar: Zan, tasavvur. Devamlı, ihtimâllere açık.): 44.
Dem: Kan. (Tedaî: HAYAT sıfatı suya işledi. "Kırmızı"-ilim, kudret, basiret, feraset… ASAB: Sinir. Damar.): 44.
Dem: Nefes. Ağız. Nazar-bakış-idrak. Ân. Vakit. Zaman. Saat. KOKU. Kibir, gurur: 44.
Dil: Lûgat. Lisan, zeban. Tad alma ve konuşma uzvu. (GUSTO): 44.
Adam: İnsan. Erkek kişi: 45= 1044.
Âdem: İlk İnsan ve ilk Peygamber: 45= 1044.
Himm: Suyu çok olan deniz. (Müridd: Suyu çok olan deniz… Mürid: İrade eden.): 45= 1044.
İlhad: Dinden dönmek. (Din, "yol" demektir. Bu çerçevede, meselâ "bâtın yoluna girdi" derken, yahud hâlden hâle geçiş şeklinde, evvelki hâlin yenisine nisbetle "örtülü" demek - küfrün de "örtmek" demek olmasına nazaran nasıl "hep yeniden İslâm olmak"dan bahsediyorsak, bu mânâlar içinde "dinden dönmek", malûm mânâda "din"den çıkmak anlamına gelmez. KAFİR kelimesinin "büyüklenmek, kibir" mânâları, nasıl ki İslâm dışı olanların Allah'a ortak kılıcı hâllerine kullanılıyorsa, buna mukabil şahsında tecelli eden mânânın azametinden kendisine karşı naz ve tenezzülsüz gördüğü şeyhini aşkını gösterici yakınma ile "kâfir ve zâlim" bir sevgili olarak tasvir eden Divan şâirinin kasdının ne olduğunun anlaşılması gibi… "Dinden dönmek" tâbiri, malûm mânâdaki dinlerden dönmek mânâsına, çeşitli kelimelerde, değişik mânâlarıyla geçtiği gibi, doğrudan bir terkibî ifâdede o mânâdaki kelimeleri hatırlatabilir. Biz bu izâhları, "ilhad" kelimesine yakıştırdığımız için değil, ebced tevafuku ile meydana gelen mânâlar çerçevesindeki ilgi imkânını vermesinden dolayı kullandık… KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN… Hem "Kaptan Kusto" isimli seyyahın "Müslüman" olması mânâsına eski dininden dönmesi kasdını, hem bahsini ettiğimiz mecazî mânâyı gösterir, hem de yine bahsini ettiğim gerçek mânâyı. Birincide, ebced tevafuku ile DERVİŞ MUHAMMED ve KAPTAN MİRZABEYOĞLU, ikincide "kabul" mânâsına KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN, -hani büyüklerin nefs mânâsına "zünnarını çöz!" dedikleri durum-, üçüncüde, ikinci mânâyı da içine alacak şekilde, MİRZABEYOĞLU MÜSLÜMAN veya "İsram-DERVİŞ" MÜSLÜMAN… Başka bir misâl: Kaptan Cousteau Müslüman… Kusto'nun Fransızca yazılışına nisbetle ebcedi: 478= 1477: İZZET: Mucîz Necib Fazıl Kısakürek: Mehdî Necib Fazıl Kısakürek… Mucîz: İcazet veren: 60: SİN.): 44.

*

Zevce: Kadın eş. Nikâhlı kadın: 21.
Rahman Sûresi, 19. âyet: 2021.
TÎB: Güzel koku. (Hadîs: Bana dünyadan üç şey sevdirildi - Kadın, güzel koku ve namaz.): 21.
Vîn: Siyah üzüm. İRADE. (Nefsin hedefe, münfail surette yönelmesi, veya ruhî kutbuyla kilitlenmesi.): 21.
Yadbüd: Hafıza kuvveti. (Suret ve mânâ suretlerinin hıfzı ve hayâl etmeyle canlanabildiğince var kuvvet.): 21.
Hıyat: Terzilik. Parçaları İP ile birleştiren. (Hayat. Ruh-akıl. Ölüm… Hayyat: Yılanlar. Her sene deri değiştiren.): 21.
Haca: Akıllı. Haris olmak: 21.
İhya: Uyandırmak. Diriltmek. Canlandırmak. Yenilemek. Tecdid: 21.

*

Bahile: Dul kadın. (Ahil: Erkeği olmayan kadın. Fevkinde kimse olmayan yüksek hükümdar.): 43.
Cem: HÜKÜM-DAR. Melik.Hazret-i Süleyman'ın nâmı: 43.
Lüccî: Büyük deniz. (Kamus-Büyük ve derin deniz. Lûgat. İlim. Kâinat nizâmı.): 43.
Cüllâ: Büyük emir: 43.
Mütesakkıb: Ortası delik olan. (Sır. Bir hududu aşmak… Farz: Bir kimseyi bir vazifeye tâyin etmek. Bir şeyi delmek, gedik açmak. Hududu geçmek. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken, başkasına hibe ettiği muayyen şey; bu, borca benzemez. Meselâ Allah'ın kendine âit sıfatları ile kuluna ihsanı olan ledünnî mahiyetteki işler gibi. Allah'ın Rahîm sıfatı ile kendi nefsine vacib kıldığı, kulun ameli karşılığı nail olduğu ihsanlar. Kulun yapması mecburî olan mükellefiyetlerinde de, -meselâ NAMAZ; bir yönü Allah'a âit-, bu "farz-delmek" mânâsını daha iyi anlıyoruz.): 43.
Celbûb: Sarmaşık bitkisi. (Piç-Bulut. Büklüm, kıvrım, dolaşık. "Kök, gövde, dal, yaprak, sürgün" düzenine uymayan, ağacın dibinden biten sürgün. Sarmaşık. Nikâhsız çocuk, aslı "ne?" netice… Sarmaşık, aşk ve iradenin, sebeb hakkında her teşhisi tecride mevzu bir ufuk olan peşinde sürüklenişine remz kabul edilmiştir.): 43.
 

12 AYET'TEN BİRİ

 
Levha: 27 Nisan 1989… Rahmetli Said-i Nursî Hazretleri'ne âit, 12 sığır yavrusu ile ilgili bir yazı sözkonusu… 12 sığır yavrusundan birinin mucize beyanı olması… Ben o yazının dergiye girmesine, Ahmet Fıçıcı'nın Nurcu olmasından dolayı müsaade ediyorum… Bu arada Aziz Demirci'nin Nurcu olmasından dolayı o bahisle bir ilgisi varmış!..

*

Sığır yavrusu: 1700+289= 1989.
Hıfaz: Gayretlilik. Vefalılık: 989.
Mehdi Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 990= 1989.

*

Sığır Yavrusu: 1710+289= 1999.
Hazafir: Canibler. Bir kavmin ileri gelenleri. Hepsi: 999.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1000= 1999.

*

12 Sığır Yavrusundan Biri Mucize Beyânıdır: 2742.
İntisar: Yardım etmek. Hakkını tamamen almak. Öc ve intikam almak. (Yevmiye: Ben hakkımı alırım!): 742.
ŞAMAT: VÜCUTTAKİ BENLER. (Nişân: "Ben". Hindu: 411: Ayet-Sûre'de cümleler. Eser: HÜCCET.): 742.
Büzm: Kesin karar. Tahammül. Doğru rey: 742.

*

12 Sığır Yavrusundan Biri Mucize Beyanıdır: 2742= 744.
Muktedir: İşe güce yeten. (Esma-i Hüsna'dan, El-Muktedir: Dileğini yapmakta güçlü.): 744.
HALİFE - Salih Mirzabeyoğlu: 1743= 744.
Yaddaşt. (Hatırda tutulan) - Vahy: 744.
Hasal - Salih Mirzabeyoğlu: (Hasal: Ağacın dallarının yere değmesi. Ödül… Hasıl: Husule gelen… Hasil: Ot… Hasil: Sığır buzağısı.): 1743= 744.

*

Buzağı: 1020= 21.
Rahman Sûresi 20. âyet: (BERZAH ile ilgili.): 2021.

*

Yera: Sığır buzağısı: 211.
Müciznüma: Mucize gösteren: 211.
İrade: İstek, arzu. Emir, ferman. Kudret. (Mürid: İrâde eden. Tarikate mensub.): 211.
Bahîr: Yalancı. Kan. (Havva: Kadın-nefs, dünya.): 211.
Nu'man: 4 ayaklı hayvanlar. Hayvan kelimesi, HAYAT kelimesinden gelir. KAN. Bir lâle cinsi. EBU HANİFE Hazretleri'nin bir ismi: 211.
Perde: BERZAH: 211.
Cuhr: YER DELİĞİ. (Yeryüzü sırrı): 211.
Mustahlef: HALİFE: 211.
Darv: İlâç. (Kust-Suada ile.): 211.

*

TALAK: Boşamak. Boşanmak. Bağlı olan birşeyi çözmek. (Kur'ân'ın 65. Sûresi'nin ismidir ve 12 ÂYET'tir… KUST hakkındaki HADİSLER, bu Sûre'nin 4. âyeti ile birebir ilgilidir… TALÂK Sûresi, 4. âyet: 9281: NAKA-İ SALİH… Salih Aleyhisselâm'ın, HÜCCET olarak kavmine gösterdiği MUCİZE: Kayanın yarılarak, YAVRU bir devenin çıkması.): 140.
Nass: Kur'ân âyetleri. Kat'ilik, kesinlik: 140.
Müselli: Yarış atlarının üçüncüsü. (Üçüncü Kusto): 140.
Mehd(î) Muhammed: 141= 140.
Asi: Uygun, elverişli. (Asi: Hekim, doktor.): 140.
Kelif: Haris kimse. (Kelef-Yüzdeki ben. Şiddetli sevgi: 130: Ayn-Göz. İdrak. Casus: Kefel-Ard. Son. DELİK: Na'y-Ölüm haberi getirmek.): 140.

*

Güşadname: Boşanma kâğıdı. Padişah fermanı: 421.
Ebcediyyat: Ebcedler. Ebced hesabları ile hasıl olan neticeler. Temel, asıl meseleler: 421.
HÜVİYYET: Asıl. Mahiyet. Birisinin kimliği, kökü, esası, kim olduğu. Allah'ın Varlık sıfatı: 421.
Tecdid: Yenileme. Yenilenme. İhya: 421.
Hücciyet: Delil sayılma: 421.
Tedavî: İLAÇ verme: 421.
 

ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU -
DEĞERİ VE PAHASI
 

Erike: TAHT. Koltuk. (Hükümdar koltuğu. Gelecek olanın içyüzü. Bir şeyi gizlemek. İç. Alt. Gaye. Niyet. Vicdan. Konuşan, muhatab ve gaibe delâlet eden rumuz harfleri.): 236.
Nusus: NASS'lar: 236.
Güzir: Derman, çare, deva: 236.
Rekîz: Gizli, gömülü define. Sağlam: 237= 1236.
TALÂKNÂME: Boşanma kâğıdı. (Talâk Sûresi hatırlanmalı.): 236.

*

Mehdî Muhammed - Fezz: (Elyevm-Bugün. Halâ. Devam eden. "Ben": 87: Fezz-Buzağı. Bir kimsenin yalnız kendi başına olması. Geri dönmek; "namazda secde hareketi"): 238.
Mehdî Muhammed - Cedef: (Kabir. Yemen diyarında yetişir bir ot ki, suya ihtiyaç duymaz-Cedef: 87: Mahtum-Kilitlenmiş. Mühürlenmiş. Sır. Bağlanmış.): 238.
Mehdî Muhammed - Üveysi: (Sevdiği ve bağlı olduğu zâtı görmeden feyz alma usulü-Üveysi: 87: Fertut-PÎR: MÜBHEM-Sır: Ficac-İki dağ arasında geniş yol.): 238.
Mehdî Muhammed - Sekebe: (Güzel kokulu bir ağaç-Sekebe: 87: Bedayi'-Yeni ihdas olunmuş, görülmemiş şeyler.): 238.
Mehdî Muhammed-İZZÎ. (Tahammüllü, sabırlı kimse.): 238.
Habibullah - Mehdî Muhammed: 239= 1238.
Seyyid Taha - Mehdî Muhammed: 239= 1238.

*

ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU: 832.
Habibullah - Fatımat-üz Zehra: (Hadîs: "Fatıma, benden bir parçadır!"… Hazret-i Ali: "Parça bütünün habercisidir!"… Yevmiye: Bazı teferruat vardır ki, bütünü gösterir. Bu bakımdan, hakikati ihlâs ile yaşayanda ihmâle gelmez.): 832.
Fatımat-üz Zehra - Seyyid Taha: (Hüseynî Seyyidler'den gelen Abdülhakîm Arvasî Hazretleri'nin Şeyhi'nin Şeyhi olan ve "Şeyh Büzürg" lâkablı Seyyid Taha Hazretleri… Büzürg: Kebîr, azîm, büyük, ulu. Reis, baş, başkan, kaptan.): 832.
Abdülhakîm. (Büyük ebced) - Abkarî: (Kâmil. Bir kavmin Seyyidi. Vâridatın geldiği-Abkarî: 382: İşmam-Hissettirmek, koklatmak: Eşya'-Bölükler, tabakalar, cinsler. Cemaatler. Yardımcılar.): 832.
Abdülhakîm. (Büyük ebced) - İztizkâr. (hatıra getirme.): 1832.
Salih Mirzabeyoğlu - Meşam: (Koku alma. Burun-Meşâm: 381: Mirkam-Kalem): 832.
Abdülhakîm. (Büyük ebced) - Mehdî Mirzabeyoğlu: 1832.

*

Fatımat-üz Zehra: Allah Resûlü ile Hazret-i Hatice'nin kızı, Hz. Ali'nin zevcesi, Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in annesi: 755.
Zihin: Anlama, bilme, hatırlama kuvveti, istidadı. Şuur. (Müessirin-Faal'in, münfail sıfatta, zamana göre mekân gibi, işleyici ve işletici göründüğü istidad; tesir edici eser.): 755.
Zehen: Akıllılık. Hıfz. Kuvvet: 755.
Muhallefe: Ölen adamın dul kalan karısı. (Betil: Ağacın gövdesinden veya ana ağaçtan ayrılıp başka KÖK salan fidan.): 755.
Muhazah: Mukabele olmak. Karşılık olmak. Halef olmak: 755.
DAŞTEN: Tutmak, elde etmek, mâlik olmak. Zabtetmek. Görüp gözetmek: 755.
Münaseha: Tebdil etmek. Bir şeyi diğerine nakletmek. Varisin, kendisine bırakılan malı alamadan ölmesi.): 755.
Maziye: Şarab-ruh. Beyaz iyi bal. Beyaz, ince ve yumuşak gömlek. (Akbel: Kabiliyetli kimse. En çok beğenilen… Havv: Bal, asel: 606: Salih İzzet: Kurkur-Büyük gemi: Tare-Defa, kerre: Vitr-Tek olan şey… Havva anamız, anasız ve babasız olarak, Adem Aleyhisselâm'dan yaratıldı… Beyaz gömlek: Hayat sıfatı.): 755.
Tenaşüd: Birbirine şiir okuma: 755.

*

YAD-I DAŞT: Hatırda tutulan şey. Hatıra. (İmam-ı Rabbanî Hazretleri, zikir ve huzurun kalbe yerleşmesine "Yad-ı Daşt" buyuruyor ki, VELED-İ KALB hasıl olduktan sonraki hâldir. Yine o: İsimler, şuun-işler ve itibarlar araya girmeksizin hâsıl olan Allah'ın Zâtî tecellisidir, daimdir.): 720.
TAGÎ SAGİR: (Rahman Sûresi 20. ayet: 2020: Tagî-Ledünnî… Sagir: Büluğa ermemiş çocuk: 1300: Fikr… Sagr: SAHİL ŞEHRİ… Şehr: Zahir olma. Süryanice'de suyun ismi.): 2720.
Teşhiye: "Gönlün ne isterse sana vereyim" demek: 720.
HALİFE: Evvelkinin yerine geçen. İNSAN: 720.
Zebih: Kesilmiş, boğazlanmış: 720.
Hani': Karısını boşamış koca veya kocasını boşamış kadın. (Hanî: Hanlığa mensub.): 721= 1720.
Kers: Kadının hayız görmesi: 720.

*

Betül: Hazret-i Meryem ve Hazret-i Fatımatüzzehra'nın arî mânâsına vasıfları: 438.
Leht: Bir bütünün cüz'ü, parçası: 438.
İlticac: Karışık olma, karışma: 438.
Hillet: Bir yere konup istirahat eden cemaat. YORGUNLUK. (KUSTO: Topalak otu. Yorgunluk. Mağrur. Sahil-Fikir adamı. Miltat-Evveli bilinmeyen hâl.): 438.
Halet: Suret. Hâl. Keyfiyet: 439= 1438.
İltiva: Burulmak. Kıvrılmak. Sarılıp birbirine dolaşmak. Dalgalanma. Nehrin dolaşıklı bir yatağı olması. Kavis: 439= 1438.

*

LAHUT: İlâhî âlem. Uluhîyet âlemi. Ruhanî, manevî âlem: 442= 1441.
BETİL: Hazret-i Meryem'in bir lâkabı. Salkımları sarkmış AĞAÇ-ŞECER. Nehirlerdeki akıntılar. Ağacın gövdesinden veya ana ağaçtan ayrılıp ayrı KÖK salan fidan: 442= 1441.
Mürtaz: Perhizkâr. (Mürteza: Beğenilmiş, seçilmiş. Hazret-i Ali'nin bir lâkabı… Himyerî: Hazret-i Belkıs'ın babasının, Yemen'de mensub olduğu bir kabile. Perhizkâr. Temiz.): 1441.
Kısakürek: 441.
Salih Mirzabeyoğlu: 1441.
Mie(t): Yüz sayısı: (Gusto: 101= 1100: Semm-Delik.): 442= 441.

*

FATM-Kesmek: 129: Salih… Salm-Kesmek: 160: Sa'-Vakitler, saatler, zamanlar: 161= 1160: Mani'-Geri bırakan. Engel. Özür. Perde: Seffak-KAN döken. Kan dökücü. Mecazî olarak, sırtlan… Ben kimim?: 162= 1161: İNSAN. Nisyan-Unutmak: Men'a-Ölüm haberi… Yevmiye: "Ölüm, kendini akla yokluk şeklinde ifâde eder!"… Ölmeden ölenler: "Kişi mevzuunu bulamaz ki ben desin!"… Kısakürek: 441: Mate-Öldü… Betl-Kesmek, katetmek: 432: Kaside-i Ercuze. (Hazret-i Ali'nin bahr-i recez vezni üzerine yazılan ve istikbâlden haber veren meşhur kasidesi.): Bedihiyyat-Delil ve isbatına lüzum olmayan apaçık şeyler, bedahetler: Salih Mirzabeyoğlu: Ketîb-Terzi: Furkan-Hak ile bâtılı ayıran… BETLE-Kesilmiş, maktu, değeri ve pahası biçilmiş: 832: ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU… Hulule-Ahil (Dostluk) + Seffak (Kan dökücü): 832: Hulule (Dostluk) + Sirayet… Salih İzzet Erdiş + Seffah. (Cömert, eliaçık. GÜZEL KONUŞAN, HATİB. Kan dökücü-ÜSTADIM'ın vasıfları): 832: Habnadide (Çocuk) + Talik. (Serbest bırakılan esir)… MEHDÎ MUHAMMED: 151= 1150: KAN.

*

Cebrail: Allah'ın emirlerini Peygamberlere bildiren büyük melek: 246.
Ma'sum: Suçsuz, günahsız. (Hazret-i Meryem ve Hazret-i Aişe anamızın vasıfları.): 246.
(Hazret-i) Hasan - (Hazret-i Hüseyin): 246.
Damar: Kanın aktığı kanallar. İstidad, huy, tabiat. Mermer ve benzeri şeylerdeki dalgalı çizgiler: 246.
Maklu': Sökülmüş, kökünden koparılmış. (Hangi ırktan olursa olsun, hangi aile ve sülâleden, Allah'ın veli kulları, Allah Resûlü'nün Ehl-i Beyti'dir.): 246.
Mevr: Başka tesirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak. Suyun yeryüzüne yayılması. Toz, gubar. Rücu etmek, döndürmek: 246.
Rum: Rum diyarının, Selçuklu ve Osmanlı ile Anadolu olması. (SAKAR'ya şiirinden: Sakarya, saf çocuğu masum Anadolu'nun…): 246.
Emere: Çölde yolu gösteren taştan nişânlar: 246.
Taylar: (Hayyal: Atlılar grubu… Hayyale: Fikir adamı… Sahil: At kişnemesi. Kusto… Talâk: Atın sıçrayarak kalkması… Feres: At, kısrak… Feris: Çember… Firas: Çok fazla kırmızı nesne.): 246.
Merv: Bir cins güzel koku. (Savlec: Misk. Gümüş: 129: Salih: Lâtif.): 246.


Baran Dergisi 234. Sayı