AKDENİZ Ülkeleri’nde olup bitenler… Hâdiseleri satıhtan kuru haberler hâlinde dinliyoruz. Hele ben. Bu da tam değil. Malûm hâlim. Fakat önemli bir mesele var, her meselenin başı: Mücerret bir TAVIR-DURUŞ meselesi. O oldu mu, yanlışlıkları da doğruya tahvil mümkün; o olmadı mı, zaten bütün işler lây lây lom. Dünya’ya gelmiş hiç kimse zaten hiçbir şey yapmamış değil ki. Kuru gürültüleri boşver. Bu, açlıktan bahsedilen bir yerde, ne yediğini bilmeksizin atıştıran adama bakıp, “yediğine göre aç değil!” demeye benzer; gözlerin sağlamsa yakından bak, görürsün ne yediğini… GÖZ: İDRAK… Kime ve neye göre, ANLAYIŞ yerinde mi? TAVIR-DURUŞ hakkında bu kısa izahta, hem her kesim, hem de bizim için “olması gereken”in ne olduğu açık; ANADOLUCULUK bahsinin TARİH faslı cümlesinden TANZİMAT ile ilgilenirken bu meselenin onunla alâkasını görmüş olarak temas ihtiyacı duymuş olmam da, söylemem gereken… Bu girişten sonra, PROFESÖR Anıl Çeçen’den noktalamalarla: Bugünkü FRANSA Cumhurbaşkanı SARKOZY’nin, babası MACAR Yahudisi, annesi ise SELANİK Sebatayı’dır… A.B.D. güdümündeki “Yeni Dünya Düzeni” AVRUPA Birliği’ni teslim alınca, yeni AVRUPA Anayasası ona uygun bir çizgide hazırlanmıştı. Zaman içinde AVRUPA Birliği adı altında eriyecek bir FRANSA demek olan bu Anayasa’ya, hem FRANSIZ devleti, hem de milleti, karşı çıkmışlardı. DÜNYA Düzeni sürecinin tavsamasına sebeb olan bu durum karşısında Uluslararası Siyonist lobilerin desteği ile, SARKOZY başa getirildi. AVRUPA Birliği projesi içine alınan AKDENİZ Birliği (Avrupa’nın terliği) projesi amacında FRANSA daha çok A.B.D. ve İSRAİL’e yakın politikalar takib etmiştir… AVRUPA Birliği çıkmaza girerken gündeme gelen FRANSA’nın AKDENİZ Birliği’ne açılımına karşı, ALMANYA yeniden OSTPOLİTİK adı verilen Doğu politikasına yönelmiş, yeni PRUSYA-RUSYA ittifakı gelecekte KUZEY Birliği’ni oluşturacak biçimde proje hazırlamıştır. A.B.D. böyle bir birliği önlemek üzere, FÜZE Kalkanı sistemini geliştirerek POLONYA ve ÇEK topraklarında bu meseleyi öne çıkarmıştır. Bunun üzerine RUSYA, bu füzelerin NATO ülkesi olan Türkiye’ye kaydırılmasını… TÜRKİYE, AVRUPA BİRLİĞİ’nin devre dışı kaldığı böyle bir dönemde, FÜZE Kalkanı ve AKDENİZ Birliği arasında sıkışmış ve baskılar arasında… FRANSA Cumhurbaşkanı TÜRKİYE’yi AVRUPA’nın dışında tutarken, ALMANYA Başbakanı da KIBRIS’ı AVRUPA’nın dışında tutmaya dikkat etmiştir. KIBRIS Rum Yönetimi’nin üye yapılarak AVRUPA Birliği işlerinde REY sahibi olmasının çok büyük bir hata olduğunu yine ALMANYA Başbakanı bir konuşmasında söylemiştir. (Söylenen sadece bu değildir. Nasıl olsa AVRUPA Birliği, Avrupa heveskârı olan TÜRKİYE’nin ona bağımlılığı peşin, ÖZEL Statü ile devam ettirilebilir, TELEVİZYON’da alenî bir şekilde ALMANYA’nın FRANSIZ - veya FRANSA’nın ALMANYA Başbakanı’na söylediği söz: “Şimdi sıra sizde, girmesini siz isteyin!”… TÜRKİYE’nin tam üye olmasını, biri isterken diğeri istemiyor, sonra istemeyen isterken, isteyen istemiyor: Çocuk avutur gibi!)… SARKOZY, Fransız politikasını İSRAİL çıkarları doğrultusuna kaydırmıştır… Kısa tarihçe: OSMANLI İmparatorluğu’nun çöküşü üzerine ORTADOĞU’ya gelen YAHUDİLER, İNGİLİZ hegemonyası altındaki bölgede güçlerini arttırmışlardır. İKİNCİ Dünya Savaşı’ndan yararlanarak devletlerini kurmuşlar ve A.B.D.’nin gücünden yararlanarak ORTADOĞU’da güçlerini arttırmışlardır. Bugün A.B.D.’nin onbinlerce kilometre öteden gelerek IRAK ve bölge ülkelerine saldırmasının ana sebebi, İSRAİL’in güvenliği ve dünyanın MERKEZÎ bölgesine hâkim olma arzusudur. Çeşitli sebeplerle IRAK’tan askerlerini çekme safhasında, İSRAİL’i koruyacak güç kalmamakta, bu yüzden de TÜRKİYE’yi aynı amaçla IRAK’a sokmayı istemekte… TÜRKİYE’nin isteksizliği üzerine, SARKOZY’nin İSRAİL’i ORTADOĞU’da yalnızlıktan kurtarmak üzere AKDENİZ Birliği teklifi, dünya gündeminde. (2008’de yapılan bu tesbitler, 2011’in şu günlerinde icra olarak ortada. “DEMOKRATİK isterik!”… Ama LAİK’inden olsun!)… Tam bu safhada FRANSA, KIBRIS’tan askerî üs istemiştir. Eski bir İNGİLİZ sömürgesi olan KIBRIS adasında İNGİLİZ üssü dururken, bu üsleri A.B.D. ve İSRAİL hâliyle kendi çıkarları doğrultusunda kullanırken, ORTADOĞU hegemonya mücadelesinde FRANSA da yeniden devreye girmektedir. OSMANLI İmparatorluğu’nun son dönemlerinde İNGİLTERE ile beraber ORTADOĞU’ya gelen FRANSA, bugünkü merkezî bölge haritasını çizerken, burayı İNGİLTERE ile paylaşmıştır. Sonrası malûm: SURİYE ile LÜBNAN’dan çekilmesi… İSRAİL’i çevreleyen ülkeler arasında onu en çok üzen bu iki ülkenin ona ciddi tehlike arzetmesi üzerine, FRANSA’nın yeniden devreye sokulması - BATI gücünü temsilen… İSRAİL’in, FRANSA’nın Kıbrıs’ta üs edinme isteğine desteği… Malûm FİLİSTİN meselesi… Vesaire vesaire… Şu tesbitteki isabete bakın: Dünya’nın geleceğinde bir AVRUPA Birliği veya ORTADOĞU Birliği gibi mahallî birlikler değil, (Roma şehri ailelerinin saltanatını andırır), tıpkı ROMA İmparatorluğu döneminde olduğu gibi bir AKDENİZ Birliği yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Fransa, Siyonist lobilerin desteği ile böylesine bir birlikteliğe soyunurken, İSRAİL’i kendisine baş ortak seçmekte, TÜRKİYE ve KIBRIS’ı, AVRUPA Birliği’nin müstakbel adayları durumuna getirmektedir. (Girse bile, ama çöpçü, ama bekçi gibi.)… NETİCE: Günlük politikalar içinde, o gitti bu geldi, şartlar değişir. TARİH’İ derinlikte olanlar daha sağlam dayanaklar olarak, sıhhatli düşünce ve politika üretmeye yarar. Elbette bunlar da mutlak bir mânâ ifâde etmezler. Ama “bana bünyeni, kim olduğunu anlat!” meselesi, takındığın her tavır ve duruşta çerçöp ve günübirlik meseleleri aşan, kâr ve zararını gösterici bir değişmezdir: SEN KİMSİN?.. Bir not: Aşağıdaki başlık altında sebebi görüleceği üzere, İSRAİL Devleti yerine, adının YAHUDİ Devleti olmasını tercih ederdik.

*

BİR İKAZ: Yahudi Devleti’nin FİLİSTİN üzerindeki hukuk tanımazlığı ve Filistinliler üzerinde zulmünü son bir senedir taşkın bir şekilde kınarken, TUNUS’tan MISIR’a ve SURİYE’ye AKDENİZ Ülkeleri’nde olanları topluca gözden uzak tutmamak ve “Merkez kim?” sorusu içinde İSRAİL’i gözden kaçırmamak lâzım. Uyutuluyor olmayalım. Hareket olan yerde bereket vardır - ama MÜSLÜMANLAR’ın o berekete lâyık olmaları lâzım ki, iş bir zulümden şikâyet ederken başka bir sağlam boyunduruğa girmek olmasın.

–KAVGAM’DAN BİR TAHLİL–

AKDENİZ BİRLİĞİ DE İÇİNDE

ÜSTADIM: Yahudi, tarihte KAVİMLERİN EN İSTİDATLISI ve kol kol Peygamber halkasına çerçevelik etmiş olan İSRAİL OĞULLARI’nı değil, bu asil soy içinde apayrı ve hain bir şubeyi temsil eder. Yahudi, İSRAİL OĞULLARI’na yataklık eden mücerret ruhun içinde, tamamıyla ters tarafından tecelli edici bir küfür nefsaniyetinin şubesi olarak gitgide dölleşmiş, İSRAİL OĞULLARINI SİLİP SÜPÜRMÜŞ ve insanlığın damarlarına mikrob gibi yerleşmiş bir hıyanet nesli… O, uyuşabildiği milletleri kendi kültürleri içinden vurur; ve böylece fikirde, ilimde, fende, iktisatta baş noktaları tutarken, topyekûn insanlığa, bir zamanlar BABİL Tiranları’nın efsanelik zulmünü “hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik” tekerlemesi ve maskesi altında tatbik eder ve ettirir. (…) KANUNÎ ile hulûlden başlayarak OSMANLI alçalma tarihini açan YAHUDİ… Kanunî’nin oğlu SARI Selim’in karısı NÛRBÂNU Sultan’dan itibaren saray haremine giren ve bu haremi Devlet idaresine musallat eden YAHUDİ… Züyuf AKÇE kahramanı ve OSMANLI malî gücünün kemiricisi, Yahudi… SAHTE Kahramanların ve MASON büyüklerinin (1, 2, 3, 4) numaralı kayıtlarına malik MUSTAFA Reşid Paşa, ÂLİ Paşa, FUAD Paşa ve MİDHAT Paşa’nın arkasında TANZİMAT isimli felâket çığırını açan YAHUDİ… İTTİHAD ve TERAKKİ çetesi kulaklarıyla ABDÜLHAMÎD HAN’ı tahtından al-aşağı ederek koca İMPARATORLUK’u tasfiye masasına yatıran Yahudi… Her zaman olduğu gibi, birdenbire göz plânında olmadığı işlerin arkasında da, bugün insanlığın en büyük belâsı olmakta devam ve belki de bu belânın zirve noktasını teşkil etmektedir. Üçüncü dünya harbi, onun yüzünden çıkabilir. Etrafını çeviren ARAB çemberinin kıstırıp boğamadığı YAHUDİ, bir nevi PETROL gözcüsü ve strateji nöbetçisi olarak ARAB ve İSLÂM ağacının gövdesine kakılmış madenî bir kazıktır; ve KIBRIS isimli “batmaz uçak gemisi”nin vereceği işaretle BAKÜ’den LİBYA’ya kadar bütün PETROL sahasının havadan kontrolünü sağlamak ve hususiyle RUSYA’yı en hassas yerinden vurdurmak avantajındadır. Bu davanın küçük kurmay heyeti İSRAİL’de, büyüğü de AMERİKA’dadır. Belânın çaresini ARAB ve İSLÂM dünyasının önüne düşerek veya bu dünyayı peşimize takarak aramak, ona göre aktif ve şahsiyetli bir politika takib etmek ve bu arayıcılığın yeni idare ve rejimini getirmek, vücut hikmetimizin başı olmalıdır… TARİH’te Yahudi’yi korkutan tek mânâ İSLÂMİYET olmuş, şahıslar da İKİNCİ Abdülhamîd ve HİTLER’den ibaret kalmıştır. İKİNCİ Abdülhamîd, şiddetten nefret eder melek hilkatli bir Hükümdar, HİTLER ise sadece gözükara, deli mizaçlı bir hesabsız olduğu için muvaffak olamadı. İSLÂMİYET ise şahıslardan münezzeh bir sonsuzluk davası olduğuna göre, YAHUDİ’nin en medeni şekilde tasfiyesini ona ve onun hız verdiği ruhlara ısmarlamak lâzımdır. Bugün ruhî, ahlâkî, siyasî, idarî, iktisadî, harsî-kültürel buhranımızın köklerinde YAHUDİ mikrobundan başka bir şey aramamak gerektiği şuuru altında, İSLÂM Dünyası, hiç olmazsa kendi içinden ve emperyalizma yolu ve petrol kaynakları sahasında Yahudi’yi tasfiye edici bir plân üzerinde birleşmek zorundadır. (Bu yazının yazıldığı tarih: 1980: TEŞRİ’-Yolu açık ve vazıh kılma. ŞERİAT’e isnad ve nisbet eylemek.)

ŞERİAT - YOL HARİTASI

ŞERİAT: Dini hükümlerin hey’eti umumisi: (SIRRIN her çeşidinin hakikatiyle kendine nisbet bulunduğu VAHDET.): 980.

Sıftit: Kavi, kuvvetli, iri yarı, cesim. EBEDD. “Nefs”. (KÜLLÎ insan, hakikati itibariyle KUR’AN’dır. KUR’AN, Allah Sevgilisi’nin nefsidir. KADER bahsinden bunu anlayabiliriz; o, bütün olacak olanların PEŞİN hükümleri mecmuudur. Bu mânâ çerçevesinde, KUR’AN, Kadir Gecesi indirilmiş, O nefste peyderpey birlenerek görünmüştür. Bir erzak deposundan ihtiyaç duyulana nisbetle cevab olan hususun sunulması gibi, KALB’te tecelli etmiş olanın görünüre inmesi - mesele budur. Nasıl ki kulakla burun istihkakı başka, bir olan HAKK’ın Rabb-besleyici olarak her menzilde tecellisi ayrıdır; bu mânâda O’nun RAHÎM oluşunun hükmü de, MUNTAKİM-Öc alıcı hükmü gibi değildir. Hazret-i Aişe’den: “Allah Resûlü, KUR’AN ahlâkı ile ahlâklandığını buyurmuştur!”… O’nun nefsi ve KUR’ÂN’ın nefsi birdir. Cebrail Aleyhisselâm’ın, Allah’ın emri ile O’na kısım kısım indirdiği, “Allah’ın KUR’ÂN’ı O’na öğretmesi”, tebliğ yönüyle budur. Tebliğ, bilmeyene bir şey gelmesi gibi değildir; Allah’ın, NEFSİ’nden O’na hatırlattıklarıdır - bu bir KUR’ÂN hükmüdür, âyettir. Hadîsler ve Sünnetler de, O nefstendir; onlar hakkında “kuvvetli” ve “zayıf” nitelemeleri, HADİS’in Kur’ân’a nisbeti bakımından haysiyeti şeklinde değil, O’ndan sadır olup olmaması bakımındandır ki, bu husus birbirine karıştırılarak doğrudan HADÎS müessesesinin inkârına kadar gidilmiş, bunun da KUR’ÂN’ın inkârı mantığı olduğu anlaşılmamıştır. HADİS ve SÜNNETLER, O’nun Nefsi’nin Nefsinde olanı bilmesi cümlesindendir - âmel cümlesinden. KUR’AN, nur olmak bakımından kendi zatiyetini idrak etmez; Allah, idraki kime nasib ettiyse, onda görünür. O her kalbtedir; her nefs, tersinden veya düzünden onun isbatçısıdır. Hani, KÂFİR de, istese de istemese de Allah Resûlü’nün kadrosudur… Müminlerin KUR’ÂN’ı tilâveti, onun o nefste peyderpey görünüşü gibi, her seferinde yeniden ve ona mahsus yeni gibidir - nasibi ne ise. Bu mânâda, Allah Resûlü’nün nefsinin bilinişi ki, HAKK’ın bilinişi - ESKİMEZ ve PÖRSÜMEZ yeni. Her iş ve nakışta görünmesi gereken TEMEL mânâ bu… ANLADIN mı? Ne âlâ. Anladın mı? İhlâsını muhafaza et ve meselelerin meselenin istediği seviyeden konuşulması gerektiğini takdir ederek, yoldan çıkma. ASIL sağlam oldu mu, İhtilâflar RAHMET’tir; bu da, büyüklerin izine tâbi olmaktır, yarım akılla edeb dışı ahkâm kesmek değil. Sözlerimde bir kıymet buluyor musunuz? EDEBİMDENDİR. Hazret-i Ali Efendimiz’in buyurduğu: EDEB, hadlere riayettir. HADLER? İslâmî tefekkür mevzuunda, bu hususta en çok kalem oynatan galiba benim. Yol, ABDÜLHAKÎM yoludur; onu öğreten ÜSTADIM’a sonsuz RAHMET!): 980.

İSTİKBÂL İSLÂMINDIR: (Ebu Eyyüb-il Ensari: 411: Atî-İstikbâl. Fütüvvet: Teceddüt-Yenilenme. Sahabenin yankısı.): 980.

Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1980.

*

İSRAİL: Hazret-i YAKUB’un lâkabı. (Hazret-i Yakub’ta tecelli eden hikmet, RUHÎ… O’nun, evvelâ Allah’ın hiç karşılıksız doğrudan bahşı ile PEYGAMBER, Allah’ın VAHHAB isminden nasibli oluşundan sonra... RAHMAN'ın RAHİM'e, VEHBÎ’nin KESBİ’YE nisbeti gibi, RUH’a nisbetle RUHÎ… Neticede HERŞEY Allah’tan, ama herşey yerli yerince… Âyet meâli: “Allah indinde din İslâm’dır!”… Bu, tebliğ olunan DİN… Diğeri ise, bunun insan sayısınca hisse alınanı-zann… Allah Sevgilisi’ne, her türlü günahının affedileceği garantisinde olduğu hâlde niçin en çok tövbe ve ibadet eden olduğu sorulunca, “Rabbime ibadet eden kul olmayayım mı?” demiş… PEYGAMBERLER’de, VAHY olunanlar ve onu aynen uygulayanları, ZANN’ın dışında ona tam mutabıklardır; TEBLİĞ ettikleri NEFSLERİ’nin aynı; VAHY ile gelenin MÜBİN-Apaçık oluşundaki mânâ budur. Kâmil nefsler de bu mânâdan derecelerde… MUTLAK olarak Allah Sevgilisi’nde toplu bu hikmet, Peygamberlerden sonra hiç kimseye MUTLAK olarak izâfe edilemez… Demek ki RUHÎ hikmetin kendisinde tecelli ettiği YAKUB Aleyhisselâm’da, TEBLİĞ’den anlaşılan mânâsındaki “halk nezdinde onların her birine nisbetle bilinen din” hikmetinin MUTLAK mânâsıyla görünüşü sözkonusu; hani her Peygamber’de tecelli eden bir hikmet var ya… Demek ki, bir tebliğ edilen, diğeri de halk nezdinde –yâni âmelî olan– iki din sözkonusu ki, bu çerçevede ikincisine “onun kurduğu” tâbir ediliyor: “Allah indinde makbul olan”, tebliğ edilen… MAKBUL ve ALLAH İNDİNDE tâbirleri, yoruma muhtaç: Tebliğ olunanla nefsin uygunluğu nisbetince, MAKBUL ve ALLAH İNDİNDE’ye uygun oluşa dikkat… İki Peygamber arası dönemlerde, evvelki TEBLİĞ’den kalanlara veya ona uygun vazedilenlere uymak, Allah’ın beğendiğidir. Demek ki AMEL anlamındaki bu mânâ, rızaya uygun olmak bakımından-uygunluğunca, ALLAH indinde MAKBUL olana giriyor. Bu mesele, “Bir HADÎS bilmiş olan bütün HADÎSLERİ bilmiş gibidir!”, BATIN kahramanlarının Allah’tan VEHBÎ veya KESBÎ çalışma neticesi aldıklarını da izâh ediyor. HADÎS: “Ümmetimin âlimleri, Beni İSRAİL Peygamberleri gibidir!”… Tasavvufta, hususen İLM-İ LEDÜN bahsi hatırlanmalı: Allah’tan İLHAM’la alınanlar… En büyük ebcedle, ENE MEN?-Ben Kimim?: 524: HEME EZ OST-Herşey O’ndandır.): 303= 1302.

İKRA: “Oku” diye emretmek. Yakın gelmek. (Allah Sevgilisi’ne HİRA dağındaki MAĞARA’da ilk nazil olan âyet, ALÂK Sûresi’nin OKU emriyle başlayan ilk âyetidir… ALÂK: Sakız. Sünen, elâstikî. KAN-Bir işe sımsıkı yapışmak… RAHMAN Sûresi’nin 19-20. ayetlerini hatırla.): 303= 1302.

DERVİŞ MUHAMMED. (Noktasız): 302.

KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN. (Noktalı): (KİTABE-Mezartaşı yazısı. LEVHA hâlinde yazılan, manzum olmayan, nesir olarak levha yazma ilmi. Edebiyat nevi… KİTABE, umumiyetle kahramanlık hatıraları niyetine dikilen abidelerin, özlü ifâde edilmiş yazısı, bir sanat nevi… Yazılı tesbit edilip okunan HİTABE ile benzer yanı, öz olmak… Burada KİTABE’den bahis sebebi, ÜSTADIM’ın “reçete günlerinde” işin özünü gösterme babında eski Yunan’da ATİNA-Isparta savaşında, bir geçidi koruyan 40 Atinalı’nın ölümü, bu arada bir kişinin ATİNA’ya koşarak düşmanın gelişini haber verdiği hâdisenin hatırasına dikilen KİTABE’yi misâl vermesi: Bugün Olimpiyatlar’da başlayan MARATON yarışı da, o hâdiseden mülhem… Bulanık: Sanıyorum “KAPTAN Kusto Müslüman” yazısının, bahsi geçen mevzunun öz olarak belirtilmesi hususundaydı o misâl… MEVZU, Kaptan Kusto; başka birşey yok… Onun hitabe ile, LÜBB ortaklığı, hele bugün herhâlde izâh istemiyor: LÜBB oluşu… TAKDİM yazım olarak bulunuşu, hâlâ safha safha “ben kimim?” suâlinin cevabına âit oluşu.): 302.

MİRZABEYOĞLU: 1302.

RAHNÂME: Yol haritası: 302.

NE OLMALIYDI?

TARİH MUHASEBEMİZ (1839-1979)… Bu, sonu malûm, daha önce de yazdım, şu şekilde biten bir manzume: “Çözdük her müşkülü derlerse de ki, — Sonunda var olma müşkülü kaldı!”… TANZİMAT’tan, 1979 tarihine kadar geçen zaman diliminin hülâsasının, her devirde söylenebilecek özü bu son beyitte… Dikilecek bir KİTABE üzerine altun harflerle hakkedilebilecek bu beyitin sakladığı ümidin kalıbı ANADOLU ve sureti “İDEOLOCYA ve İHTİLÂLİ” yazandır ki, YEVMİYE - “Başladığın gibi devam ettirmen uygundur!” sözüne muhatab olandır. Mânâsı… Doğrudan benim elimde olmamasının sebebine gelince: 1979, AKINCI GÜÇ mecmuasının çıkışı ve BÜTÜN FİKRİN GEREKLİLİĞİ’nin, Üstadım’a arzı, onun “ifrat hâlde tecrid” hükmü. İltifatın üstüne kıvrılıp yatan değilim, o “Perşembe’nin gelişini Çarşamba’dan gören”… Ardından İDEOLOCYA ve İHTİLÂL isimli eserim. Bu kendisine takdim edildikten sonra, tetkikin neticesi, ertesi hafta “sana bir sürprizim olacak!” müjdesi… O arada, SULTAN-ÜŞ ŞÜERA (Şâirler Sultanı) seçilişinin ardından, KÜLTÜR Sarayı’nda adına yapılacak gece tertibinin umumî telâşı; sonra 12 Eylül darbesi filân derken, onun unutması, benim hatırlatamamam… Vefatından sonra, sözkonusu manzume ortaya çıktı… “Bana sürprizi olacak olan mı?”… Parça, bütünü elinde tutanındır; demek ki bu ölçüyle de benim, bana ithaf… TARİH MUHASEBEMİZ, Tanzimat’la 1979 arası: 140: İDEOLOCYA ve İHTİLÂL… İTTİHAD ve TERAKKİ: 1130: İDEOLOCYA ve İHTİLÂL… Eserimin tevafuk ettiği mânâlar, bugün Büyük Doğu-İBDA hâlinde büsbütün görülmüştür ki, onların hakikati olmalıydı mânâlardır.

EVVELİ İLE TANZİMAT

Tarihimizde VAKA-İ Hayriye diye anılan büyük trajedi; vücudu kurtarmak için kangren olmuş uzvun kesilmesi gibi birşey, yahud bir çınarın çürüyerek verdiği zararın, onun büsbütün ortadan kaldırılmasıyla önlenmesi gibi… Büsbütün tefessüh etmiş YENİÇERİ Ocağı, halkın da katılımıyla tarihten silindi. “Kimsede mazisi o kadar şanlı olan bu sınıf için dökecek gözyaşı bırakmamışlardı!”: Tarih 1826, SULTAN Mahmud devri… İsmin kaldırılması gerekli miydi? YENİÇERİ adı altında tertib olunmuş ordu düzeni, bu düzenin değişiminde karşılarında onun ağalarını-menfaat kaygılarını görüyorlardı, dolayısıyla o isimle beraber toptan gömüldüler: VAKA-İ Hayriyye… Yeni ordunun adı da, ismine ne kadar yakışmış ayrı mesele, ASAKİR-İ MANSURE-İ MUHAMMEDİYE: 854: 1853: MAHTUR-Hatara, tehlikeye yakın. Fikir ve endişe… AĞA Hüseyin Paşa, ilk SERASKER… Şimdi İSTANBUL Üniversitesi Merkez Binası olan eski Saray, BÂB-I Seraskerî oldu… YENİÇERİ Ocağı’nın yaşı da buna uygun: 465: SERDAR… SÜLEYMANİYE’deki AĞA Sarayı da MEŞÎHAT dairesi yapıldı, ŞEYHÜLİSLÂM’a verildi… “SIR için yaratılan kemâl, VAHDET taleb etmektir!”. Bu cümleden olarak, ŞEYHÜLİSLÂM: 1073: MEHDÎ Salih Mirzabeyoğlu… Ve ASAKİR-İ MANSURE-İ MUHAMMEDİYYE: 854: Beyin Kontrolü. (Bu sırrı ona bağlayabiliyor-sam, ne mutlu!)

*

VAKA-İ Hayriyye’den sonra OSMANLI İmparatorluğu toparlanamadan, RUSYA ile AKKERMAN Muahedesi: 1827… SIRBİSTAN ve ROMANYA Prenslikleri’nin iç muhtariyetlerinin arttırılması ve kalelerdeki OSMANLI askerinden başka, hiçbir yerde MÜSLÜMAN olmaması. EFLÂK ve BOĞDAN Beylerinin İstanbul’daki Fenerli Rum Beylerinden değil, ROMEN soyluları arasından BAB-I Ali tarafından seçilmesi. RUSYA’nın İRAN’ı Kafkasya’dan tamamen silip attığı ve büyük devletler arasından sildiği bir zaman - OSMANLI’nın da savaşı göze alamadığı için imzaladığı AKKERMAN Muahedesi… Bundan önce, YUNAN İsyanı’nın bastırılması üzerine, İNGİLTERE, FRANSA, ve RUSYA’nın, OSMANLI Devleti’ne baskı için aralarında LONDRA Protokolü’nü imzalamaları… İNGİLTERE, OSMANLI üzerinde RUSYA menfaatinin artmasını istemediği için, YUNAN hamiliğini bu iki büyük rakibine bıraktı… 1827’de İNGİLİZ, FRANSIZ, RUS donanmalarının, YUNAN denizine gelmeleri ve harb ilânı olmamasına rağmen ani bir baskınla 57 OSMANLI gemisini batırmaları ve 8.000 şehid vermemiz: Ünlü NAVARİN baskını, MORA yarımadası’nın NAVARİN Limanı’nda… RUSLAR, OSMALI Devleti’ne savaş ilân etti: 1828. KAFKASYA’dan taarruza geçtiler. KIRIM’a 50 kilometre mesafedeki ANAPA Kalesi’ni muhasaraya aldılar. TUNA deltasını geçtiler; derken KARS ve AHISKA’yı aldılar ve KARADENİZ’in bütün doğu sahillerini ele geçirdiler. Balkanlarda ROMANYA ve DOBRUCA’yı alıp VARNA’yı işgal ettiler… Sene 1829: RUSLAR, Silistre’yi, Erzurum’u, Edirne’yi aldı ve Edirne’den Kırklareli, Tekirdağ ve Enez’e ilerledi. Duruma İNGİLTERE, FRANSA ve PRUSYA müdahale etti. RUSYA ile EDİRNE muahedesi… Kaybedilen savaşlar, bırakılan topraklar, muhtariyetlerin genişletilmesi, anlaşmalar, tazminat vermeler, geri alınan topraklar vesaire, vesaire… Bizim bir görüntü aksettirme niyetimizi aştığı için, aslı zaten TARİHÇİLER’in işi, kesiyorum.

*

FRANSA’nın CEZAYİR’i işgali: 1830… DAYILIK’la idare edilen Cezayir’de, son BEYLERBEYİ İzmirli Hüseyin Paşa, FRANSIZ Konsolosu’ndan bıkkın, 1827’de yelpazesi ile onun suratına vurdu. FRANSA, 1797’de borç almış ve türlü bahanelerle 30 senedir oyalıyordu. Bu hâdise üzerine BAB-I Alî’ye müracaatla, bir de özür dilenmesini taleb etti. HÜSEYİN Paşa, BAB-I Ali’yi de dinlemedi ve Cezayir Limanı’nı abluka eden Fransa Donanması’na 3 yıl direndi, başka limanlarla idare etti. 1830’da Fransa, 36.000 askeri Cezayir’e çıkardığı gibi, donanma da şehri bombardumana tuttu. KAPTAN-I Derya Cezayir sularına yaklaşınca, FRANSA, OSMANLI Devleti’ne harb tehdidinde bulundu ve bu göze alınamadığı için yardım edilemedi. Neticede CEZAYİR sahilleri FRANSIZLAR’a kaldı, OSMANLI ilgisinden çıktı. Savunma, CEZAYİR halkına ve kudretli liderleri EMİR Abdulkadir’e - savunma, FRANSIZLAR’ın ummadığı bir şekilde devam etti. 19. asrın sonlarında bile, Cezayir’de FRANSIZLAR’ın idaresini tanımayan yerler… Bir ara FRANSA orayı boşaltmayı bile düşündüyse de, bırakmadı; neticede, oradakileri FRANSIZLAŞTIRMAK üzere, FRANSA’dan çok sayıda yerleşimciler getirerek işi bitirdiler.

*

MISIR İsyanı. (1831-1839)… RUS harbine türlü bahanelerle asker göndermeyen MISIR Vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile, DEVLET’in arası açılmıştı. Üzerine giden ordularla yapılan savaşlar… KÜTAHYA’ya kadar geldi. İZMİR’e bile vâli tâyinine kalkıştı. SULTAN Mahmud’un, o günlerde söylediği sözdür: “Denize düşen yılana sarılır!”… İNGİLTERE ve FRANSA’nın MEHMED Ali Paşa’dan ne türlü istifade edeceğini düşündüğü sırada, SULTAN Mahmud RUS Çarı’ndan yardım istedi. RUS askerinin BOĞAZ’da üstlendiğini gören İNGİLTERE ve FRANSA, MEHMED Ali Paşa’dan ANADOLU’yu terk etmesini istediler. FRANSA, birkaç sene NAPOLYON’un işgal ettiği MISIR’da hakkı olduğunu düşünerek, nüfuzunu derinleştirmek üzere isyancı Paşa’nın daima arkasında olmuştur… İNGİLTERE ile yapılan 1838 ticaret anlaşması da, MEHMED Ali Paşa hâdisesi ile ilgilidir. SULTAN Mahmud ile birlikte, onun yetiştirmesi KOCA Reşid Paşa’nın, sonradan çok eleştirilen bu anlaşması: OSMANLI İmparatorluğu’nda devlet tekelleri kaldırılıyor ve İNGİLTERE lehine gümrük indirimi yapılıyordu - İNGİLTERE’nin çok rahat ve kârlı ihracat yapabileceği bir Pazar hâline getirilme… Sonradan OSMANLI’nın gümrükleri yükseltmesi ve tekelleri yeniden kurmasına rağmen, ucuz İNGİLİZ sanayi mamulleri dolduğu için, OSMANLI sanayicisi bunlarla rekabet edememiş ve bu yüzden modern sanayi gelişememiştir. Elbette tek sebeb bu anlaşma yüzünden değildir… MEHMED Ali Paşa da, ordu ve donanmanın gelirlerinin yüzde 60’ını tekellerden elde etmesi bakımından, bu anlaşma ile dayanamamış, çökmüştür.

YENİLENME ADINA

NİZAM-I CEDİD: Yeni nizâm, Nizâmı Yeni… 1793’de, başlangıcı LÂLE Devri’nde olan ordunun yenilenmesi işi, ÜÇÜNCÜ Selim döneminde NİZÂM-I CEDİD ismini alıyor. Devir devir yeni isimler altında devam eden yenileşme, ASAKİR-İ Şahane, ORDUYU Osmanî ve ORDUYU Hümayun isimleri alsa da, hepsi NİZÂM-I Cedid ismi altında cereyan eden bir umumi vasıflandırma altında anılıyor. “SULTAN Mahmud, NİZAM-I Cedid’in köklü ve daha kapsamlı bir uygulamasına başladı”; kasıd, sadece ordu değil… Devirleri değerlendirmede şuna dikkat çekmek istiyorum: “Kötünün iyisi de kötüdür!”… Haşa, İMÂM-I Rabbanî Hazretleri’nin bu sözünde bönlük ve yobazlık kokusu var gibi değil mi? Oysa FELSEFECİLER’in kötülüğünden bahseden İMAM-I Gazalî Hazretleri, hikmeti Allah için değil de, hikmeti hikmet olarak seven bu yolun yolcularının, dinden aldıklarını (Peygamberler olmasa, medeniyet olmazdı!) kendi bâtıllarına katık ederek, bu doğruları onlarda seçen cahillerin içini bulandırdığını söyler. İMAM-I Rabbânî Hazretleri’nin sözü, tâ özden değil mi? Sen, işin aslına bak; MAYMUN şekil olarak ne kadar benzerse benzesin, İNSAN değildir. Demek ki, iyi ve kötü değerlendirmesinde, asıl nazara alınmaksızın serdedilen iyi ve kötü hükmünün bir kıymeti yoktur. Koca İmparatorluğu batıranlar arasında, “han yaptı, hamam yaptı, yol yaptı, okul açtı, falan ticaret, filân filo kurdu” gibi marifetleri olmayan kim var? Sen, bunlar yapıla yapıla batışın sebeblerinden haber ver… ÜSTADIM’dan bir ölçülendirme: “Dünyamızın içini ve dışını, malûmunu ve meçhulünü, Masivasını ve Maverasını ana illet prensiblerine bağlayıcı bütün bir METAFİZİK örgüsüne mâlik olmayan hiçbir FİKİR SİSTEMİ üzerinde, hiçbir ahlâk telâkkisi bina edilemez!”… O, insan tabiatına muvafık olanı seçendir; hâdiseye yanaşan insan şuurunun üslubudur. Nesin sen? Bizim, “İslâma muhatab anlayış” diye kendi yönümüzden dert edindiğimiz hususa nisbetle, “altı kaval, üstü şişhane” anlayış sahibleri İNSANI ihyâ ve imar işlerini hangi malûma nisbetle yapıyorlar? İç ve dış siyaset, şu, bu hepsi bu suâlin içinde… SULTAN Mahmud’un getirdiği yeni ve yenilikleri kaba bir şekilde İYİ veya KÖTÜ diye nitelemeden önce, bu vesileyle, nelere dikkat etmek gerektiğini söylemiş oluyorum… Madde ve mânâda ESER adına yapılanları değerlendirmede ana ölçülendirmelerden başlıca biri, ÜSTADIM’dan: FELİX CULPA - Lâtince bu tâbir, mes’ud hata, kutlu suç mânâsında… Bu tâbir, tarihimizin son safhasını dolduran köksüz ıslah hareketlerinin ve sahte kahramanların iç yüzünü ifşâ etmesi bakımından bir şaheser. Onda muhtaç olduğumuz üstün idrakın en büyük ve en incesine yol açan bir ANAHTAR değeri buluyoruz. Eski ROMALI, bu tâbiri dışından mes’ud gibi görünüp de iç yüzü felâketli işler hakkında kullanıyor. Evet, ROMALI bir hâdisenin dış yüzünde kalmayıp iç maktalara kadar işleyici bir göze mâlik olmanın bugün BATI dünyası tarafından şiarlaştırılmış AKIL harikasına mâlik bulunuyordu. Bünyeye uymayan, BÜNYE(!) içinden gelmeyen ve iktisadî, içtimaî, ruhî, siyâsî, ana dayanağını bünyede kurmamış olan her ıslah hareketi bir FELİX CULPA’dır. TANZİMAT’tan bugüne dek devrim, verim, eser, nizâm adına ne yapılmışsa hepsi birer FELİX CULPA’dır. Eser, eser diye tepindikleri şeylerin karşısına, bu tâbirin gözlüğüyle çıkınız!

*

PETERSBURG Büyükelçiliği’nden KAPTAN-I Derya olarak İstanbul’a gelen SULTAN Mahmud’un damadı MÜŞİR Halil Rif’at Paşa: “AVRUPA’ya benzemezsek, ANADOLU’ya çekilmeye mecburuz!” demesi, SULTAN Mahmud’u daha da şevklendiriyor… MEKTEB-İ Fünun-u Harbiyye-i Şâhâne, (Harb Okulu)… MÜHENDİSHÂNE-İ Berr-i Hümayun ve MÜHENDİSHÂNE-İ Bahr-i Hümayun, yenilenip genişletiliyor. (Bugünkü Teknik Üniversite ve Deniz Harb Okulu)… Avrupa’dan subaylar, mühendisler, muallimler, kitablar, teknik malzeme getirterek yenileştirdi… MEKTEB-İ Tıbbiye-i Adliyye-i Şâhâne’yi açtı. (Askeri doktorlar, cerrah ve eczacılar yetişti. Tedrisat tamamen FRANSIZCA idi)… BAB-I Âlî’de sadarete bağlı TERCEME Odası’nı açtı; genç memurlar burada FRANSIZCA öğrendikleri gibi, TANZİMAT Sadrazamları’nın çoğu gençliklerinde bu TERCEME Odası’nda okumuşlardır… SARAYLAR’ın düzenlenmesi… REİSÜLKÜTTAB’a “Hariciye Nazırı”, SADARET Kethüdası’na “Dahiliye Nazırı”, BAŞDEFTERDAR’a “Maliye Nazırı”, hattâ bir ara SADRAZAM’a “Başvekil” dendi; başka Bakanlıklar ihdas edildi… NAVARİN’de yakılan donanmanın yerine, büyük bir DONANMA… Vilâyetlerde meclisler oluşturuldu. Binlerce bina yapıldı, onarıldı. Köprüler inşâ edildi, yollar açıldı. POSTA ve Karantina Teşkilâtı kuruldu… Bugün RESMÎ GAZETE diye devam eden TAKVÎM-İ Vekayî, Türkçe, Fransızca, Arabça ayrı nüshalar hâlinde yayınlanmaya başladı… BATI Musikisi, piyano, bando, orkestra, tiyatro, opera, İSTANBUL’a girdi; bunlar eskiden de mevcuttu ama, Avrupalılar tarafından icra edilirdi. Devlet’in resmi müesseseleri hâline getirildi… Asker ve sivil rütbeleri ayrılarak, askerler sivillerin arkasında bir protokole geçti; Devlet yönetimi sivil mülkiye sınıfına verildi. İLMİYYE sınıfı da üniformalı bir sınıftı, yetkileri budandı. Kaza yönetimi, belediyeler, vakıflar, mektebler ve maarif, nihayet adliye, bu sınıfın elinden alınacak şekilde programlandı. Ulemanın elinde din işleri dışında, sadece dinî ders veren medreselerle, MEDENİ hukuk mahkemeleri kaldı. Yeni OSMANLI diplomasisi kuruldu. HARİCİYE mensubları devlet hayatında hâkim mevkiye geçti… O 1829 hâdiseleri içinde, KIYAFET Kanunu ile, Askeriyye ve İlmiyye sınıfının dışındaki mülkiye sınıfı için AVRUPAÎ kıyafet düzenliyordu. Resimlerini Devlet dairelerine astırdı. Kızı ATİYYE Sultan’a subay üniforması ve fes giydirerek, pantolon ve erkek kıyafetleriyle, yanına bir yaş büyük ağabeyi VELİAHD Sultan Abdülmecîd’i katarak kışlalara yolluyordu… ISLAHAT ve teceddüde karşı çıkanlar, uygulamada gevşeklik gösterenler, şiddetle cezalandırılıyordu… Nihayet halk bezerek SULTAN Mahmud’a “Gavur Padişâh” diyecek hâle geldi.

*

SULTAN Mahmud, AYAN denilen bir yerin ileri gelenlerini ve eşrafını, mahallî “dayı”ları ve başına buyruk muhtar vâlileri iyice ezdi. Merkezin emrini dinlemeyenlere göz açtırmadı. LİBYA’yı OSMANLI Beylerbeyi olarak bir asırdır elinde tutan KARAMANLI ailesini, donanma göndererek ortadan kaldırdı ve İSTANBUL’dan vâliler göndermeye başladı. Yine IRAK’a BAĞDAT Beylerbeyi olarak hâkim bulunan MEMLÜKLÜLER’i, Balkanlar’da aynı durumda olan İŞKODRALI-ZEDELER’i tevkif ettirdi. ANADOLU, RUMELİ ve KUZEY ARABİSTAN’da yeni yönetimler kuruldu. BEYLERBEYİ’ne “vâli”, SANCAK Beylerine “mutasarrıf” dendi.

TANZİMATÇI HAREKET

BİRİNCİ Sultan Abdülmecîd Han (1839-1861), ağabeyi Abdülhamîd’in ölümü üzerine 2 yaşında ŞEHZÂDE oldu. Annesi BEZM-İ Alem Vâlide Sultan’dır - büyük hayır işleri yapan… TANZİMAT Fermanı onun zamanında, babası SULTAN Mahmud’un yenilik hareketlerinin ANAYASA mahiyetinde hukukileştirilmesi şeklinde, kendisi adına ilân edilmiştir; TOPKAPI Sarayı’nın Gülhâne bahçesinde okunduğu için, GÜLHÂNE HATT-I HÜMAYUNU ve Avrupalılar’ın HATT-I ŞERİF denen TANZİMAT Fermanı… İKİNCİ Abdülhamîd Han’ın babası olan BİRİNCİ Abdülmecid, FERMAN kendi adına da okunmuş olsa, TANZİMAT hakkındaki tenkidlerden genel olarak uzak tutulmuştur. Bunun sebebi, 16 yaşında TAHTA geçmiş ve PADİŞAH’ın gençliği ve yapabilecek birşey olmaması yanında, kibar, şu, bu, ama silik bir şahsiyeti olmasından dolayıdır da. Babası SULTAN Mahmud’un aktif sertliğine mukabil, o son derece yumuşak tabiatli ve esasen Babası devir adamlarının hâkimiyetinin devamı bir sürece düşmüş oluyor. SULTAN Mahmud’un ölümü üzerine (1839), onun yetiştirmesi ve has adamı MASON “Koca Mustafa Reşid Paşa”nın, okuduğu (1839) TANZİMAT Fermanı… İKİNCİ Abdülhamîd Han’ı gereğince takdir için, bu evveli dönemlerde olanlara, şu çorbaya bakmalı: RAUF Paşa, SULTAN Mahmud neyi beğenirse onu yapan bir devlet adamı. Onun karşısındaki HÜSREV Paşa, SULTAN Mahmud’un cenazesinde RAUF Paşa’dan MÜHR-Ü Hümayun’u zorla alıp göğsüne koyuyor. Sultan Birinci Abdülmecîd, kendisine çocuk muamelesi yapıldığının farkında. Ertesi gün Çanakkale’de DONANMAYI Hümayun’un başında bulunan KAPTAN-I Derya Ahmed Fevzi Paşa, sadarete can düşmanı Hüsrev Paşa’nın geçtiğini öğrenince, donanmayı İSKENDERİYYE’ye götürdü ve KAVALALI Mehmed Ali Paşa’ya teslim etti. Bu suretle bu büyük belâ, İNGİLTERE’den sonra dünyanın en büyük donanmasına sahib oluyordu. Tarihe haklı bir şöhretle HAİN ve FİRARİ diye geçen AHMED Fevzi Paşa, Aklınca MEHMED Ali Paşa’nın İstanbul’a gelişiyle ikinci adam olacaktı. 12 sene önce NAVARİN’de mahvolan donanmanın yerine konan donanma da elden çıkmıştı. MUSTAFA Reşid Paşa’nın, onu nasıl bertaraf ettiğini, sadece onu değil,  İNGİLTERE ile yapılan ticaret anlaşmasıyla OSMANLI Devleti’ne verdiği zararı biliyorsunuz… TANZİMAT’ın ne olduğunu, Büyük Hakan ABDÜLHAMÎD Han zamanında, MUSTAFA Reşid Paşa ekolünden MİDHAT Paşa vesilesiyle görün: Vezir Ziyaeddin Paşa ve NAMIK Kemâl, YENİ Osmanlılar diye, OSMANLI sınırları içinde muhalefet yapamadıkları zaman, yurt dışında olan, bir akım başlatıyorlar. Gerçek niyet, Ziyaeddin Paşa’nın Sadrazam, Namık Kemâl’in “Hariciye Nazırı” olması; iktidar adayları olarak taktik gereği, kısa bir müddet Sadrazam olan MİDHAT Paşa’yı ileri sürüyorlar. “Ava giden avlanır!” hesabı, MİDHAT Paşa onları kullanıyor ve hainliğe dikkat: OSMANLI tarihinde ilk defa olarak bir yabancı devlet, yâni dünya hâkimiyetine oynayan İNGİLTERE ile irtibat kurarak, Padişahı kukla edip iktidara gelmek istemiştir. İmparatorluğu dağıtacak bu ilişki, bereket karşısında ABDÜLHAMÎD Hân’ı buldu ve gerçekleşmedi… SULTAN Mahmud’un ölümünde HARİCİYE Nazır’ı olarak İNGİLTERE’de bulunan MUSTAFA Reşid Paşa’nın, alelacele İSTANBUL’a dönmesi ve babasının arzularını Birinci Abdülmecid’e bildirmesi, telkin etmesi… MUSTAFA Reşid Paşa, ondan sonra TANZİMATÇI hareketin başı Sadrazam Mehmed Emin Ali Paşa (1815-1871), sonra FUAD Paşa, (Biri TERCEME Odası’ndan, diğeri TIBBİYE’den çıkma), sonra MİDHAT Paşa. (GAZİ Osman Paşa dahil, bütün memleket ileri gelenlerinin İDAM’ını şart gördüğü.)   

Baran Dergisi 248. Sayı