LEVHA: 6 Mart 1987… Satrançta “L” gidişle ilgili bir şeyler… Eğer böyle giderse, o makine yangını söndürür diye düşünüyorum!..

*

SATRANÇ: 322: MİRZABEYOĞLU… Lâm harfi, Allah’ın “Kahhar-Herşeye üstün” ismi, Üçüncü sema tabakası mertebesi, Kamer menzillerinden “Avva” ile ilgili; “bir yıldız kümesi, av, su, köpek ürümesi, diri, şân, şöhret” ile… Muhyiddin-i Arabî Hazretleri: “Lâm yüce ve mukaddes EZEL’e âittir / Mekânı yüce, heybetli ve NEFS’tir /  Ne zaman kalksa, zâtı VAR EDEN’i izhar eder / Ne zaman otursa, KEVN ÂLEMİ’ni izhar eder / Sana ruh olarak ÜÇ HAKİKAT’i verir / İpek elbiseler içinde yürür ve caka satar!”… Nefis: Pek güzel, pek iyi, pek âlâ… Güzel “Bedi’-Yaratıcı” olarak, Allah’ın bir ismi; ve ilk mertebe “İlk Kalem” ile ilgili… Burada, nefis ile, nefs ve nefes ilgisine dikkat; VAR Eden’i izhâr eden… Kevn âlemi; mevcutlar âlemi, oluş âlemi, nefsin sıfatlarından mürekkeb âlem… Allah’tan gelen her şey ruhtur; Lâm’ın verdiği üç hakikat, “Levh-i Mahfuz, Tabiat mertebesi ve Heba mertebesi”dir. Heba’ya en çok benzeyen, Nur’dur… Nefs, Nur ile, hem zâhir, hem bâtından geleni kabul edicidir; nur ile nurun idrakı… Allah’ın bir ismi de Nur’dur; varlık, Nur olmak bakımından birdir ve insan merkezde olmak üzere bu nur, Allah’ın Nuru’na nisbetle Nurî-Nur’dan olandır… ELİF ve LÂM, bütün suretleri gerçek mânâda kabul eden… Cisim, tek veya terkib hâlinde ne varsadır; meselâ insan cisminin, “ateş, toprak, hava ve su”dan meydana gelmesi gibi; yine, ruhun insan yönünden kul, Allah yönünden onun nefsi-nefesi olmasıyla meçhullüğü gibi… Ruhu, ruhîlikle ve Allah’ın “size çok az şey bildirildi” buyurduğu kadarıyla biliyoruz… Cisim deyince genel olarak maddî nesneler göz önünde tutuluyor ya; insan bâtınında her şeyin bir aslı bulunmasına nazaran, Heba mertebesi altı “Küllî Cisim’in, “Küllî madde” olarak anlaşılmaması gerek. (Gayn harfi, Allah’ın Zâhir ismi, Küllî cisim mertebesi ve Kamer menzillerinden “Re’su’l Cevza”ya işaret eder… Res’en, kendi reyiyle hareket eden ikizler… Nura en çok benzeyen, Esir’den meydana gelme dört unsurda Hava; İkizler Burcu, yıldızı “Utarid-İkizler”, vücutta tesir yeri “Akciğer ve Kollar”, simya’da Sabitleme safhası… “Kol” deyince, Kollu sandalye; Koltuk… Koltuk deyince, Abdülhakîm Koltuğu hatıra gelmeli… Allah’ın iradesi veya rızası, Kul’un hür iradesiyle seçimi, hareketi; kul ne yaparsa yapar, Allah’ın rızası yoksa da yaratıcı O’dur ve neticede O’nun iradesi içindedir!)

*

Kader sırrı ve buna bağlı hayatı zamanın “Gaîliği-Maksatlılığı”na nisbetle hür iradî seçimle yaşamak ve bunu “İslâm’ın İslâm ile” bilmek; ÖLÜM ODASI ismi, bu mânâyı veriyor… Satrançta hedef Mat, bunda ebedi hayat murad; bu çerçevede bir nefs muhasebesi… Satranç’ta AT teşbihte varlık, yerine göre kendisiyle süvarisi arasında eyer (semer) hükmündeki fikir  ve dizgini İnsan elinde bir aksiyon gaye ve imkânı; yerine göre, varlık, üzerindeki semer insan ve dizginiyle beraber “üstün”ün iradesi elinde olan… Abdülhakîm Koltuğu’nun “semer-eyer” mânâsı da bu çerçevede… HAMDE: Ateş gürültüsü… HAMD: Medih. Allah’a hamd-ü sena. “Yarbbi! Sen kendini sena ettiğin gibisin!” aslı ile… HAMÎD: Hamdeden. Senâ eden. Şükreden… Ebcedi 400 olan “Taht-Kürsî” ile bir Te harfi, Allah’ın “Kâabid” ismi, Esir mertebesi ve Kamer menzillerinden “Kalb” ile ilgilidir… HAMİD: Hamdedilen, şükredilen, bunları kabul eden anlamında Allah’ın 99 isminden biri… HAMİD: Alevi sönen ateş. Ölü, ölmeden ölen. Sessiz… HAMİDE: Kambur, eğrilmiş, kemerli. “Vücutta tam teslimi ifâde eden kemer bölgesi”… HAMİDE: Rengine deberan, Hâlden hâle geçiş ve siyahlık galib gelib eskimiş olan. Yanmış, kül olmuş. Nebatsız yer… Tegayyür: Te-Gayyür… Gayyür: Gayretli kimse… Te-Gayyür: Kalb gayreti. “Ululuk”…

*

MAKİNE-Eşyayı verimlendirmeye hizmet edici âlet, cihaz, vasıta olarak insan icâdı maddî nesneler. İnsan emeğine yardımcı ve yerini tutmak üzere gayeye uygun bir işleyiş tertibine göre yapılan makine, mânâda kendi yaradılışından “sonra”, bir yaratış taklidi eseridir; bu yüzden o, bir yaratılmış değil, icâddır: 206: BÜRD-Bilmece. (Herşey, gerçekleşmeden önce “mümkün olma” özelliğiyle vardır; bu ifâdeye, hem “keşif”, hem de “icâd” dediğimiz maddi ve mânevî nesneler cümlesi girer… Keşif, daha ziyâde mevcutta, “bilinen ve bizde bulunan aranır” hikmeti, sanki bir hatıranın vesileye canlanışı gibi fark edişler şeklinde tecelli etse de, çoğu zaman bunlara da mevzularına nisbetle “keşif” deriz. Oysa keşif, şahsına münhasır bir “ilhâm” eseri olarak şahısta yaratılmış bir suret nev’inde ve maddeye de sirayet etse, icâda “yaratmak” denilemeyeceği, tersi bir mânâdadır. Netice’de icâd da son tecridte Allah’ın iradesi olarak olandır da, ona “Allah’ın icâdı” denemez. Mânâlar bu şekilde yerli yerine konulurken, –ki vesileyle mesele konuşuluyor, bunlar nerede neye yarar ayrı mesele!–, keşfe “icâd” ve “icâda” keşif yakıştırmalarımız vardır bu tabiîdir. Meselâ bir kıta keşfi, kıtanın icâdı değildir… Bir vinç de, keşif değil icâdtır… Buna mukâbil lâmba, –ki pek güzel bir isim–, “Lâm-ışık” ve Be harfi “gizlilikler mertebesi”ni hatırla ve ışığın bir enerji oluşunu, o enerjinin bir cam tüpte zaptedilişi icâdtır; ama o enerjinin bu şekilde ortaya çıkarılışı bir keşiftir; “n’idüğü bilinmez, n’ittüğünden belli” olan, eşya mevcut enerjinin keşfi, lâmba’nın icâdı… Maddî nesnelere âit icâdlar, niyet iyi veya kötü,  murada uyuyorsa tamamdır… Ama sözlü ilimler ve sanatlar sözkonusu olduğunda, bunlara “icâd” atfedilmesi tuhaftır, çünkü o bir varolanın keşfi olduğundan, “doğru veya yanlış” olabilirler… Söylediğimiz gibi, ilhâmın şu veya bu şekliyle yaratılmış olsa da, neticede doğru veya yanlıştır… Meselâ bir velinin keşfinden bahsediyoruz, icâdından değil… Yine BÜYÜK DOĞU-İBDA anlayış sisteminin bir “vasıta sistem” olmasından bahsediyoruz; adaletin bir mucitlik eseri olması gibi, hak ile hakikat arasında bir tecelli eseri, bir tesbit, bir hüküm… Bildikçe, bilinmesi gerekene doğru bir bilmecenin –şifrenin– çözümünü andırıyor; MUTLAK Fikir önünde insan emeğinin nasıl ve niçinini barındıran bir eser ve statik değil… “Ben kimim?” sorusunun cevabını barındıran “Kaptan Kusto Müslüman” takdimimin, rayına oturmuş bir lokomotif olarak ömrümün sonuna kadar sürecek bir bilmece niteliği ve eserleri ortada; vasıta sistemi’nin içinde olması bir yana,  –vurgulamak gerek!–, vasıta sistemden kasdın ne olduğunu da pek âla bir şekilde gösteriyor!)… DARA-Hükümdar: 206: DEBER-Bozma. Her ânın bir evvelki ânı eski kılması, zâhirde ve bâtında maksatlılık yoluna uygun yenilik. (Ha harfi, Allah’ın “Ahir” ismi ve Heba mertebesi, Kamer menzillerinden “Deberan” ile ilgili… Heba: Şekil veren, ama kendi o şekil olmayan… Yengeç-Kıskaç, ısıran, tutan - Burcu, yıldızı Ay, simya’da “Deberan” safhası!)… KAMUS-Büyük Lûgat kitabı. Deniz. Denizin ortası,  derin yeri. (Denizde deniz içini kurcalayan, keşfediniz!): 207: KANUN-Nizâm, kâide, emir, nehiy ve yasaklar. (Şeriatta aslolan mübahlardır, yasaklar –türemeleri ondan– tek tek gösterilmiştir… Keşfin sıhhati ve icâdlar hakkında da bu ölçü!)… Anlatılanlar içinde, “Ateşi söndürme”nin tâbirleri de var; “ateşi söndürmek” vasıta ile sözkonusu ve vasıtanın bizim tâbirimiz içinde mânâsı “BD-İBDA” olduğuna göre, yangın ya düşman şerridir veya heyecan ki, heyecanın dinmesi Hamd gayeliliği çerçevesinde belirtildi.

*

EDHEM-Karayağız at. (Misheb: Siyah at… Mishab: Sacayak…  Mishab: Bel âletinin sapı… Misbah: Lâmba… Misbah: Yüzgeç. Suda yaşayan bir kısım hayvanların hareket organları): 50: NUN harfinin ebcedi. (Nun-Balık. Kalem. Kılıç. İnsan: 106: Misheb-Siyah at… Da’va Cetveli’nde Nun’un sayı değeri: 256: Nur-Allah’ın 99 güzel isminden biri)… MATA-Arka. Akib, topuk. Yürümek. Ahir, istikbâl. (Satranç’ta “mat” etmek, zafer ve galibiyet gayesine ermek… Emta-Mata’nın çoğulu. Yüksek yer. Hava. Derece. En sağlam, en metin, fazlaca muhkem. Ticaret malları, cihad vasıtaları: 441: Hacı Musa Mirzabeyoğlu… Mus: Bıçak. Müz. Balık. Varlık… Necib Fazıl Kısakürek: 441: Salih Mirzabeyoğlu… Mate-Öldü: 441: Hamid-Te harfi; Esir mertebesi ve Kamer menzilleri’nden “Kalb”e işaret eder): 50: CEZM-Kat’i karar. Kararlaştırmak. Nihayet. Takdir. İcabe.
 

YÜK

 
LEVHA: 6 Ağustos 1994… Rahmetli Dayım Mehmed Güleray… Bana, “yaptığın iş öyle kolay bir iş değil; o yükü çekebilmek!” diyor… Yumurtacı Ahmed Halis de, “cesaret işi!” diye onu tasvib ediyor… Sonra bir nümayiş… Ve benim kırmızı boya ile yapılmış bir resmim taşınıyor!..

            *

Kıpçak Lûgatı’nda, HÂL-Durum. Şimdiki zaman. Dayı. (Kıpçak Lûgatı’nda, Hâlî: Şimdi, henüz. Tenha, boş… Heba devri: Suret ve şekil kabul eden. “Bomboş”… Hikmet-Bir şeyi içten anlayış, sır: 468: Kamer menzilleri… Çeçek-Çiçek. Hâl. Zehre, beyaz: 28: Harf… Romen Lûgatı’nda, Abstrak-Sayı. Mücerred: 764: Seb’ul Mesanî-İki defa nazil olan ve 7 âyetten meydana gelen Fatiha Sûresi. Mükerrer okunup tekrarlanan… Birgün Cebrail Aleyhisselâm’ın Allah Sevgilisi’ne gelip, “Müjde! Sana iki nur verildi ki senden önce hiçbir Peygambere verilmemiştir; Fatiha ve Bakara Sûresi’nin son iki âyetidir!” diye müjde vermesinin kesin rivayetlerden olması!): 631: HÂL-Dayı. Hususen yüzde görünen siyah nokta,  ben, hindu… HAKÎ-Toprak renginde. Toprakla alâkalı. (Unsuru Toprak olan “Boğa-Sevr” Burcu; yıldızı Zühre, vücutta tesir yeri Ense ve Boğaz, simya’da Sabitleme safhası… Bakar: İnek. Dişi sığır. Sabitleme… Nur, en çok Heba’ya benzer; nefs, kabul edici olarak dişidir… Kıpçak Lûgatı’nda, Halk: Boğaz, hançere… Bakr, “yarmak ve delmek” demek olduğu için, Öküz de torağı yardığından ona da bu isim verilmiştir… Öküz: 33: Bagal-Koltuk… Tefsir’de, çimin yerden çıkması ve çocukların oynarken kazdıkları çukura da “Bakr” denilmesi… Rûya-Yerden biten ot: 217: Rüyâ-Düş. Hayâl. Uykuda görülen suretler… El-Hüvve: Derinliği genişliğinden fazla olan çukurlar… Ül-Hüvve: Çocuk oyuncağı… Oyun: Yapmak, etmek… “İnsan, mânâlar âleminin çocuğu gibidir!”; çocuk hikmeti, faal kuvvetleri kendinde toplayan, bakılan, beslenen, terbiye edilen, kendisine hizmet olunan… Veli, rızası Allah’ın rızası olmuş kişi; “yapıp, etmeler” Allah’tan… Hem irade, hem rıza noktasından  Yıldızlar, Allah’a tam teslim; ve insanda toplu olmak üzere, onun kuşatanı… Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, Allah için, “yıldızlarla çocukların oynadığı gibi oynar!” buyuruyor… Burçların beden tesirleri ve Kamer Menzilleri ile birlikte düşünülünce, “her devrin kendine mahsus bir mânâsı” var bahsinin, bunun içinde olduğu anlaşılır… Yunanca, Makine: Oyuncak… İnsan, yapıp etmesi için yaratılan Kul, makine ise varlığı kavramaya dair bir yapma varlık olarak yapıp eden, kul icâdı… Kul: Emr-i Risalet ve nübüvvete işaret olarak Kur’ân’da geçen, “De, söyle, bildir” meâlinde… Topyekûn varlık, lisânla çerçevelendi ve insanla mühürlendi… “Dedi ki”: Allah Sevgilisi, Peygamberler, büyükler): 631: HALÂ-Yaş ot. (Kıpçak-Kırım tatarlarının bütün Karadeniz’i kontrol ettikleri geçmiş zamandaki geniş bölgeni adı: 217: Zühre-Târık yıldızı,  Çoban yıldızı… Ordu-Kırım Hanlığı’nın Osmanlı’ya bağlılığı malûm: 217: Rabıta-Rabteden, bağlayan, bitiştiren. Münasebet. Tertib, sıra, düzen)… KAFTAN-Ekseri mükâfat ve taltif olarak giydirilen elbise: 631: İLÂH-“Sonuna kadar böyle gider” meâlinde… TARÎK-Karanlık. Gece. Batı. Şâmî. Rumî. Tefekkür: 631: TESANİF-Eserler. Kitablar.

*

DAYIM: 65: NECİB-Asîl. Soylu. Allah Sevgilisi’nin bir atının ismi… NECB: 55: DELK-Gül tohumu… MEHMED Güleray: 1354: MAHZUMOĞULLARI… PAŞNA-Topuk, ökçe. Akib. İstikbâl. Ahir. Heba. (Balık Burcu, unsuru Su, tabiatı Soğuk ve Nemli, yıldızı Müşteri, vücutta tesir yeri Ayaklar, simya’da Yansıtma safhası): 354: MAHRUK-Yanan. Yanmış. (Arvasî: 308: Hark-Yakmak. Yanmak. Yangın… Seyyid Abdülhakîm Arvası: 566: Fürfür-Koç… Koç Burcu, unsuru Ateş, tabiatı Sıcak ve Kuru, yıldızı Mirruh, vücutta tesir yeri Beyin ve Kafa, simya’da Kül Etme safhası… Kül: 50: Gül… Aşil-Eski Yunan’da, sadece tabanından yaralanabilen ve ölen mitoloji kahramanı. Aşila, Afrika’nın Nijerya bölgesi halkının mitolojisinde en önemli Tanrı ismi: 341: Tıla-i on iranî-Mehdi’yi  hâmil on süvari… Üstadım’dan: Allah, Resûl aşkıyla yandım, bittim, kül oldum / Öyle zaif düştüm ki, sonunda Herkül oldum!)…  AŞNAB-Yüzen, yüzücü. “Yıldızlar. Gemiler. İmânlıların ruhları”: 354: MIKTARE-Kelebçe. Kuşun ayağına yapılan köstek. (Üstadım’dan: Ruhum uçmak dilerken semavî ülkelere, / Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere!)

*

AMEN-ER RESÛLÜ-Bakara Sûresi’nin son iki âyeti. (Amen: Bir yerde mukim olmak, ikamet etmek… Amen: Çok veya en emin ve güvenilir): 388= 1387: FARUK-Hak ile bâtılı birbirinden ayıran… MEALİ: Peygamber, kendisine Rabbi’nden indirilene imân etti. Müminler de. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitablarına, ve Peygamberleri’ne. “Peygamberleri’nden hiçbirinin arasında ayırım yapmayız” diye imân ettiler ve şöyle dediler: “İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz, mağfiretini dileriz, dönüşümüz ancak sanadır”… Allah kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz. Kazandığı iyilik kendi lehine, kötülük de kendi aleyhinedir. (Ey müminler, şöyle dua ediniz): Rabbimiz, eğer unutursak veya hatâ edersek, bizi mesul tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere onu YÜKLEDİĞİN gibi, bize de ağır bir YÜK yükleme! Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği şeyleri de yükleme! Bizi affeyle, bizi bağışla ve bize merhamet buyur! Sen bizim Mevlâmızsın; artık kâfirler topluluğuna karşı bize yardım eyle!

*

KUHE-Dağ. Dağ tepesi gibi kubbeli ve sivri olan şey. Deve hörgücü. At eyeri. (Âyet meâli: “Emaneti dağlara taşlara teklif ettik kabul etmedi. İnsan zâlim ve câhildir, kabul etti!”… Eman: Korkusuzluk. Tam teslim olanda bilhassa görülen “haşyet-korku ve dehşet”, hatası nefs sahibi olmasıyla doğan insanda, teslimiyete zıd temayülü barındırdığından, insan teslimiyetin hakikatini yerine getiren soyuyla nefs sahibi olmayan melekten de üstün. Allah’tan en çok korkanlar, başta Peygamberler; Allah’ın Halifesi ve O’nun adına eşya ve hâdiseyi teshir memuriyetini yüklenenler… Veli, zâlimliği şöyle belirtir: “Allah ve Resûlü’ne uymadığım bir işde, benden daha zalim kim olabilir?”… En çok korkan, peşin masum kılınmalarına rağmen başta Allah Sevgilisi, Peygamberler… Korku, aslında, sevilenden dolayıdır; Peygamberler için “uzakta” kalmak mânâsında olmasa da, korkusuzluk da bir perde olacağından, neticede İnsanî bir bütünlüğün gereğidir. Onların korkusu, gayrının korkusuna benzemez. Eğer perde olmasa, tecelli güneşinin yakıcılığına da dayanamazlardı. Herşey O’nun hıfzı ile!): 36: GUY-Söylenen, konuşan, konuşucu. Kelâm, söz. Acemlere mahsus bir oyun topu. Bir gece kuşu olan Baykuş.

*

KABE-Yumurta. Ak taş. Mermer. Mezar taşı. Sin. Yazılı şey. Cazz-kat, nefs. (Kabe: Kaf-Elif-Be-He… Kaf: Arş mertebesi… Elif: İlk Kalem… Be: “Cinler-Gizlilikler” mertebesi… He: Levh-i Mahfuz… Arş altı Sema tabakası, Kürsî-Taht… Hadîs: “Allah’ın sır hazinesi Arş’ın altındadır ve anahtarı şâirlere verilmiştir!”… Üstadım’ın ifâdesiyle şâir, Peygamber kapısının eşiğini süpüren… Hadîs: “Allah Teâlâ, Bakara Sûresi’ni iki âyetle sona erdirdi. Bu iki ayeti bana Arş’ın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza, oğullarınıza, belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem namazdır, hem Kur’ân’dır, hem duâdır!”… Hadîs: Hem kim geceleyin Bakara Sûresi’nden bu son iki âyeti okursa ona yeter!): 108: HASİL-Sığır buzağısı… HAKK-Allah’ın “Hak üzere kaim!” mânâsındaki 99 güzel isminden biri: 108: HAK-Doğru. Vâcib ve lâzım olan. Adalet. Hakikate uygunluk. Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse. Din. İslâm. Kur’ân. Kıyamet. Yapacağını yalansız yapmak. Yüklenilen.

*

AHMED: 54= 1053: 2 KEBE. (Kebe: Aba)… DÜNYA Çapında Bir Hâdise: 1053: CİNN-Gizliler, gizlilikler mertebesi; Be harfi, Allah’ın Lâtif ismi ve Kamer menzillerinden öne alınmış delil, TAKDİM ile ilgili… HALİS-Saf, özlü, temiz. Hilesiz. Pek beyaz, ak. Evvelce karışık iken, kusuru zail olan: 721: TAG-I SAGR-İz takib eden, basiretli kalb. “Yıldızım”… ASLAH-Kulağı hiç işitmeyen. (Derdini anlatırken heyecandan gaz çıkaran yaşlı bir kadının utancından kıpkırmızı kesilmesi üzerine, “kulağım işitmiyor, yüksek sesle konuş!” diye buyuran ve onu rahatlatan velinin, bu yüzden lâkabının “Esamm-Sağır” olması ve böyle anılması, büründüğü Peygamber sıfatından… Essamm, “katı taş” mânâsına da gelir… “Ahlâkın temelinde de cesaret var!”… Halis: Cesur, bahadır ve haris kimse. Harisliği, bütün ömrü bahsi geçen lâkabtan belli velide heykelleşmiş mânâdan belli… Halis-Karışmış, muhtelit. Ak ile beyazı karışmış saç. Tel. “Dil”: 760: Mahlas-Nâm. Lâkab. Halâs olacak, kurtulacak yer. “Kurtulmak, nâmın şânından belli olması”… Zat-ul hareke-Kendinden hareketli. “Kendinden zuhur”: 760: Teşkil-Vücud vermek. Şekil vermek, suretlendirmek. Meydana getirmek. Atın iki ön ve bir arka ayağının beyaz olması… Hamsin-50 sayısı. Üstadım’ın, bir Eczahâne’deki ilâç şişeleri arasında kalan 50 gramlık kurtuluş keyfiyeti ilacı tavsiyesini hatırlayınız: 760: Furkan Sûresi’nin, Berzah ile ilgili 53. âyeti)… HASTAHÂNE: 1721= 722: ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU… Hakîm, herşeyi yerli yerince eden, Allah’ın 99 güzel isminden biri; aynı isim ve mânâ Allah Sevgilisi’nin de kul sıfatıyla ve yüklendiği. ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU’nun mertebesi hakikati, onun Arş altı “Kürsî” mertebesi olarak, “hiçbir Peygamber’e verilmemiş bir müjde” sıfatıyla Allah Sevgilisi’nin. “Mekarimi, ahlâk-ı hamide denen ahlâkın bütün kerem ve kemâllerini tamamlamak” üzere gönderilmiş olan O’nun; ve yükünü tahayyül mümkün değil… Ruh, birdir; bedenlerle birleşince, senlik benlik hâlinde nefs doğar. Nefsler, ruh cihetinden bakınca, ruhtan olarak ruhtur ve birdir. Peygamberler arasında fark olmaması meselesine, Peygamberlik keyfiyeti anlamında bakmalı; Peygamberlik birdir. Her birinde tecelli eden hikmet ve görev açısından bakınca, hiçbiri Peygamberliği reddedilemez bir imân mevzuu olması dışında, derece sahibidirler. Hakikat-i Ferdiyye ise, Allah’ın Sevgilisi’nde tecelli eden; topyekün varlık, O’nun için ve O’nun yüzü suyu hürmetine yaratıldı.

*

MÜJDEM, mevzuu “İstikbâl İslâmındır!” olan bir YÜK hakkında YEVMİYE: “Allah hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemez. Sen o yükü çekebildiğin için veriyor, sevinmelisin!”… Aslı ve hakikati “şu” olan yükten, hisseme düşen “bu” müjdesi… Hakkın Hak üzere kaimliğinde, Kul kefesinin eksiksizliği kul olmasından dolayı mümkün değil. Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin, “Allah adliyle tecelli ederse yanarız; fazliyle tecelli etsin!” dediği üzere, kul kefesine Allah’ın rahmeti ile gelenin dengesi…  Bu husus da içinde, yine bir hâlden diğerine Allah’ın fazlıyla geçmenin bir çeşidi, hem naz makamına yakışır “O’nu O’na şikayet” ve hem de dua, müjdeme ek bana ithaf edilen Noktalamalar’dan: “Bu yük senden Allah’ım çekeceğim nâçarım, / Senden sana sığınır, senden sana kaçarım!”… Yük hissesi içinde… Başta Allah Sevgilisi, Peygamberler, Sahabiler, veliler, mümin ve Müslüman fertler… İradesi ve rızası Allah’ın iradesi ve rızası olmuşluğun hisseleri çerçevesinde, bunun bütün bir şuur ve hâl şeklini kesiksiz yaşayanlar malûm; o hâlde, genel mânâda “Senden sana sığınırım!” durumu, onlar için zaten tabiî… Allah Sevgilisi’nin başı sona bağlayan Nübüvveti, “zamanın devrini tamamlaya tamamlaya gaye noktasına ermesi” ki, dünya’ya Adem Aleyhisselâm’la DÜŞEN İnsan’ın kedureti, zirve noktasına erdi - nihayeti kıyametle sona erecek olan ve sonrası ebedî hayatın başlayacağı… Keduret, nefsin kedureti ve tezkiye şartı ile birlikte düşünülünce, bir şuur kudretine dönüşür; hâni zelillik idrakı, Allah’tan nereye erse doymayan uzaklık hissi, O’na iştiyak eseri olan… Burada, “Allah’tan Allah’a sığınma”nın, Allah Sevgilisi ve ümmetine mahsus hususiyeti de görünüyor… Hem Nübüvvet, hem de O’nun devrinin içinde bulunduğumuz zaman hükmü bakımından, Üstadım devrimizin mânâsını işaretlemiştir: “Keduret devrindeyiz!”… Müjdesi de içinde: Çektiği yük boyunu aşınca, Allah’a sığınan şuur, O’na sığınınca neden mahrum olur ki? Çekeceksin ve lütfûnu bekleyeceksin… Allah’ın doğrudan doğruya kalblerine bu hissî vereceği nesil, müjde!

*

EDHEM-Karayağız at: 50: MİHAD-Arz. Yer. Beşik. Döşek. Döşeme… KATUBE-Arkasında semeri olan deve ve at. (Semer-Meyve. Netice. İrad. Bir şeyin geliri: 740: Mütefekkir): 513: BENEFŞ-Gökyüzü… MÜTECEMMİL-Cemâl kesbeden, süslenen, ziynetlenen. (Zuhruf: Ziynetlenen, ziynetli Zu-Huruf: Harfler sahibi. Kültür): 513: ABİSTEN-Gizli. Gizlenen. Gebe. Dişi. Kabul edici, nefs. “Çatık yüzlü. Basiretli. Tag”. (Üstadım’ın ÇİLE şiirinden: Bir zerreciğim ki ARŞA gebeyim, / Dev sancılarımın budur kaynağı!)


Baran Dergisi 389. Sayı