Levha: 27 Ağustos 1985... Pasaport almak için kuyruğa girmişiz... Üst kata çıkıyorum... Mehmed Zekâî Özcan ve Nilgün... Nilgün gülerek, “o hapları bana ver!” diyor... Veriyorum! Levha: 5 Eylül 1986... İlkokul ve lisede beraber okuduğum yakın arkadaşım Mehmed Zekâî Özcan ile kavuşmuşuz... 40 yaşında imiş... Güleryüzlü ve muhabbetli bir hâli var... Evlenip evlenmediğini soruyorum... “Sonra konuşuruz!” gibi kaçamak cevablar veriyor... Ben ısrar edince, “girdi, çıkmadı!” diye imâlı bir söz... Şerif Muammer’le ortak iş yapacaklarmış! Levha: 7 Eylül 1987... Aaa! Mehmed Zekâî Özcan... Seneler sonra karşılaşıyoruz... Sevinçle birbirimize sarılıp öpüşüyoruz!
Levha: 2 Ekim 1984... Postahane ve kahvehane benzeri bir yerde, bizim aile... Şu da kim? Mehmed Zekâî Özcan... Yanındaki dayısı imiş... Selâm veriyorum... “Demek döndü!” diye bir his içindeyim... Başka bir masada da, Zekâî’nin Erzurumlu arkadaşı Mehmed... Galiba dargınlar ve Mehmed Zekâî, Almanya’dan gelmiş gibi... İkisini karıştırıyorum ve toka yaptırıyorum... Zekâî oldukça irileşmiş ve ensesi kalınlaşmış... Sonra ben, Zekâî ve Mehmed, yer minderinde oturuyoruz... Adile teyzem masadan bana bakıyor ve muzipçe gülümsüyor... Durumdan ben de memnunum!

*

Hatıralar, rüyâlar ve hayâller; düşünceler ve ritler. “Tilki Günlüğü”nden bahsediyorum. Bana yukarıdaki LEVHALARI yazdıran sebeb de, BARAN dergisinde çıkan Şükrü Sak’ın yazısı: “İSRAİL ODASI ile ÖLÜM ODASI arasında nasıl bir alâka var?”... Benim HAFİYE oluşum ve NYMPHALAR’ın benim üzerimdeki “casuslamaları-aramaları” göz önünde tutulduğunda, sair hâdiselerle birlikte herhâlde bu yazı dizisinin elinizdeki bölümünü, mizahî bir dille “CASUSLAR SAVAŞI” diye nitelemek gerekecek. TELEGRAM cihazının hedef kişisi ve bu tesir altında, tabiî hayatı yaşayan ve onun getirdiklerini İlâhî lütûf eseri ve “kısmeti ayağına gelmiş” gözüyle bakan benim, hangi harikaları yaşadığıma da şahid olacaksınız.

YEVMİYE: HAFİYE ŞERLOK HOLMES

Tamamı 36 parçayı bulan şiirleri ve onlarda toplu, her dem taze açılışların ipuçları:
— “İkimizi anlatıyor şiirlerim, bayılacaksın... “ÖLMEDEN ÖNCE NEFSİNİ HESABA ÇEK!”... Nefs muhasebesi! Ben yaşadığımı, fikrimi, şiirimde de yazarım... Yaşamak lâzım! Şerlok Holmes’i yazan... Kimdi o? Büyük resim koleksiyonu vardı...”
— “Hatırlayamadım...”
— “Neyse... Polisiye roman. Ama onda basit anlatma değil... Küçük şeylerin arkasını kurcalıyor. Gerisi hep onun kopyası!”
— “Teferruatçılık şuuru...”
— “Evet! Kelimesine bir gazeteden bir altun alıyordu... Uzatıyor... Hissettirmeye çalışıyorlar, hani “fazlalıklar” filân diye. “Hangisi?” diyor; gösterin! Cevab veremiyorlar, utanıyorlar, “hık, mık”... “Ben buldum!” diyor; “bakın, iki kelime!”... İsmini gösteriyor! Şöhret... Nerede bizde sanatkâra, fikirciye...”
— “Size verdiklerini kimseye vermezler efendim...”
— “Vermezler! Mısraı 7-8 bin liraya geliyor... Kelimesi 800-1000 lira... Fikir, ekmek gibi. Hayatım boyunca fikire değer verilmesinin kavgasını yaptım... Fikir haysiyetinin...”

25 OCAK 2010

Şükrü Sak, bu tarihli VAKİT Gazetesi’nde manşetten yayınlanan haberi naklediyor:
O haberde, Genelkurmay’ın “Elektronik Sistemleri”nin, yapılan işbirliği çerçevesinde, tamamen İsrailliler’in kontrolünde olduğu ve SİYAH LÂLE ismi verilen bir operasyonla ilgili düzenlenen resmi raporun netice bölümünde, İsrail Genelkurmay “Elektronik Sistemler” personeli tarafından Türkiye’ye âit kanalları dinledikleri ifâde ediliyor... Buradan çıkan netice şu; bütün “Elektronik Sistemler”e hâkim olanlar İsrailliler...
Salih Mirzabeyoğlu’nun ÖLÜM ODASI’nda, TELEGRAM ile ilgili anlattıkları gözönüne alındığında, şu soruyu sormak kaçınılmaz oluyor: Genelkurmay’daki İSRAİL ODASI ile, Salih Mirzabeyoğlu’nun ÖLÜM ODASI’nda anlattığı “elektromanyetik dalgalar” yoluyla uygulanan TELEGRAM’ın, Telegram işkencesinin bir alâkası var mı?

*

İHTİLALCİ ÇIKIŞ: (Tilki Günlüğü’nün, 25 Ocak günlü başlığı): 1497. Mevamit: Allah Resûlü’nün İncil’de geçen bir ismi: 497.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1497.
İmtihan: 497.

*

Siyah Lâle: 142.
Musîb: Allah Resûlü’nün isimlerinden biri. İsabetli, yanılmayan, doğru: 142. Men ene?: Ben kimim?: 142.
Mehdî: (Büyük ebced): 142.

*

İSRAİL ODASI: 303+71= 374.
Mükâşeha: Düşmanlık yapma: 374.
Mehdî Mirzabeyoğlu: 1374.
Münferid: Hapishânede tek kişilik hücre. Tek başına: 374. İş’ab: Ölme: 374.

*

ÖLÜM ODASI: 153.
Mehdî Muhammed: 154= 1153.
Ül’üban: Oyuncu, aktör: 154= 1153.
Mescen: Cezaevi: 153.
Hanife: İslâm’dan evvel Allah’ın birliğine inanan ve Hazret-i İbrahim’in dininden olanların vasfı: 153.

DİKKATİMİ ÇEKEN İSİM

Milliyetçi Hareket Partisi Ankara Milletvekili “Mehmed Zekâî Özcan”, 18 seneden beri hiçbir ülkeye verilmeyen bir ayrıcalığın, İsrail hükümetine tanındığını iddia etti. Özcan, Genelkurmay Başkanlığı’nda İsrail’e âit özel bir odanın olduğunu söyledi. Partisi’nin İlçe teşkilâtını ziyâret eden Özcan:
— “Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde İSRAİL ODASI veya benzer isimlerde İsrail Devleti ile irtibatlı herhangi bir birim bulunmakta mıdır?”
Mehmed Zekâî Özcan, Meclis’e verdiği soru önergesinde, gizlilik derecesi taşıdığı gerekçesiyle, kendisine cevab verilmediğini söyledi.

*

Mehdî Mirzabeyoğlu: 1374.
Neşita: Bir şeyin aramaksızın ansızın bulunması: 374.
İlma’: İşaret etme: 142.
Ünafî: Büyük burunlu kimse: 142.

*

Hâdise’ye işaret eden, VAKİT Gazetesi haberinden sonra, önerge sahibi Mehmed Zekâî Özcan. BARAN dergisini okuduğumun ertesi günü, Televizyon’da onu gördüm ve yüzünün karakteristik özelliğini veren burnu, yürüyüşü ve ertesi gün yine Televizyon’da bu mevzuda konuşurken emin olmak için dikkat ettiğim gövde yapısıyla, “acaba”ya mahâl olmayacak şekilde, “o” olduğuna kanaat getirdim. O ise, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin “İnşaat Mühendisliği”nde okuyordu ve birbirimizi kaybedeli aradan tam 37 yıl geçmiş; “acaba şehid mi oldu?” diye seneler boyu hatırıma gelen o gençlik arkadaşımı görmek, büyük sürpriz oldu. 2 Ekim 1984’deki LEVHA’daki suret o, asıl ise Üstadım. Neyse; hayata dair ümitlerimiz vardı, yaşadık o hayatı ve ümitlerimiz mazide kaldı. Onun, ölmeden önce ölmemiş olduğunu öğrendim - hepsi bu!
Nilgün: 150.
Mehdî Muhammed: 151= 1150.

*

Habbe: Tane, tohum. İhtiyaç. Parça: 15.
B.D. - İBDA: 6+9= 15.
Yâd: Anma. Hatırda tutma. Zikretme. Hediye. Hatıra. Hatır, gönül. Uyanıklık: 15. Eyyid: “Kuvvetlendir, teyid et, devam ettir” meâlinde: 15.

DELGADO’NUN BOĞASI DEĞİLİM...

Ben konuşurken, bir fikir veya yaptığım şakadaki hatayı edebinden değil de, sinsice kullanmak üzere usulca yanında götürenlerden bahsediyor NYMPHALAR. Onların niyetlerini söylememe gerek yok. Onlara bu malzemeyi verenler ve bana karşı kullanılmasına vesile olanlara gelince, TELEGRAM’da çeşitli tonlarda pay sahibi sui-kasdçiler; kötü kasıtlılar. Çoğu zaman da şapşal. Meselâ, “ben Mohikanların sonuyum!” diye, çeşitli vesilelerle yaptığım bir espri var; Amerika’da Mohikan kabilesinin beyaz adamlara tâbiyetini kabul ettirdiği için, bir yönüyle halkının bütünüyle imhasını önlemiş, diğer yönüyle efsanevî savaşçı arkadaşının gözünde bir “hain” olan bir adamın hikâyesi. Filmin adı, “Mohikanların Sonu”. Ben, “Mohikan” kelimesinin ses olarak bana verdiği “esatiri duygu” ve coşkunlukla, “ben Mohikanların sonuncusuyum!” niyetine, “Mohikanların sonu!” diyordum. Bu esprimdeki duyguyu besleyen de, 20. yüzyılda “kökler” deprenişiyle başına tüyünü ve eline silâhını alan tek bir kızılderilinin hikâyesini anlatan basit bir filmdi. Neticede ben, “Mohikanların sonu” derken, sadece ismi sözkonusu ederek, bir tedâî olarak kullanıyorum.
Bu satırları yazma hevesinde değildim. Yazmak istediğim şuydu: Biz, Delgado’nun kobay boğası değil, mânâda Necip Fazıl’ın boğasıyız. Her zaman ve her yerde. Şimdi bulunduğum yer de belli. NYMPHALAR: “Mohikanların Sonu gibi mi?” diyor. Yâni, espri yaparken pot kırdığım gibi mi? Sözümün anlaşılmasında pürüz kalmasın diye, bu izâhı yapmış bulunuyorum.

*

Delgado: Beyinde zihnî aktiviterlerden, idrakten, hislerden, mücerred düşünmeden, sosyal ilişkilerden ve nahif artistik sanat istidatlarından mesul basit mekanizmalar vardır. Bu mekanizmalar fizikî ve kimyevî yollarla tesbit, tahlil ve tahkim edilebilir, bazen de
değiştirilebilir. Bu yaklaşım, arzu ve düşüncelerin sadece merkezî sistemiyle ilgili fenomenler olduğunu öne sürmez; merkezî sinir sisteminin davranış göstermede mutlak gerekliliğini de kabul eder. (Delgado’nun hayvanlar üzerinde yaptığı en meşhur tecrübe, arenada üzerine gelen boğaya elektrikî uyarı kullanarak durdurmasıdır.)

*

1999’da, Metris Cezaevi’nde iken, HÜRRİYET gazetesinde bir yazı dizisi başlamıştı: “İBDA- C’de Grub seks”. Salih Mirzabeyoğlu’nun “Tilki Günlüğü” ismini verdiği günlüklerini “ele geçirmişler”, bu yazı dizisi o imiş. Benim 6 cildi de yayınlanmış bulunan TİLKİ GÜNLÜĞÜ’ndeki rüyâlardan seçmeler yapmış, yazının başlığı aktardığım gibi. Gazete’nin Genel Yayın Müdürü, Ertuğrul Özkök idi. 14 Ekim 2010 tarihli Sabah Gazetesi’nde çıkan bir haber:
Gazeteci Ertuğrul Özkök, “Devrimci Karargâh Örgütü” soruşturması ile ilgili olarak tutuklanan Emniyet Genel Müdürlüğü Eski “Terörle Mücadele Şubesi Başkanı” ve Eskişehir Emniyet Müdürlüğü’nden merkeze alınan Hanefî Avcı’nın ofisinden çıkan “ses kayıtları” ile ilgili, Savcı’ya ifâde verdi. Ertuğrul Özkök, “dinlesinler, benim saklayacak bir şeyim yok diyemezsiniz. Bazen insan, karısına sevdiğini söyler, özel konuşur, (...) dersiniz. Karınızla cilveleştiğinizi sanıyorsunuz, meğer GRUB SEKS yapıyormuşsunuz. 5 kişi daha sizi dinlemiş. Böyle şey olur mu?” dedi... Ses kayıtlarının saklanması ile alâkalı olarak da: Bir insan ruh hastası değilse, sapık değilse, niçin bunu saklar? Zamanı gelince menfaat temin etmek için değil mi? Bugün kendisini güçlü gören insanlara da seslenmek istiyorum. Bunları kim yaptıysa, kasetleri kim sakladıysa, (imha etmesi gerekirken), bulunmasını rica ediyorum.

*

Ben, TELEGRAM’ın hedef kişisiyim. NYMPHALAR, başta Ergenekon davaları etrafındaki hâdiseler olmak üzere, olup bitenlere, “Devlet bağırsaklarını boşaltıyor!” diyorlar; filâncaya atıfta bulunarak. Ben de ekliyorum: “Bağırsaklar boşaltılıyor derken, bağırsak kalmadı!”... Ben haberin habercisiyim.

*

Sevr: Öküz. Boğa. Boğa burcu. Dünyaya vekil tâyin olunmuş meleklerden biri: 706. Fikir Kahramanı: 706.
Enterne: Belirli bir yerde oturmaya mecbur edilen veya gözaltına alınmış kimse: 706.

SUİKASD - TELEGRAM

TELEGRAM’da durumum: Bir yanda bedenime ve şahsiyetime suîkasd, diğer taraftan benim suîkasdime hedef Telegram işi.
Telegram: 1676.
Suîkastçi: Karayılan: 676.
Suîkastçi Karayılan: 1072.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1072. Mütefekkir Mirzabeyoğlu: 1072.

*

Suikasd: 261.
Muavvezeteyn: Felâk ve Nas Sûrelerine verilen isim.
Tenkiz: Kurtarmak, kurtarılmak: 1260= 261.
Herkül: Üstadım’dan: Allah, Resûl aşkıyla yandım bittim, kül oldum — Öyle zaif düştüm ki, sonunda Herkül oldum.): 261.

İKNA ODASI - İKNA USÛLÜ

Sapık ses, zaten tek başına sinirleri oynatıyor... Kenan’ın sesi:
— “Bana bak bana, senin (...) tamam mı?”
Bu minvalde, cadaloz “ergeg” sesiyle, artık klâsik olmuş, 5-10 dakika, hadımağası hırçınlığıyla sövüyor, sövüyor, sövüyor:
— “Tatlım, seninkiler bu akşam tınnn! Tın oldu lan, yeminle tın oldu! Tüh Allah belanı versin! Ulan tınnn diyorum be! Tınn, tınnn, uçtular, uçtular! Kaçtılar değil lan, uçtular, uçtular! Kıçına bakma salak! (...) yerinde, onu boşver lan! Bırak su şişesine bakmayı, hayvan, he “Taşdelen” yazıyor üstünde! Hayvan, sana söylüyorum, şimdi geçmişini (...) bana; o karının göğsü kıyak değil mi? (Televizyon spikerini söylüyor, yâni aynı safta olanların en evvel bakışını!) Bana bak bana, seninkiler tınnn, bu akşam arabaları içinde tınnn! Yeminle söylüyorum! Yok yok, yutmadı, yutmaz, daha olmadı, bu gece olacak! Kızkardeşin davet etti, geliyorlarmış! Mıştırı mıştırı mış! O kadın anahtarı çevirince, uçtular, uçmadılar, uçacaklar, uçacaklar ulan, uçacaklar! Seninki “mi, mi, mi!” diyor telefonda! Ulan hayvan, kalk be, bir nara at, karın, çocukların hepsi bu dünyadan tınnn oldular, yok olmadılar, olacaklar!”
Odada bakabileceğim üç-beş bellibaşlı eşyadan başka bir şey yok. Zaten onlar anahtara alındıktan sonra, aslına bakarsanız, kamerayla gözetlemeye filân da gerek yok. Gözün neye değse, bir de kendini kamera gibi onlar için - onlara bakıyor hissetmişsem, bakışındaki oyalama niyetli durum, otomatik olarak, meselâ “sandalye” diye zihinde kelimeleşiyor. “Hee sandalye! Sen şimdi onu bırak da...” diye devam eden fasıl.
Kafanın içinde bir hoparlör, kafanın kendi sanki bir hoparlör, manyetik alan içindesin, bir müddet sonra, seni en heyecandan en rahata, en büyük korkudan gönül çelen sükûnete, robot gibi istediği şekilde oynayan bir akıntıya kapılıyorsun. Oturduğum yerde bir ânda ayılır olduğum durumda saate bakıyorum ki, aradan belki beş-altı saat geçmiş, sabah olmuş. O arada kaç çay, kaç sigara içmişim kim bilir. Yarı baygın, yarı şuurlu geçen saatler. Sözkonusu hâdise: Mustafa Aşık’ın annesi Nezahat Hanım, kendisi için hep duacı ve minnettarım, bizim Tuzla’daki evde, özellikle kışın, sayfiye yeri olduğu için etraftaki evlerde kimse bulunmamasından dolayı, hanım ve çocuklarla beraber kalıyordu. Arabası da var. Pisliklerin bahsettiği araba da o. Ben, aradan şu kadar sene geçmesine rağmen, onları paniğe sokmamak için, bu kaygıdan öte içimde yivleşen sıkıntıyı onlara anlatmadım. Sadece, “dikkatli olun!” yollu endişemi izhar ediyorum, onlar da benim yaşadığım buudun olur ve olmazlarından habersiz, “merak etme biz iyiyiz, sen kendine bak!” diye beni teselli ediyorlar. Onları her görüşümde, onlardan veya benden yana bir sonun içinde olduğumuz duygusuyla, hep bir dahaki ziyarete kadar kahır içindeyim.

“ŞÜBHELİ ÖLÜM!”

– Turgut Özal hayatta iken ona en yakın isimlerden biri olan ve Başbakanlığı döneminde Özel Kalem Müdürlülüğü’nü yapan Feyzi İşbaşaran, 22 yıl önce (1988) Özal’ın yaralandığı suikasd girişiminin perde arkasını anlattı.
– Turgut Özal, bu hâdiseyi kafasına çok takmıştı: İşin peşine düştükçe, iç ve dış irtibatlarını ve kimlerin gerçekleştirdiğini isim isim çözdük. Bazı isimler karşısında şoke olduk. Tam harekete geçecektik ki, parti içinde 4-5 kişiden çok ciddi ikaz aldık.
– Baskılar yoğunlaştı. Dinlemeyip devam etseydik, çok büyük savaş çıkardı. Özal, “Hesaplaşırsak ülke karışır” dedi. Çankaya’ya hazırlandığı için mesele istemiyordu. Dosya kapatıldı.
– Birgün ben ve bazı arkadaşlar, “hesaplaşalım” dediğimde, “çocuklar çok gençsiniz. Hesaplaşmaya girersek ülke kaybeder, ülke karışır. Tehdit altındayım, önümüzdeki bir yılı atlatmamız lâzım. Bizim bu hâdiseyi çözdüğümüzü, bunu yapanlar biliyorlar. Tekrar teşebbüs edemezler. Can güvenliğinizin teminatı benim. Dertleri beni tasfiye etmek. 292 vekil bunların gözlerini korkuttu. Anayasa’yı değiştireceğimizi düşünüyorlar. Bu işi unutun ve sakin olun. İçinde bulunduğumuz yılda bunlarla kavgaya girersek, kaybederiz.”
– (Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 17 Nisan 1993’te, köşkte koşu bandındaki yürüyüşünden sonra, yere düşerek bayıldı ve hastahâneye yetiştirilirken yolda vefat etti. Teşhis: Kalb krizi. O günden bugüne devam eden iddialar ise, onun öldürüldüğü şeklinde.)
– Feyzi İşbaşaran: Vefatından bir gün önce, Çankaya Muhafız Alayı Komutanlığı’nın içindeki camide son Cuma namazını kıldık, bana yanında değil, arkasında durmamı söyledi. Sonradan, “kendimi iyi hissetmiyorum, namazda sırtüstü düşerim diye endişe ettim. Ayaklarım tutmuyor, çok hâlsizlik var!” dedi.
– Semra Özal, 12 Ekim 2010 tarihinde katıldığı bir programda, eşinin Başdanışmanı Kaya Toperi’nin ısrarıyla Bulgaristan Büyükelçiliği’nde katıldığı bir toplantıda içtiği limonatadan zehirlenmiş olabileceğini söyledi. Kaya Toperi ise, daha önce de gündeme gelen bu iddiaya ilişkin Aralık 2008’de yaptığı açıklamada, Semra Özal’ı yalanlamış, “kimin ne içtiğini bilemem, Semra Özal Bulagaristan Elçiliği diye hatırlıyor. Armoni Galerisi idi” demişti. Toperi, Semra Özal’ın otopsi istemediğini belrtmişti. Galeriden bir yetkili ise, “Sergi öncesinde Köşk’ün korumaları geldi, herşeyi inceledi!” dedi.
– Turgut Özal’ın kardeşi Korkut Özal, bir televizyon programında ağabeyi Turgut Özal’ın
zehirlendiğini iddia etti.

*

Sene 2006... Bolu Cezaevi... Düşler dünyasında şuurlu yolculuk gibi, bildiğimiz uyanıklık şuuru ile, son derece süratli araba kullanıyorum; vücudumu âniden kaplayan şiddetli bir elektrikî tesirden sonra. Direksiyon hâkimiyetini kaybettiğim gibi, yoldan çıkmamak ve takla atmamak için gaz kesemiyorum. Tabiî olarak fren de yapamıyorum. Araba takla attı atacak heyecanı, korkusu, telâşı içindeyim ama, uygunsuz bir hareket yapmadan makul sürate inene kadar gidiyorum. İnanır mısınız, eğer kaza olsaydı, ben gerçek kaza olmuş gibi ölebilirdim. Kalb krizi mi denirdi. Uyandım. Müthiş bir kalb çarpıntısı ve nefes nefeseyim. Hücremin havalandırmaya açılan kapı arkasından sandığım çıplak bir ses, “tüh kurtuldu!” diye hayıflanıyordu... Bu kurguyu, insan rüyâ görürken bazen rüyâda olduğunu bilir ve “o şuur içinde”, rüyâda iradî bir rol oynamaya kalkar, ona benzetiyorum. NYMPHALAR, başka bir kurguda, mekânların film sahneleri gibi olduğu ama gerçek, benim de o hâl içinde şuurlu olarak dolaştığım “çalışma” yapmışlardı. Tabiî hâlin içinde, hatıra gibi hatırlanan; öylesine tabiî. Sonradan.


Baran Dergisi 198. Sayı