Levha: 7 Eylül 2008… Kumandan’ın olduğu Cezaevi gibi bir yerde, geniş bir odadayız. Karşımızda ranza gibi iki katlı yatak var. Kumandan üstte Kur’ân okuyor, ben yere oturmadan önce onu takib ediyor ve okuduğu yeri görebilecek şekilde bakıyorum. Kumandan çok yavaş okuyor; yeni öğrenenler gibi… Ama mahreçlere çok dikkat ediyor. SAD harfini okuması aklımda kalmış. Biz yerde otururken Kumandan karşımıza gelecek şekilde solumda oturuyor, onun kim olduğunu hatırlamıyorum. Sağımda Sadeddin ağabey var gibi. Kumandan’ın burada elektronik cihazlar olmadan sadece Kur’ân okuyup düşünmesi ne kadar güzel ve zor diye düşünüyorum. Sonra Kumandan inip geliyor ve bizim önümüze oturuyor. Ben hemen yer veriyorum. Büyüklerin küçüklere hitabı olarak, “hayır, sen otur!” diyor. Ben, “yok efendim, buyur geç!” diyorum ve verdiğim yere oturuyor. Sonra, sağında bulunan kişiyle konuşuyor; çay yapıyormuş. Ben de ona, “çay nerede?” diye sesleniyorum. Kumandan konuştuğu için duymuyor. Tekrarlıyorum. Yüzü başka biri olmuş; tanıdığım biri. Ben onlar konuşurken çay yapıp ikram etmeyi düşünüyorum. (Fatih Turgut.)

*

Sad: Bir harf. Ebced değeri: 90.
Nîl: Nil nehri. Su. Mavi. Sıfır. Şifre: 90.

*

SAD Sûresi: Davud Sûresi de denir, Kur’ân’ın 38. Sûresidir… Davud: 15: Hud-Kendisinde EHADÎ hikmet tecelli eden Peygamber: B.D.-İBDA… Pîç: Nesebi belirsiz. Aslı bilinmeyen. Bulut: 15… Nil: 80= 1079: Milt-Nesebi belirsiz. (Evveli bilinmeyen hâl ve durum.)… Yevmiye: “Hiç kimseye hiçbir şey borçlu değilsin!”… Üstadım’ın benim için, “gelişi gidişi belirsiz” mânâsına, “gelişi gidişi muğman” tâbirini kullanması ve “kendi geldi!” vurgusu, KENDİNDEN ZUHUR hikmeti çerçevesinde çokça işaretlendi, anlatıldı… Davud Aleyhisselâm’da tecelli eden VAHHAB sırrı da, “doğrudan doğruya Allah’tan vergi ve kadim mânâ” diye gösterildi… Yevmiye’deki hikmeti bizzat Allah Sevgilisi’ne âit bir husustan, Cafer-i Sadık Hazretleri’ne sorulan soru ve O’nun verdiği cevabtan bir kıyasla anlayabiliriz… Soru: “Allah Resûlü’nün hem baba, hem de anne tarafından YETİM kalmalarındaki hikmet nedir?”… Cevab: “Üzerlerinde KUL HAKKI diye bir şey kalmaması için böyle oldu. İşte bu noktadaydı hikmet!”… İbn-i Abbas’tan rivayet: “Allah Resûlü henüz ana karnında iken babası vefat edince, Melekler, –Yarabbi, Resûl’ün öksüz kaldı!– dediler. Allah buyurdu: Onun koruyucusu ve yardımcısı benim!”… Ana ve baba, insanın var olabilmesi sebebi olduğu için, en büyük kul hakkı onların oluyor; ana-baba şartlarını yerine getirenler için bu böyle. İş mânâ açısından bakılırsa, Allah Resûlü, doğrudan doğruya Allah’ın İNSAN’dan murad diye yarattığı ve müridi-yetiştirdiği… PÎÇ’in, neseb belirsizliği mânâsı bilinirken, mânâda “evveli bilinmeyen”, bununla içiçe olarak “kıvrım, büklüm, dolaşık, karışık” bir varlık ve oluşa sıfat niteliği pek tanınmış değildir. Bu mânâlar için mecaz olarak kullanılabilecek olsa da, PÎÇ, mecaz değil, sözkonusu keyfiyeti de işaretleyen bir kelimedir. “Akıl, KARIŞIK bir davadır!”; bir yönü duyu organlarından geleni değerlendiren, diğer yönüyle doğrudan ruha ait görünüşü bakımından. Burada, KARIŞIK yerine, PÎÇ demenin âlemi yok. Bu izâhı, yarın bizim “hiç kimseye hiçbir şey borçlu olmama” babını da içine alan bir mevzuda, ebced tevafuku getirisi bakımından işaretlediğimiz kelimeye bakıp, hava atıyorum zannıyla onu kastederek “ben bir PİÇİM!” denmesin diye yapıyorum… Milt: Nesebi belirsiz… Miltat: Deniz kenarı. (Kusto, at kişnemesi, hayâl, fikir adamları)… Deniz, ilim-can-ruh ise, kara bedenimiz; sahil, şuurlu benliğimiz. “Tesir edici eser” hüviyetimizle, ne Allah’ız, ne aslı yokluk olan varlık; ele alındığı yere nisbetle âit görüneniz. Tezkiyesine memur olduğu nefsiyle İNSAN bu… Allah’ın bütün varlıklarda tecelli eden BİR olması hakikati, yâni EHADÎ hikmet ve doğrudan Allah vergisi VAHHAB sırrının, HUD ve DAVUD Aleyhisselâm’da tecellisi, her ikisinin ebcedinin 15 oluşu, bunun yanında aynı ebcedle PİÇ ve B.D.-İBDA, Üstadım’ın sözü ve KUSTO, hepsi bir arada, çerçevelemiş oluyoruz.

*

Sad Sûresi: 431.
Furkan: Kur’ân. Kur’ân’ın 25. Sûresinin ismi. Hak ile bâtılı birbirinden ayıran: 431.
Salih Mirzabeyoğlu: 1431.
Lûgat: 431.
Yekta: Tek, yalnız, eşsiz: 431.
Aranik: Su kuşlarından boynu uzun bir kuş. (İki cihetten riyasete, zâhir ve bâtına muhatab; fikir ve tasavvufî. Bu mânâda bir semboldür su kuşu.): 431.
Atik: Çabuk davranan, çevik. (Atik: Esaretten serbest bırakılmış olan. Hüküm çıkarmaya ehil. Necib. Soyu temiz. Genç kız - nefs, gönül. Kadim-eski, başlangıcı olmayan, evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet. Kafa, baş.): 431.
Vekte: Eser. NOKTA. (Sıfır, şifre. Eserin doğduğu yer. İki bilgi veya varlık arasındaki sır, bilinmeyen.): 431.
Müteşahhıs: Şahıslanan, gözle görülür hâle gelen. Şahsını tanıyan: 1430= 431.
 

TİLÂVET-İ KUR’ÂN

 
Kur’ân: 351.
Rafi’: Yükseltici. Hamil. Sahib. (Esma-i Hüsna’dan, Er-Rafi’: Dereceleri yükseltici.): 351.
Şe’n: İş, yeni olan hâl. (Her ân yeni olan.): 351.
Kıran: Yakınlık. İki ayrı şeyin birleşmesi: 351.

*

Kur’ân-ı Kerim: 621= 1620.
Vesika: Sened. (Kur’ân-ı Hakîm: Hakîm olan Kur’ân. Hikmetli, çok hâkim ve muhkem mânâlarına gelir.): 621= 1620.
Kanaat: Kanmak. Razı olmak: 621= 1620.
Mukattaat: Bazı sûrelerin başlarında, “sevenle sevilen arasında şifreler” olarak tâbir edilen, kesik kesik –tek– harfler: 620.
Ta’mik: Derinleşmek. Esasına varacak şekilde araştırmak: 620.
Keter: Kadr, mertebe, derece: 620.

*

Tilavet: Okumak. Takib etmek, arkasına düşmek: 836.
Şevkistan: Dikenlik. (Şevk: Diken. Birinin hiddet ve şevketi görünmek. Ekin: 326: Tezkere-Pusula. Herhangi bir iş için izin verildiğini bildirmek üzere alınan resmi vesika… Şevket: Kudret ve kuvvetten doğma haşmet. Padişaha mahsus heybet ve saltanat. Diken. Diken batmak: 726: Hülâsa-Bir şeyin, bir bahsin özü: Kevser-Kıyamete kadar gelecek Âl, Ashâb, Etba’ ve onların iyilikleri, hayırları. Gayet çok şey. Hikmet, ilim, Kur’ân, İslâm, Tevhid, İLM-İ LEDÜN, Marifetullah. Cennet ırmaklarının kaynakları. Cennet’te bir havuz veya nehir.): 837= 1836.
Hal-dar: Benli, benekli. Hindu, ben, noktalı. (Hâl-i siyah: Ben, hindu: 707: Aktör: Zürkat-Mavi, mavimtırak, nilî, hiç, sıfır, şifre… VARİS: Mirasçı. “Herşeyin kendisine rücu ettiği” mânâsında, Allah’ın güzel isimlerinden biri: 707= 1706: Fikir Kahramanı.): 837= 1836.
Heltat: Cemaat, topluluk: 836.

*

Kari’: Okuyucu, Kur’ân okuyan: 311.
Şüheda: Şâhidler, şehidler: 311.
Muhteri’: Misli görülmedik birşey icad eden. Yeni birşey bulan. Mübdi: 1310= 311.
Mirzabeyoğlu: 322= 1311.

*

Tilavet-i Kur’ân: 836+351= 1187= 188.
Akide: İnanılan ve itikad edilen esas. İmân: 189= 1188.
Mukaddeme: Takdim. Önsöz. İlk söz. Başlangıç. Önde gelen: 189= 1188.
Besase: Göz, ayn. (İdrak): 188.
 

TERÖRLE MÜCADELE İMİŞ’DEN

 
Bolu… Herhâlde 2006-2007… Pek çok buluş(!) yaparak, kendimi fizikî olarak tek parça tutmaya çalıştığım demlerde, o sıkıntı içinde tecelli eden ve bugün bile beni sevindiren, NYMPHALAR’ın bir sürü uyduruk tevil getirmelerine rağmen kendi marifetleri diye gösteremedikleri bir hâdise: Ramazan ayında, ben hem oruç, hem de aşırı BETATRON tesiri altında yorgun, uykusuzluğumu yarı ayık gidermeye çalışıyordum, nasılsa büsbütün daldığım bir vakitte, onların uyandırmaları ile gözümü açmaya davrandım, bu yarı uykulu hâlde göğsümde, kalb hizasında soldan sağa sağdan sola hafif gezen bir Kur’ân sesi; içimde gezen, okunan Kur’ân… Aradan 4 sene geçtikten sonra, (vakit vakit Metris’in ve kendi marifetlerinin hatırlatma ve bende kalanı tesbiti çerçevesinde, bir yandan da sağlama yapan) NYMPHALAR, her ne kadar benim bir “harika” gördüğüm bu hâdiseyi, “uykuda kendin okuyordun!” diye tevile çalışıyorlarsa da, beni şaşırtanın, benim bildiğim bir Sûre olmayışından dolayı meydana geldiğini dikkate almıyorlar. Bu hâdise, her edindiğim kanaati bozma ve Kenan’ın, her kurgunun ardından, “oyun bu oyun, oyun içinde oyun!” nakaratıyla beni hep kararsızlıkta bırakma usulünün de çöküşü idi; oyunların birbirini iptâli, bir takım kanaatlerin oluşmasında kalıcı tortu teşkil etti. Biri ve başlıcası şu: Sanki, kafama ilka edilen hususlar, kafam bir ses kaydedici, “terleme” dedikleri kendilerinin veya “şartlı refleks” hâlinde bir dış hâdise saikiyle, aynen tekrar ediyordu. En çok korktuğum hususlardan ve “kafayı yemiş”e pek uygun düşen. Güyâ, kaçarken kendi gölgesinin takibinden korktuğunu farkedemeyen ve onu kendi dışında bir varlık zanneden adamın hâlinde oluyordum. “Gûya diyorum, çünkü öyle değilim; peki bu tekrar eden sanki vicdanımın sesi? Hani, bir adamı öldürmüş biri, döner dolaşır vaka yerine gelir ve halk içinde buna “kanı tuttu!” derler. Ben, söylediklerine nisbetle öyle değilim, bu tekrarı da bana ilka edilenin hatırlanması diye anlıyordum. Dikkat ediliyorsa, şu anda da hatırladıklarımı yazıyorum, ama hiç kimsenin “kafayı yemiş” tâbirini kullanamayacağı şartlarda ve bana empoze edilmeye çalışılanları ifşâ niyetiyle… Ve bildiğiniz üzere, “ortaya çıkın da konuşun!” diye tepinerek. Sanki hasta karşısında doktor rahatlığıyla ve her türlü sapıklık serbest bir belden aşağı mevzu serbestliğiyle, benim ahlâkım üzerine ahlâksızlığını işletici ve “ne diyorlar derlerse, ne diyeceksin?” rahatlığıyla beni kendi kendime zora düşürücü niyetleri, benim “ortaya çıkın da, sapık ve hasta olmadığınızı isbat edin!” tavrımla ne hâlde, takdir “siz sayın okuyucularım”a kalmış durumda. Üstelik onlara, onların tarafına mahsus olmak üzere, “neler neler anlattım, söyledim!”, ortaya çıkıp söylesinler, ben de mahcub(!) olayım, kızgınlık adına kimin ne hüneri varsa muhatab olayım… Galiba söz dağıldı:  Zaman içinde, o tekrarların benim beynimde bir kayıt tekrarı değil de, onların cihazlarıyla basbayağı tekrarı neticesi olduğu anlaşıldı. KUR’ÂN okunması meselesine gelince, belirttiğim gibi benim ezbere bildiğim bir Sûre olmadığı gibi, ses benim değildi, tecvide uygun ve makamla okunuyordu ve ben sanki kalbimde okunanı yabancı imişim gibi dinliyordum: 10-15 saniye süren şaşkınlık. Mahmud Efendi Hazretleri’nin, gece kalkıp benim için dua ettiğini hatırladım ve Kur’ân okunmasını da böyle bir şeye yordum. Tersinden veya düzünden her ne denecek olsa, hepsinin önünde dize gelecek olduğu hakikat şudur ki, beni mesud eden-şâd eden hâdise, neticede kaderimdi.

*

Bolu… 2005 senesinin, herhâlde Ağustos-Eylül ayı… Telegramcılar için “ne oluyor ki?”, benim için sanki solucan üzerine tuz serperek onun içini dışına çıkarma işkencesi başlayalı birkaç ay geçmişti. Gece, Kur’ân okuyorum. Yasin Sûresi’ni. Havalandırmaya açılan kapı dibinde, sırtım duvara dönük, sandalyeye oturmuş durumdayım. Duvarın arkası, yan koğuşla benim koğuş arasında, havalandırmaya açılan ve görevlilerin girdiği bir boşluk ihtiva ediyor. Koridorun iki katı genişliğinde, koridor boyunca oluşan bir hücre genişliğindeki ceblerden. Şu BETATRON denen engel tanımaz elektronları hızlandırıcı cihazı öğrendim ve ona hedef olduğumu tahmin ediyordum ya, duvardan sırtıma gelen elektrikî tesiri, o boşlukta bulunabilir dediğim BETATRON’dan biliyorum. Tesir sırtımdan, yer değiştirince kalkıyor; ama bu bir hile de olabilir. Bunun da farkındayım… Önce Kur’ân okumayı anlatayım: Sırtımdan aldığım elektrikî sebeb, vücudumda infial meydana getiriyor. Zorlukla okurken, o da ne, sanki bir hece kaydırılarak üstüste yapılmış iki kayıttan, boşlukta bir hece sarkması gibi, kafamdaki hece benim dudak okumamdan hep önde gidiyor. Peki benim okumamı bire bir takib uygunluğu üstüne bu hüner, onların frekans oyunuyla olabilir mi, yoksa benim göz-beyin idrakimin konuşma sisteminden dudağa erişinceye kadar geçen saliselik gecikme ile mi, yâni beyin ve konuşma korteksi arasında meydana getirdikleri arıza ile mi oluyor? Üstünde düşünebilsem bile, ona musallat oluşları bir yana, bu, “düşünsem bir türlü, düşünmesem bir türlü” tehlikeli bir durum. NORMATİF ŞUUR HATASI denilen, kendi buluşların kendine tuzak, bir yeraltı mağarasında dön dolaş çıkışı bulama ve neticede panikle battıkça bat psikolojisi, KARTAL’dan en büyük tecrübem. Bundan dolayı, buluyorum zannı içinde ve abarttıkları bir heves ve keyifle, elimde olmadan düşündüklerim-aklıma gelenler bile, üzerinde İRADÎ olarak durduğum şeyler olmadı. Öyle ki, dikkatimi yönelttikleri ve bilmeyenin hevesle yöneleceği elektrik kofrasından gelen ses bile, benim onu söküp bakmamı sağlayamaz. Koridordan gelen bir sesin havalandırmadaki yankısı, bu birbirine zıt yönlerden, insan tabiî hâlinde de yanılabilir ayrı mesele, onların beyniniz üzerindeki yönlendirmesi ile havalandırmaya dikkat olarak idrak ettirilebilir. Bu bilgiler bende, sanki uyuyan hücreler ve BOLU’da NYMPHALAR’ın açık zuhurlarından sonra birer birer uyanan oldular. Şu NORMATİF ŞUUR HATASI: Diğer eserlerimde kaç defa tekrar ettim bilmiyorum, ama hatırlatayım. Öz olarak, birşeyi izâhta ona mantıkî kılıf uydurmakla, o şeyin hakikati tesbit edilmiş olmaz. Kendi hayatınızdan da, sonu hatalı veya aslı mânâsız nice işe, mantık kıyafeti içinde isnat etmişsinizdir. Meselâ, su içmezsek ölürüz. “İşte deniz çapında su!”… Su lâfzındaki müştereklikten dolayı derde deva mı? Normatif Şuur Hatası için bizim çizdiğimiz misâl, bir denemede katılanlara rakamlardan bir şekil serisi verilerek çözümü istenmişti. Herkes ayrı bir çözüm buluyor ve doğruluğunu hararetle müdafaa ediyor. Aslında ise, tasarlanmış bir çözümü olmayan rastgele şekil serileriyle muhatab olmuşlardı… Bizim, “kuşlar uçar, sinek de uçtuğuna göre kuştur!” cinsinden, iki bilgiden kestirme olarak bir HÜKÜM çıkarıcı olmayışımızı görüyorsunuz, sebebini de benimseyiniz. Anlattığım herşey, yanıldığım yerlerde bile yanılma sebebleriyle bir arada, dikkat edilmesi gerekendir. Boş hiçbir şey yok. Dil ve üslûbumuz bu. TELEGRAM diye bir şeye muhatabım, kurbanın üzerindeki tesirlerini ve dolayısıyla cihazın hususî yönlerini, bunun yanında TATBİKÇİ sıfatıyla öz şahsiyetlerine yönelik görünüşlerini benden öğrenen NYMPHALAR baş tiryakilerimden. İnanmazsanız, bulun ve sorun. YALAN söylemek zorunda olmazlarsa!
 

SORARLARSA NE DERİM?

 
İradî olmayan hiçbir şey, suça müstehak değildir. Hazret-i Ömer zamanında, bir adam, belki de sahabî, yanında biriyle onun yanına gelir ve şikâyetçi olduğunu söyler: “Bu adam, rüyâsında annemle zina ettiğini söylüyor, cezasının verilmesini istiyorum!”… Sözkonusu kişi belli ki, bu dünyada Şer’i cezası verilmeyen suçun öbür dünyada karşılığını bulacağını bilen ve vicdan sahibi bir Allah’tan korkan… Hazret-i Ömer, sayı bildirerek, öyleyse gölgesine şu kadar sopa vurun!” diyor… Kasdî ve tasavvurî olmayan işin suç teşkil etmeyeceğini anlatmış oluyor… Bu meseleyi açmamın sebebi, basbayağı pislik ve bayağılık yanında, ilmî niyetli ve insanın iki yüzlü hâlini vurgulama şeklinde bir çeşniyi de hünerlerine katan NYMPHALAR’ın, belden aşağı muhabbetleri ve hususen uykudaki SEKS uygulamaları. Benim ruhumu, aslında şekil değil de gerçek anlamdaki her insanın ruhunu berhava etmek üzere tasarlanmış kurguları karşısında, benim ahlâkî kaçınmalarım, savunmalarım vesaire, neticede ben sümsük, onların kan sarhoşu sırtlan keyfi-üstünlükleri olarak, büsbütün edebsizlenmelerine yol açıyordu-açıyor. Zaman içinde, “hak için hakkı iptal caizdir!” hükmünün şartları bende vicdanen oluşunca, mesele ve marifet edebsizlikse, “yürüyen hiçbir canlının masum kalmayacağı” tasavvur(!) ve hatıralarımın(!), cesaretleri varsa kendileri söylerler, kimlere kadar uzanabileceğini gördüler. HATIRA; şu satırların yazılışı sırasında, kendiliğinden, hatıra bahsine dair çok bilmişlikleri de çökmüş oluyor. Benim KARTAL’a dair anlattıklarımda bir ara sıkça, “insanın geçmişi şuurlu olarak değişik anlatabileceği veya hatırlayabileceği” beylik hakikatini tekrarlıyorlardı. Doğru. Ama her hakikat gibi, yerli yerinde kullan ve hakkı iptalden kaçınıcı ol. Sözkonusu hakikatin nasıl kullanılacağını iyi tahlil et ve geçmişe iptal hususunda her kapıya uyar bir maymuncuk olmadığını da bil. Pek sevdikleri bir lâf: “Delilin var mı?”… TELEGRAM hususunda bile, onlar bunu söylüyor! Beni ne kadar yakından tanıdıklarına dair sıraladıkları hususlar karşısında, meselâ bir isimden bahsediyorlar. Ben de filân süslü ve meslek ayakkabılıyı kastederek, “feci” şenaatimi arzediyorum. Bunun üzerine atılması ve “suç itirafı” niyetine sevinmesi gerekirken, bana ne dese iyi? “Delilin var mı?”… Cevabım: “Delilim, falan filân şahidliğine dayanmadan, doğrudan benden işitmiş olmandan; kaydeden, doğrudan doğruya sensin ve telefon konuşmasından daha sağlam! Yazılı getir de, imzamı da atayım!”… Netice olarak tasavvur ve hatıralarım, senin benim hakkımda sıraladıklarından daha sağlam; HATIRA, sadece benim haklılığımı anlatırken hayâlleşiyorsa, o hâlde tasavvurlarım da hatıra değerindedir. Benim anlattıklarımı da gerçek olarak al! Başlangıçta, “iradî olmayan hiçbir şey suç değildir!” dedim. NYMPHALAR, “ya ihmâl” gibi ihtimâllerden bahsetti. İhmâl şıkkından. İhmâl, iradî müdahalenin gerektiği yerde irade ile ilgili şeyde, bunun lakaydisinden doğar, dolayısı ile yine İRADÎ bir mesuliyet nevine girer. Bunu geç… “Madem ki olabiliyor, iradî veya değil, ne farkeder?” şeklindeki bir mantıkla SAPIKLIKLAR’ı tabiîlik sırasında addeden NYMPHALAR’ın, zihin, görüntü veya bilhassa rüyâ şeklinde hüner sergilemeleri, benim bazen bizzat fiili “edimimle” karşılık olan bir iradî davranışa dönüştürülmüş, tahmin ediyorum ki unutmazlar, kayıd ve hatıralarına emanet edilmiştir. KARTAL’da da yoktu, BOLU’da da olmadı; benim imân ve ahlâkıma sarsıntı, hani Duran’ın, “orada kafanı duvarlara vura vura Allah’a söveceksin!” şeklinde bir “şuura alternatif” tesirleri olmamıştır. Orada da söyledim, burada da: BEN SAĞLAMIM, tam da göründüğüm gibi… Ve cinsiyet bahsini, hakikatleriyle en derinden fikir hâlinde nakşetmiş biri… İradî olanla, olmayan arasındaki fark, en acı verici olması gereken husus, Kur’ân okuma bahsi vesilesiyle görünüşe çıktı. 2003-2004 senelerinde, benim “Telegram kaçağı” dediğim, hani elektrik kaçağı olur, bunun gibi bir takım KARTAL’vari hâdiseler oluyordu. Bu, figüranların rollerinde de, yahut onları figüran sanmamla birlikte paralel bir dava. İçim ısrarla Kartal’da olanları hatırlamama itilirken, bir seferinde gayet net, “TELEGRAM’da yaşadıklarını tekrarla!” dendi: Cihazla. Benzer başka hâdiseler de var. Evet; Kur’ân okurken, bir zaman sonra, bir şahıs telkiniyle bana şehvet veriliyordu. Hem de hiçbir ânımda hiçbir şekilde hatıra bile gelmeyen bir şahıs empoze edilerek, bana takıntı yapılmaya çalışılıyor ve gûya ona şehvet duyuyordum. Hem de sadece Kur’ân okurken. Abartılı anlaşılmasın; bir esinti hâlinde, ama ben okurken tam hevesle kendimi vermeye çalıştığım hani zevk ve huşu niyetindeyken, cinsî bakımdan akla getirilen… NYMPHALAR, “kadın!” diyor; yanlış anlaşılmasınmış… Sayenizde yanlış anlaşılması mı kaldı? İradî olarak, size yardım edenlerin cümlesi, bire karşı çok faal görünecektiniz ya, bire karşı çok mef’ul oldu. Hatadan dönenlere selâmet ve “Allah doğru yoldan ayırmasın!” temennim bâki. Kur’ân okuma misâlini, işin ruhunu vermiş olarak bırakalım. Bir insana şehvet hissini fizikî olarak, mücerret uyar, ondan sonra istersen karşındaki sigara paketinden pabuca, resimden hayâle kadar istediğini koy, ondan sonra hırsızlık yapmadığı hâlde hırsızlıkla suçlanan adamın paniklemesini “hırsız olmasan telâşlanmazsın!” pişkinliğiyle yine onun aleyhine kullan. Doğru, paniklemenin yeri olmayan durum vardır. Ama senin yaptığın o değil; zaten karşısındakini gizli yoldan ve yaptıkların gizli kalmak üzere, ya maskara durumuna düşürmek, yahud onu kendi amaçlarına uygun kullanmak üzere bu işe soyunmuşsun… “Sana ne diyorlar derlerse ne dersin?”… Şimdi mi? “……..ker misin?” diyorlar. Bahsi geçen “sayın”, işlerine gelen değil. Sanıyorum geçen sayılarda sık sık temas ettiğim, “ruh” ve “nefs”, “şuur” ve “beden” fasılları içinde TELEGRAM’ı anlatma muradım da anlaşılmıştır. TELEGRAM’ın “şuurlu ben”e hükümranlığı, kurşunla ölsen de ruhunla kurtulmuşsun sırasında bir karşılaştırma çerçevesindedir. Gerçek nefs bilgisi, ölçüsü şeriat, tasavvuftadır. Telegram, bütün fizikî atraksiyonları ve telkinleri ile, en feci soydan veriler sunarak, bir nefsi sınama işidir. Hamdolsun, bende giderek, İslâm büyüklerinin nefs ağlarken ruh güler!” şuhûdunu, nazarîden amelîye doğru getirmeye vesile olmuştur. Bilmez misin ki, bir savaşta şehid, savaşın neticesinden de bağımsız, bir galibtir. Ruh ve saadeti bâki… NYMPHALAR’ı eşeklikle vasıflandırıyorum, büsbütün mahkûm etmemek için; zeki taraflarına inat, belki de zaruretten, bile bile kötülük yaptıkları, kötülük olsun diye kötülük yaptıkları için. Artık bilmem. Benim hâlim ne olacak mı? Üzerimde bir olumsuzluk hissi yok, çilesi olsa da. Her şeyde o mânâ: BEN KİMİM? İbadetim.


Baran Dergisi 227. Sayı