Levha: 7 Aralık 1988… Kolumdaki bileziği andırır kelebçeleri çıkarmam üzerine annem, üzgün ve sitem eder gibi konuşuyor ve bugüne kadar söylemediği sırrı açıklıyor: “Sen doğduğun zaman, senin yıldızına sihir yapıldı; onun için baban, seni korusun diye onları yaptırdı!”… Benim yıldızım Sag-ı Takir imiş… Veya “tagir”… Ne demekse? (Tag-ı Sagir?)… Romatizma için kola takılan bakır bilezikleri hatırlıyorum; ve büyüden korunmam için yapılan bileziği çıkarmış olmamın üzüntüsünü duyacağıma, büyü ile ilgili rüyâ tâbirlerimin doğru çıkması sebebiyle mesudum… Ve ben bu hususu Nalân Said’e söylerken, o benim dosya kâğıtlarımdan yapılma defterimdeki kelime tasniflerimden büyü ile ilgili bir şeye bakıyor… Ben orada doğru çıkan bazı şeylere dikkat çekmek isterken, o dikkatini kendi aradığına teksif etmiş… Bu sırada Hâlil emminin hanımı Feride Figen, belden üstü çıplak, kucağında yeni doğan çocuğa meme verir gibi bir hâlde, ablamla benim yanıma geliyor… Ben onun göğsünün çıplaklığından dolayı oradan uzaklaşıyorum!

*

Ahter: Yıldız. Baht, talih. (Ahtar-Tehlikeler: 811: Mezza’-Sırrını gizlemeyen kişi: İhtar-Tenbih. Hatırlatma. Kalbe doğuş, ilham: AHÎR-En son, sonraki: Şah-ı Nakşibend: Zâbit-Subay: Zabıt: RAPOR. Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan yazı.): 1201.
Enfüsî: Sübjektif. Nefse, kendi şahsına âit. Kendi hayatına dair. Bir kimseye mahsus görüş ve düşünüş. (Lâdinî-ledünnî, indî, zâtî görüş.): 1201.
Gar: Mağara, in. Gayret: 202= 1201.

*

İstare: Yıldız: 667= 1666.
İstare: Perde. Zar. (Berzah): 667= 1666.
Itknâme: Azad vesikası: 666.
Sevret: Kızgınlık. Hiddet. Hücum. Hükümdarın şiddet veya kuvveti. Çabukluk. (Alt başlığı “Necib Fazıl” olan KAVGAM isimli eser hatırlanmalı.): 666.
Üstüre: Ustura. (Musa: Bıçak, ustura.): 666.
Hunî: Kanlı. Kan dökmeye meyilli: 666.
İstidkak: İncelemek, dakik olmak: 666.
Tenvir: Aydınlatma. Birşey hakkında bilgi verme: 666.
Tesevvür: Yüksekten aşağıya inme. (Tesevvür: Kadının çok doğurucu olması… Tesvir: Koluna bilezik yapma. Büyük derecelere çıkma, büyük işler yapma… Tesvir: Derin ve gizli mânâyı araştırma… Derin ve gizli mânânın bahşı: Ledün ilmi.): 666.

*

Mukayyed: El ve ayağında zincir, kelebçe bulunan. Bir işe ehemmiyet veren. Serbest olmayan: 154.
Mehdî Muhammed: 154.

*

Sivar: Bilezik. (Süver: Sureler.): 267.
Muavvezetan: Kur’ân’ın en sonundaki Felâk ve Nas Sûreleri: 1267.

*

Sag-ı Ta’kir: (Meyletmek, yönelmek-Sag: 1090: Giyan-Kürtçe’de RUH… Ta’kir: Bir uzvu, organı yararak sinirlerini kesme.): 1870= 2869.
Necib Fazıl Kısakürek - Salih Mirzabeyoğlu: (Ta’kir: Suyu bulanık etme-renk… Sag-ı Ta’kir: 1790= 791: Mütekarin-Birbirine birleşmiş, bitişmiş olan.): 1868= 869.
MEKTUBAT: 869.

*

Sag-ı Ta’kir: 1870= 871.
Hünkâr: HÜKÜMDAR: 871.

*

Tag-ı Sagir: (Tagi: Kederli, hüzünlü. Doktor, hekim. Alışılmışın dışına çıkan - tedavi eden. Kural dışına çıkan - şahsî, indî, ledünni. Dindar olmayan Padişah… Kelime mânâsı, son cümledeki menfi mânâ etrafında iken, o mânâları “lâ-din; lâdin” kelimesinin daha önce izâh ettiğimiz İslâmî anlayış içindeki kasdı ile kullandığımız Tagi kelimesi, bir büyüğün lâkabı olmakla, bizi doğruluyor… Lâdin-din dışı’nın, dine aykırılık değil de, Şer’i ilimler dışı bir vergi mânâsına isim olması gibi: Bâtın yolu ve bâtın yolu içinde - onun da dışı gibi, doğrudan doğruya kulun Allah’la arasında mahsus bir iş, bir ihsan. Tagi… Rahman Sûresi, 19. âyet: İki denizi salmış birbirlerine kavuşuyorlar: 2020: TAGİ… SAGİR-Küçük çocuk: 1290= 291: Mehdî Muhammed-İsâ… SAGAR: Hindçe’de, büyük deniz, Okyanus.): 2310.
Mesrud: Sihir, efsun, büyü: 310.
Mesrud: Söylenmiş, bildirilmiş: 310.
Dûş: Rüyâ âlemi. Dün gece - mazi, hatıra: 310.
Simurg: Kuşların-canların peşine düşüp, hedefe uçuşta dayanabilenlerin kendilerini buldukları büyük kuş: 310.
Şüheda: Şâhidler. Şehidler: 311= 1310.
Atruk: Tarikler, yollar: 310.
Muhteri’: Mübdi’. Misli görülmedik birşey icâd eden. Yeni birşey bulan: 1310.
Kurtubî: Hâlid bin Velid Hazretleri’nin kılıcı: 311= 1310.
Teşehhut: Maktülün kan içinde yuvarlanması. (Tasavvuf: 576: Maktül: Şuur.): 1309= 310.

*

Tag-ı Sagir: 2310= 312.
Mirzabeyoğlu: Rüyâ tâbir eden: 1312.
Murabba’: Dörtlü. Dört şeyden olmuş. Kare: 312.
Muabbir: Rüyâ tâbir eden: 312.
 

ABDURRAHMAN TAGÎ HAZRETLERİ

 
Uykusuz bıraktıkları zaman itibariyle NYMPHALAR’ın, çay ve sigara tüketimimde ekstraları var… Elektrikî tesir, belden aşağı veya boylarından yukarı konuşmaları biteviye sürerken, bana yatıp kalkıp çay sigara içme imkânı doğuruyor; ciddi tartışma, sövme, alay, şaka ve bıkkınlık. Bunları tekrar tekrar söylemek istemiyorum; ama arasıra, hatırlatmam gerek. Yine kafa ütülüyorlardı: Giderek ninnileşen bir bıkkıntı veren… Benden takdir de beklemiyorlar değil: Benim etrafımdaki insanlardan, ister aile, ana-baba-kardeş, ister hısım akraba, ister arkadaş, ister beş yaşıma âit olsun, ister 60, (bu demektir ki, hapishânede görevli ve mahkûm veya ziyaretçi), gözüme ilişen, tanıdığım, tanımadığım kim varsa, onları karakterize eden psikolojik veya fizikî bir vasıf etrafında, umumiyetle aleyhime olmak üzere bir tipleme yapıyorlar, sonunda analarına vesaire dönmek üzere, beni kızdırıyorlar… Kendilerine üstünlük sağlamak ve mukabelelerime zırh edindikleri husus da, “ana babaları yok, kardeşleri yok, evli değiller, ibneler” vesaire; dolayısiyle bana lâf bırakmıyorlardı - olacaktı. Ama öyle olmadı. Benim de onlar hakkında, çevre itibariyle “mükemmele yakın”, bu demektir ki alaya pek uygun tiplemelerim oldu. Her neyse; böyle bir ninnileme içinde, benim ailemden birinin konuşmasını taklid ederek, anlattırıyor. Taklid, ses ve uyandırdıkları hayâl o, ama anlattıkları fos mânâsına… Duydukları birkaç kelimeyi üretiyorlar: Meselâ, “yanında para var mı?” demiş… Bunun etrafında, para sıkıntısı çektikleri ve buna dair hâdiseler, değişe değişe, çelişe çelişe, aynı gün veya hafta veya ay, hatta yıllar içinde söyledikleri… Tiplemeleri, Televizyondan bildiğimiz üzere de oluyor: Bir insanın sureti, ciddi iken, gülerken, kızarken, ne ifâdeler alıyorsa gibi. Böylece, sırnaşık bir yakınlık, hudut tanımaz bir özelliğe giriş sağlıyorlar. Hikâyeleri ve anlattığım suret oynamaları, doğrudan benim davranış, söz ve mimiklerimle ilişkilendiriliyor zannı içinde sürüyor: Meselâ, bir davranışta bulundum, gizli telkinle, o filâncayı aklıma getiriyorlar… Bir söz söyledim, filânca edasında. Bir mimik, şunu hatırlatıyor. Neticede ben, her ne yapsam, yahut yapmasam, karanlık ve çıplak bir mekânda üzerine yakıcı ışık düşürülmüş bir farenin, nereye kaçsa kurtulamayışı ve bu kaçma düşüncesi de bütün tonlarıyla onlara malûm bir şekilde, kafa ve beden yakalanışı bir yana, bir de çizmeye kalktıkları bu dünya (sunî hatıra ve hayâller, nihayet her davranışı hikâye edilmiş bir tipe ve o da şöyle veya böyle belden aşağı bir mevzuya bağlanmış olarak) içinde kendi kendimi tüketmeye şartlanıyorum-şartlanıyordum. Çok şükür öyle olmadı. Ben de onlara bir dünya çizdim ve bana fizikî bir zarar verebilmelerinden başka bir şansları yok… Not: Bu satırlar, bire bir bildikleri olarak yazılıyor… Anlatmak istediklerim bunlar değildi, ama karşılıklı olarak “tatlı atışma” sırasında söyledikleri bir söz, onlara verdiğim cevaba bir alt yapı olsun diye böyle uzadı. Şu: “Tiplemeleri nasıl buluyorsun, hani şu senin göze çarpan hareketi birim alma ve neticede bir abartı doğması, yahud basbayağı abartma meselesi”… Canım sıkkın: “Adli tıpta verilerin üstüne abanarak ihtimâller üzerinde düşünmek gibi olan tiplemeler başka birşey, bir film artistinin değişik rolleri oynarken çizdiği tipler ayrı bir şey. Tarihi bir filmde oynamış bir artistin karakterini, onunla ne kadar uyumlu bulabilirsin?”… Demagoji olsun diye, bu sefer benim AKTÖR mevzuu etrafındaki mevzularıma ve ebced buluşlarıma sarktılar. AKTÖR, bir davranış ve duruşta görülen, ben kudreti ve iradesidir, bunun hareketi içinde olandır; böyle bir mânâ, dış dünyanın uyaranlarına karşı, bizim duygu - düşünce ve iradî faaliyetlerimizin bütününü gösterir. Şu veya bu, hayatta ideal edinmiş her insan, bu çerçevede bu oyuncudur, oynamaktadır. Bu mânâdaki bir AKTÖR lâfzı ile, bildiğimiz film veya tiyatro oyuncusu arasındaki farkı anlamamak? Bunu anlamayacak kadar aptal değiller bizim NYMPHALAR; ama bu yüzden onlara lâf söylemezsem, sanki beni fikren sıkıştırıyorlarmış numarasıyla, onu sabitleyip, cihazlarının elektrikî tesirini de yükseltiyorlar ki, güya ben cevab verememe yahud kelimeye dökememe sıkıntısı duyuyormuşum gibi… Gözüm, bana Avukatım'ın getirdiği kitablara takılıyor. Sonra, hayret, nasıl farketmedim? "Salih Baba" diye bir kitab... NYMPHALAR, "Erzincanlı" diyorlar, bunun etrafında birşeyler söylüyorlar, dikkatim söylediklerinin peşine takılsın diye, ­–ben bu hâle "sündürme" diyorum–, lâf anlaşılmaz şekilde yavaşlayıp geri çekilirken, merak duygusu telkin ediliyor. Bunlar, hep bildik şeyler, bildiğim numaralar. Onlar, satrançta kurgu ihtimâlleri gibi, duygum üzerinde her seferinde birşeyler deneme tecrübesindeler... Yanımda bir mektub; ben okuduğuma göre, onlar da biliyorlar. Ama muhtevayı şimdi okumamdan öğreniyorlar gibi. Emrullah Arslan, Antalya'dan yazmış ve bana bir kitab yolladığını; "vay canına!", Erzincanlı Tüfekçizâde SALİH BABA DİVANI - (Rabıtaî Nakş-ı Hayâl)... Kitabı elime alıyorum, o yollamış. NYMPHALAR, "Tag'a bak!" diyorlar. Kitabı, Fehmi Kuyumcu isimli bir zât yayına hazırlamış ve önsözünde o silsileye âit kanaat verici bir araştırma ve açıklama yapmış, kendisi de o çevreden biri. Onun yazısını okurken, Tagî Abdurrahman Hazretleri diye bir veli zât'ın ismi dikkatimi çekti. Kısa keseyim: Hem Mevlâna Hâlid, Seyyid Abdullah, Seyyid Taha, Seyyid Fehim Hazretleri, hem Mevlâna Halid Hazretleri'nden gelen başka bir kol hâlinde "Sıbgatullah" lâkablı Abdülhakîm Arvasî gibi bildiğim büyüklerin de isimlerinin geçtiği tanıtımda, bahsi geçen isim yanında, Erzincan bölgesi'nde bulunmaları da ayrıca dikkatimi çekti... Malûm, doğum yerim ERZİNCAN... Hem Erzincan, hem TAGÎ... 1988 tarihli, üzerimdeki tesiri sadece TİLKİ GÜNLÜĞÜ'nde değil, diğer eserlerimde de işlenmiş ve yorumlanmış rüyâmın, –NYMPHALAR şâhid, ama doğru söylerlerse!–, bu TAG-I kısmı beni hep rahatsız ediyordu. Çünkü, çok güzel bir rüyânın, ya mânâsız bir kelimesi, yahud tam saçmasapan eden bir tâbiri: "Benim yıldızım Sag-ı Takir, (Tag-ı sagir) imiş!"... Tag: "Yoldan çıkmış, kudurmuş, dinsiz" gibi mânâlara geliyor... Her neyse: Bir büyüğün lâkabının TAGİ olması, bana bir yorum hatası bırakmayacak şekilde açıklama vesilesi oldu.

*

ERZİNCAN: (Levha: 30 Kasım 1985… Erzincan… “Doğum yerim” diye içime doğuyor… Orada, taş kabartma figürler önünde Şerif Muammer… Sanki eski bir tarih diliminde şehir; tarihî bir şehir ve o zaman… Şerif Muammer benimle öğünüyor!): 322.
Mirzabeyoğlu: 322.
Mürcif: Zelzele. Mutlak bir şeyle meşgul olan. (Racife: Deprem. Dünyayı yerinden oynatan vakıa. İlk nefha.): 323= 1322.
Kariha: Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Her şeyin evveli. Kuyudan çıkarılan ilk su: 323= 1322.
Rahnâme: Harita: 322.
Gebeş: Koş. (Fürfur: Semiz, besili koç: 566: Seyyid Abdülhakîm Arvasî): 322.
Anber: Güzel koku. Adabalığı ve kaşalot denen büyük balıkların barsaklarında teşekkül eden güzel kokulu madde. Derisinden kalkan yapılan bir balık. (Nefs tezkiyesi gerçekleşmiş, kâmil nefs.): 322.

*

ABDURRAHMAN TAGÎ: 2395.
Meşîme: Ana rahmî. (Üstadım’ın, “Zındandan Mehmed’e Mektub” isimli şiirinden: Ana rahmi zahir şu bizim koğuş.): 395.
Sakre: Güneşin tesirinin çok olması: 395.
Marko Polo: İsmi TAKDİM yazımda da geçen ünlü Portekizli seyyah ve kâşif denizci: 395.
Şemime: Güzel kokulu şey: 395.

*

Abdurrahman Tagi: 2395= 1396.
Kahraman: Yiğit, cesur. Hüküm sahibi, iş buyuran: 396.
Makrun: Ulaşmış, kavuşmuş. Müsaadeye mazhar. Çatık kaşlı olmak. (Düşünen adam.): 396.
Menkur: Delinmiş. Oyulmuş. Nüfuz edilmiş. (Abdülhakîm koltuğunu hatırlayınız.): 396.
Meşyum: Benli kimse: 396.
Tavzif: Vazifelendirmek, iş vermek: 1396.
Ma’ruf: Bilinen, meşhur. Şeriat’ın makbul kıldığı veya emrettiği şey. İhsan, tatlı dil: 396.
Muarefe: Karşılıklı görüşme ve tanışma: 396.
Kahverengi: Dervişlerin tercih ettiği renk. (Kahve: Süt-İlim. Şarab-Ruh. Güzel koku.): 396.
Münşee: Yelkeni açılmış gemi: 396.
 

“BÜTÜN GENÇLİĞE TALİBİM!”

 
Levha: 12 Aralık 1986… Eskişehir’de bir ev… Köprübaşı’ndan gelmişim… Şerif Muammer’in sorusu üzerine, 3 kitab birden çıkacağını söylüyorum… “Demek bu işi kendine iş edindin!” diyor… “Evet! Bütün gençliğe talibim!” diyorum… Şerif Muammer, neşeyle bir küçük kahkaha atıyor… Ben, PERDE ile ayrılmış bir bölüme geçiyorum ve heyecanlanarak gölge boksu yapıyorum… Üstüm çıplak ve sanki AYNA’da kendime bakıyorum… Göğsüm genişlemiş ve memelerim büyümüş!

*

Bütün Gençliğe Talibim: (Bütûn-Bâtın… Genç-Define, hâzine… Kesiksiz bütün, bâtında; ve bâtın definesine tâlibim… Tedaîler: “FIRAT Nehri’nin içinden yükselecek dağın yarılmasıyla çıkacak hazineler?”… BAHR-Deniz kelimesinin, geniş su kitlesi mânâsı çerçevesinde, FIRAT ve NİL gibi nehirleri de kapsayışı; tatlı suların, deniz suyuyla karışmasını engelleyen sudaki perdeler? ARVAS’ın, Arabça “Dağ” demek oluşu? Nehrin, Kur’ân’da, Cennet’te hiç deniz bahsi geçmezken, “nehirden kasdın RUH olması” diye tâbiri; hani “kesiksiz akış” olması bakımından? Bu mânâ çerçevesinde, âmel yeri olan dünyada, eğri doğru tâyini için gerekli ilim şart, “ruhu, ruhîlikle sezişimiz; şuurlu benliğimizle, kendimizi bildiğimiz kadar Rabbi bilme” meselesi? Üstadım’ın, ruhun kökünden bir tecelli olan zaman hakkında –ki düşüncede ruh izâfe edilir–, “zaman içimizde akıyor!” buyurması? Zamanın bu “Lâtif”liği yanında, “Ben bir genç arıyorum, gençlikle KÖPRÜBAŞI!” diye, zâhirde bu mânâyı fertten topluluğa nakil için gerekli olanın ne olduğunu göstermesi? Oldu olacak, şunu da söyleyeyim: “Musa’nın tabutunun ortaya çıkması” derken, MUSA’nın “MU-SA; Sudaki sandık, tabut mânâsı” ve O’nun “Allah’ın kendisine hitab eylediği zât, Allah’a hitab eden” olması, yâni KELİMULLAH olması, bunun yanında NİL Nehri’ne bir sandıkla Firavun’un katlinden korunsun diye salınmış bir ÇOCUK, zamanında gelecek olan Peygambere mâni olmak için O olabilir diye tam 70.000 çocuğun katli; bu bakımdan, onların gücünün Allah tarafından O’na verilmesi, “faal kuvvetlerin kendisine verilmesi cümlesinden olarak”, bizzat FİRAVUN Sarayı’nda ve bilinmeksizin bakılması - ÇOCUK hikmeti?): 1206.
CEBBAR: Büyüklük, azamet ve kudret sahibi. Allah’ın güzel 99 isminden biri: 206.
Füsus: Nükteler, incelikler, püf noktası: 206.
Dara: Hükümdar: 206.
İndifa: Patlama. Ortaya çıkma, meydana çıkma. Yerden fışkırma. Yer yer başgösterme. Teveccüh. Söze girme: 206.

*

Kamus: Derya. Deniz. Denizin ortası, derin yeri. Büyük lûgat: 207.
Ashab-ı Kehf: (7 arkadaşın, zamanın zâlim ve dinsiz Hükümdarına tâbi olmamak için birbirinden habersiz sığındıkları mağara): 207.
Perde: İki şeyi birbirinden ayıran –iki tarafı da tanıyan–, nesne ve keyfiyet cinsinden herşey: 207.

*

Üç (tane): Kitab: 1269.
MEKTUBAT - Macuşan. (Gemi. Boyanmış elbise.): 869+400= 1269.
MEKTUBAT - Taht: 1269.
MEKTUBAT - Keşf. (Kaplumbağa): (Dahr: Kaplumbağa… Dehr: İNSAN. Zaman mevzuunda, “geçmiş, şimdi ve gelecek” buudlarının kendine izâfe olduğu bir ân ki, zamanın bir varlık bir yokluk tecellisinde görünen eşya ve hâdiseleri birbirine bağlayan “zamanüstü” bağdır. Demek ki, heryerde olan. Zamanın bu idrakının yaşandığı yerde, hareket hızının hareketsizlik gibi göründüğü bir dışyüz idrakı sözkonusudur. Maddenin ışık enerjisine dönmesini, ışığın bu üçyüz bin kilometre hızla gidişini düşününüz: Bu ışığın içine oturmuş bir insan, eğer o hıza erişse idi, tam da oturduğu yerde ışık olacaktı ve kaynaktan gelen ve kendisinin giden yerine yenisini koyan bu akışta, durduğu yerde ve bir mânâda ışık boyu her noktada olabilecekti. “Zaman içimizde akıyor”… DEHR, ışık hızı değil de, ışığı kendinin sisi gibi kılan NUR’a âittir. Allah’ın güzel isimlerinden biri NUR, diğeri MÜBDİ’; ikisi ile de O’nun Zât’ını murad edersin. ALLAH BİR… Sanıyorum, hareket ve hareketsizliğin, iç ve dış göze âit mânâlarının değiştiğini belirtebildim. İç yüzde ışık hızı üstünde bir ruhî seyir yaşayanların, dış yüzde bir seccadeye oturmuş hâlleri? Hareket içinde hareketsizlik ve hareketsizlik içinde hareketten kasıd? Bâtın yolu ve hâl? YA KUSTO - Tembel ve miskin? SAHİL - Deniz ile kara arasında bir mânâ olarak, dünyada “ölmeden ölenlerin” hâli? Biz o değiliz, bizim ona nisbetimiz vardır… Yeri gelmişken, bir hususu daha açalım: “Fizik ilminin kendini idrak ettiğinin veya kavramış farzettiğinin ÖTESİNİ fizik olarak kavranabilir görmesinden daha tabiî birşey olamaz!”… “Madde Nedir?” isimli eserimde böyle bir cümle; maddenin sonsuzluğu. Paradoks mantıktan bir örnek: Bir pire, atladığı mesafenin yarısı kadar geri atlayarak, belirlenmiş bir mesafeyi sonsuza kadar tamamlayamaz. Sınıra geldiğinde, ileri ve yarısı kadar geri gelme meselesi, gözle ve hiçbir âletle görülemez ve ölçülemez küçük ölçülere kadar gider ve pratikte NOKTA dediğimiz keyfiyette sonsuz gidilecek mesafe olduğu görülür. “Sınırda sınırsızlık”… Bu, materyalist anlayışlara pek uygun bir misâl değil mi? Duyu dünyasına âit olduğu hâlde, beş duyu (hasse) ile algılanamayan, ama aklın kabul ettiği bir durum… BİZ? Eşyanın zıdlar içinde bulunmasına nazaran, bütün zıdlar, “varlık” ve “yokluk”, “ruh” ve “madde” kutublarında toplanır. BİRLİK, varlık ve bilgi bakımından bir zarurettir. Böyle bir idrak olmasa idi, ne iki varlık arasında bir ALÂKA, ne de iki bilgiden çıkan bir HÜKÜM olabilirdi. Her şeyin kendinde zıddını barındırması bakımından, bu birlik eşya âlemince sağlanabilen birşey olamaz. Ancak, HALIK-Yaratıcı olarak “var” ve “yok”u yaratabilecek olan BİR tarafından gerçekleştirilecek olan birşey ki, “ruh” ve “dehr” ve daha nice meseleleri saymaya imkân yok. Bir filozofun, işi Allah’a ısmarlamak sadedinde, “Allah yoksa bile yaratmalıyız!” diye acz ve ihtiyaç olarak belirttiği husus… Netice olarak: Yopyekün varlık için varlığı zorunlu Allah, “bir varlık, sonra eşyanın idamı ve yokluk” temposu içindeki süreklilikte görünen tabiat âlemini, bir ân içinde yok eder - sonsuzluğun dürülüşü… “Sakın zaman toplanmış ve mekân dürülmüş olmasın?”; müsbet hayâl kabiliyeti ve hayâlin zekâ özü olması bu, bunu söyleten!): 1269.
Sidre: Ağaca teşbih edilen, yedinci kat gökte bir makam ismi: 269.
İstizac: Işıklanma, aydınlanma, nurlanma: 1268= 269.
Hayran: Takdirkârlığından dolayı şaşa kalmış. Hayret içinde olan: 269.
Münkatı’: İnkıta eden, kesilmiş. Herkesten ayrılıp bir kişiye bağlı kalmış. (Üstadım ve ben): 269.
Reyhan: Güzel koku. Rızık ve rahmet. Fesleğen kokulu bir ot: 269.
Mahmud Ustaosmanoğlu: (İsmail ağa cemaatinin önderi, Büyük Nakşî Şeyhi.): 269.

*

TERAÎ: Aynaya bakma. Birbirini görme ve görüşme. Bir fikir hakkında mukabil görüş. Hurmanın kuruyup, renginin belli olması, rengin karar bulması: 612.
Müşaare: Karşılıklı olarak birbirine şiir söylemek: 612.
Tecrî: “Cereyan ediyor, akıyor, gidiyor” mânâsında: 613= 1612.
İrtibat: Bağlanmak. Rabtedilmek. Muhabbet, dostluk. Rabıta. Düşmana karşı cenk için hudutta AT sahibi olmak: 613= 1612.
Tereyyüb: Cem olmak, toplanmak. Birikmek: 612.
DERVİŞ MUHAMMED: (Üstadım’ın 1975 Ağustos ayının 27. Günü VAN’ı ziyareti, dönüşte Uçakta manzarayı görünce hatırladığı MÜTHİŞ rüyâsı: Dik, dik, dik bir dağ zirvesindeyim. Belki binlerce, onbinlerce metre derinliklerde köyler ve ağaçlıklar hurdebin camındaki noktacıklar gibi görünüyor. Bu ne yükseklik!.. Anlatılır gibi değil!.. Yanıma, sol tarafıma doğru dönüyorum. Orada, tam zirve noktasında bir mezar… Toprağı elenmiş, taranmış, tertemiz… Beton bir çerçeve içindeki mezarın başında, dörtköşe, toprağa yatırılmış bir levha ve üzerinde İslâm harfleriyle iki kelime: DERVİŞ MUHAMMED… BİR NOT: Derviş Muhammed, Hacegân yolunun 21. büyüğü. Noktasız harflerle ebcedi, MİRZABEYOĞLU’na, noktalı harflerle de FİKR’e denk geliyor.): 612.

*

Behdel: Erkeğin memelerinin büyük olması. Sırtlan yavrusu: 41= 1040.
Tagî Tagî. (Farsça): Nal sesi, çekiç sesi. Tak tak sesi. (Üstadım’ın ÇİLE şiirinden: Ensemin örsünde bir demir balyoz…): 2040.
Habel: Musallat fikir: 40.
Ezkiya: Saf. Temiz. (Kürtçe, EZKİYE?: BEN KİMİM?): 40.
Taleb: İstemek: 41= 1040.
Tahayyül: Hayâl kurma, tasavvur etme: 41= 1040.
Manzume: 41= 1040.
 

ERZİNCAN’LI SALİH BABA

 
Mevlâna Hâlid Hazretleri ve Seyyid Abdullah Hazretleri, ikisi de bâtın yolcusu ve yakın arkadaş… Doğu Anadolu’da muhtelif kapılardan feyz aldıktan sonra, Mevlâna Halid Hazretleri’nin içine düşen ateşle, Hindistan’da bulunan Abdullah Dehlevî Hazretleri’ne ulaşmak üzere yola düşüş… Seyyid Abdullah Hazretleri de beraber… Anlatılanlardan, bu ikisi arasındaki nisbetin, “ona gelen, ona da gelir!” olduğu anlaşılıyor. İran’da konakladıkları bir yerde, dış göze bahane - paraları yetişmeyeceği için birinin yola devam etmesi gerek. Seyyid Abdullah Hazretleri, yaşı arkadaşından biraz fazla, Mevlâna Halid Hazretleri’nin gitmesini uygun buluyor. Nasib böyle. Seyyid Taha Hazretleri, Mevlâna Halid’in baş halifesi; ve üzerinde bir yan kol olan Seyyid Abdullah’tan gelen bir hisse de var. Seyyid Taha Hazretleri’nin baş halifesi de, Seyyid Fehim Arvasî Hazretleri; onun üzerinde de, bir yan kol hâlinde, Seyyid Muhammed Salih Hazretleri var. Seyyid Fehim Hazretleri’nin baş halifesi de, Seyyid Taha Hazretleri ile birlikte, Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’dir.

*

Mevlâna Halid ve Seyyid Abdullah Hazretleri’nden gelen bir kol hâlinde, Seyyid Taha Hazretleri, Seyyid Muhammed Hazretleri, bir ayağı aksak Seyyid “Sıbgatullah” Arvasî Hazretleri, –Seyyid Fehim Arvasî Hazretleri–, bu kolun yürütücü başı olan, “Sıbgatullah” Arvasî hazretlerinden sonra ABDURRAHMAN TAGÎ Hazretleri… Bu kapıya bağlı olanlara dair şecere çıkarırken, isimlerin nasıl birbirine girdiğini görüyorsunuz. Bu, hem Şeyh’in birden fazla halifesi olmasından, hem de feyz alma ve istifâde etme mevsiminde zâhiri Şeyhlerle, feyzin yüzüsuyu hürmetine verildiği asıl Şeyh’in mürid tarafından bilinememesinden kaynaklanmaktadır. Bunun yanında, ayrı ayrı kapılardan alınan “icazet” meselesi de işin içinde… Nihayet, kapıya intisabı bile belli olmayan birine tutunup, kulaktan dolma şeyh menkıbeleriyle “her gördüğü sakallıyı kâmil bilme” üslûbu içinde ona kemâl atfederek kendi nefsini mükâfatlandırma mizacının, suyunu çıkardığı şecere meselesi. Bakıyorsun fil cüsseler, fare keyfiyetlere dönmüş. Bu ikaz, bütün HAS kapılara yapılan hizmet yerine geçer İnşallah!

*

Abdurrahman TAGÎ Hazretleri’nin baş hâlifesi, Sami-il ERZİNCANÎ Hazretleri; asıl mekânı, “akranlarının hepsine faik bir ilim sahibi” olarak, ERZİNCAN ve Erzurum havalisi… ERZİNCAN’lı Tüfekçizâde Salih Baba da, onun bağlılarından biri… Divanı, geriden gelenlerin muteber tuttuğu bir eser… İlk şiirini, Şeyhi’nin teveccühü ile 54 yaşında söylemiş… “Kırtıloğlu” diye anılan dergâhta, sessiz, mahcup bir ümmî olarak sohbethânenin arka tarafında bir gölge gibi oturan Baba Salih’in, şiir söylemeye başlaması şöyle: “Yunus Emre, Niyaziî Mısrî, Kuddusî Baba” gibi büyüklerin hikmetli şiirlerinden beyit ve kıtalar okunurken, bir seferinde bir mürid Şeyhi’ne, “bizim kolun büyüklerinde de şâirler olsaydı da, onların şiirleriyle safa bulup feyizâb olsaydık. Siz de birşeyler yazsaydınız!” deyince, Sami-il Erzincanî Hazretleri, “Oğlum, bu bir himmet ve zuhurat işidir. Şiiri bizim Salih bile söyler!” buyurarak, arka taraflarda sinmiş olan Salih Baba’yı işaret eder… Derûnu bilip duymadığı varidat ile dolan Salih Baba, (Salih Usta), irticalen şiir söylemeye başlamış ve o ânda “fena”ya kavuşmuş. Tâ ki Şeyh’i “sus Salih” diyene kadar devam… Bir beytinde şöyle diyor: “Bu Salih himmet-i pîr ile söyler — Beğenmez mi sözünü ehl-i arrâf”… Arraf: Arifler… Nalbantlıktan tüfek tamirciliğine geçen Salih Baba’nın mesleği çerçevesinde “tagi, tagi” seslerini hatırlatmak, “eli işte gönlü Allah’ta olan” eski devir esnafı ve çarşısında, demir bakır işlenmesi, hususen topluca taş işçiliği yapılan mahallerde zikre tempo bir vecde yol açması… Erzincanî Salih Baba, bir Nakşî; sözümüz bir tedaî… Sanılanın tersine, o tür zuhurlar, bir tarikat ilgisini göstermez. Gönlü, Allah’ı anan, dili Allah’ı zikreden her Müslümanda, “bâtının zâhiri” gibi olmasa da, “zâhirin bâtını” olarak böyle bir ahlâk vardır-vardı. Hikmet için hikmeti sevme ile, Allah için hikmeti sevme arasındaki fark gibi, aşk ibadet içindir, kendi kendinden ibaret kalırsa bir hiçtir. İş, malûm fırdöndülerin meyhane kültürüne kadar düşürdükleri kendi kendinden ibaret bir temaşa zanaatına döner… “Erzincanlı hocalar” zümresinden Salih Baba’ya dönelim: 1947 senesinde, 90 yaşında vefat etmiş. “Salih Baba hakkında fazla bir malûmat bulunmamaktadır. Erzincan’daki deprem felaketinden sonra, yazılı eserlerin büyük bir kısmı zâyî olmuştur.”

*

ERZİNCANLI SALİH BABA: 487.
SEYYİD FEHÎM. (Arvasî): 487.
MEHDÎ SALİH MİRZABEYOĞLU: (Mehdî Necib Fazıl Kısakürek: 1476= 477: İzzet: Cousteau-KUSTO): 1487.
Celcelutiye: Hazret-i Ali tarafından cifr ve ebced hesabiyle tertib edilen Süryanice bir kaside. Esas mânâsı BEDİ’ demektir. Ehl-i kalb ve gerçek ilim sahiblerinin, tarih boyunca İstikbâle dair mânâ çıkardıkları bir kasidedir: 487.
 

“ALLAH RESÛLÜ TAHT ÜZERİNDE…”

 
Seyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri anlatıyor: Yeryüzüne bâtın nurunun indiği noktalardan başlıcası bildiğimiz, Seyyid Tâhâ Hazretleri’nin vatanı ve medfeni olan NEHRÎ isimli kasabada zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsil ile uğraşırken, Ramazan’a tesadüf eden vaktimi pederimin huzurunda geçirmeyi dileyerek memleketime dönmüştüm. Ramazan ayının 15. Salı gecesi rüyâda Allah Resûlü’nü gördüm. YÜCE BİR TAHT ÜZERİNDE RİSALET MAKAMINDA OTURMUŞLARDI. Nazarlarım, heybet ve celâl levhası karşısında dehşete batmış yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş huşû içinde sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla taaccüb içinde baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât… Bu zât sağ kulağıma, işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayız meselelerinden bir suâl sordu: “Câmiye girmeye mezun değilken, bir kapısından girip öbür kapısından çıkması olabilir mi?”… Allah Resûlü’nün heybetlerinden büzülmüştüm. Aradaki mesafe ses işitilemeyecek kadar uzak olduğu hâlde, “Şeriat sahibi hazırdır!” diye cevab verdim. Maksadım, Şeriat sahibinin huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Şeriat sahibi, ses işitilemeyecek bir mesafede bulunmalarına rağmen cevabımı duydular. “Durmadan cevab veriniz!” diye üst üste iki kere emir buyurdular. Hattâ Peygamber fermanının iki kere mi üç kere mi olduğunu tamamıyla kestirememiştim. Ertesi günü, öğle namazı vaktinde merhum pederimin camie gelmelerini bekleyerek yolları üzerinde durdum. Bir şeyin arz edilmesi için durduğumu hissettiler. Rüyâyı anlattım. Yüzlerinde bir beşaşet, sevinç zuhur etti. Rüyâyı şu yolda tefsir ettiler: “Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din meselelerini tebliğe memur buyurdular. İnşallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış!”… Babama, Kâinat’ın Efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken niye öyle bir suâl sorulduğunu, sebebini sordum. Şu cevabı verdi: “Fıkh meselelerinin en zoru olduğu için, böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işarettir.”… Bu rüyadan sonra 10 sene müddetle Cuma gecelerinden başka hiçbir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp, insanlık icabı uykuyu kitab üzerinde geçirirdim. İcazet aldıktan sonra bile bu rüyanın şevki devam etti. Aradan 25 sene geçti ve 1315 Hicrî yılının Haccı’nı yerine getirmeden evvel nurlu ve ıtırlı Peygamber hücresini ziyaret etmek nasib oldu. İskenderiye’den deniz yoluyla bize zevcesiyle birlikte yoldaşlık eden Hacı Ömer Efendi isimli bir zât vardı. Onunla beraber bir gece mübarek Ravzada, akşam namazından bir-iki saat ileriye kadar yüzümü saadet şebekesine döndürmüş, zâhirî ve mânevî nur içinde iki büklüm beklerken, sağ tarafımdaki Hacı Ömer Efendi kulağıma eğilip fısıldadı: “Refika şu ânda Peygamber Mescidi’ni ziyarete gelemez. Selâm Kapısı’ndan girip de Cibril Kapısı’ndan çıkmasına Şer’an müsaade var mıdır?”… 25 yıl evvelki rüyâ o ânda hatırıma geldi ve haşyetle sarsıldım. Hacı Ömer Efendi’nin yüzüne baktım ve rüyâya girenin o olduğunu anladım. Rüyâmı düşünerek, “bu suâlin cevabını mezun olmak şöyle dursun, belki memurum!” diye mukabele ettim. Ancak rüyâda cevabını vermeye cesaret edemediğim gibi, o ânda da huzurda bulunduğumuzdan cevab vermemekte mazur olduğumu bildirdim. BAB-I RAHME’den (Şefkat, hıfz Kapısı) dışarı çıkınca, ben hem meseleyi cevaplandırdım, hem de rüyâyı tafsilâtıyla anlattım. Noktası noktasına zuhur eden rüyâ, merhum pederimin tâbir ve tefsirine göre benim ilim tahsiline teşvik edilmemi hedef tutuyordu. Bu rüyadan sonra tahsil yolunda elde ettiğim yepyeni bir idrak ve en ince meseleler üzerinde kalbime dolan anlayış o derece terakki etti ki, tarifi kabil değil…

*

Hayz: 818.
Duha: Kuşluk vakti. Güneş. Vuzuh ve beyan. Kur’ân’ın 93. Sûresi. (Meâli: Kuşluğa – Sakinliği çöktüğü zaman geceye yemin ederim ki – Rabbin seni terketmedi, darılmadı da – Muhakkak ahiret senin için dünyadan hayırlıdır – Ve ileride Rabbin sana öyle ihsanda bulunacak ki, sen de razı olacaksın. (Resûlullah Efendimiz, “Öyleyse ümmetimden bir kişi Cehennem’de kaldıkça, ben de razı olmam” demiştir.) – O seni YETİM bulup, (amcan Ebu Talib’in yanında) barındırmadı mı? – Seni (ÇOCUK iken) kaybolmuş bulup da yolunu doğrultmadı mı? – ve seni, bir yoksul bulup (Hatice’nin malı ile) zengin etmedi mi? – Öyleyse yetime kahretme – Dilenciyi azarlama – Rabbi’nin nimetine gelince, onu da anlat… BİR NOT: Bu Sûre’den önceki LEYL Sûresi’nde, “O takva sahibi ki, malını Allah yolunda verip temizlenir” meâlindeki âyet, Hazret-i Ebubekir hakkında ve Bilâli Habeşi Hazretleri’ni eziyet eden müşrik sahibinden satın alıp azad etmesi sebebiyle inmiştir. DUHA Sûresi’nin Sebeb-i nüzulü ise, vahy 15 gün kesildiğinde müşriklerin “Rabbi O’nu terketti” diye Allah Sevgilisi’ni üzmeleridir… Müfessirlere göre, LEYL Sûresi umumî mânâsıyla herkese âit olmak üzere, Hazret-i Ebubekir “SIDDIK” ile ilgilidir; ardından gelen DUHÂ Sûresi ise, Allah Sevgilisi ile… Böylece, arada bir aracı olmaksızın, velâyetin üstündeki SIDDIKİYET makamı ile, Risâlet mertebesine geçen bir yükseliş sözkonusu… Gayet ince ve bizim Efendi Hazretleri’nin rüyasındaki hikmete bakan diye üzerinde duracağımız bir husus: Resûlullah Efendimiz’in sıkıntısını anlatan DUHA Sûresi’nden sonra nazil olan İNŞİRAH Sûresi, O’na teselli ve ferahlama olarak inmiştir. Her iki Sûre’nin bir olduğu beyânı yanında, ağır basan görüşle, malûm, her ikisi besmele ile birbirinden ayrılmış müstakil Sûreler olarak bildiğimiz şekilde, KİTAB sıralanmıştır. Her iki görüşte tecelli eden hikmetler, aslında birbirini çelici olmayan ayrı hakikatleri göstermektedir ki, birinde EHADİYET ve RAHMANİ sır, diğerinde Allah’ı herşeyden tenzih ve kulluk idrakı vardır - nitekim RAHMANÎ hikmet de böyle görünmekte… Nitekim: Sûrelerin ardarda gelişinde, Allah Resûlü’nden sonra ümmetin en büyükleri Sahabîlerin en büyüğü olan Hazret-i Ebubekir’in şahsında, hem zâhir ve hem bâtının Allah Sevgilisi ile bağlılığı ve birliği görünürken, –ki, Sahabe, birbirini taklid caiz olmayan içtihad ehli olarak, bunun gerektiği yerde O’nun yerine kaim olandır!–, eğer her ikisi arasındaki fark gözetilmezse –ki Sıddıkiyet, BERZAH’ın kendisine BERZAH olmaması hikmetiyle, bir BERZAH’tır–, bu takdirde de ALLAH SEVGİLİSİ’NE ÂİT ZATÎ HÂLİN, bir nevî kendisinden Şer’i mükellefiyetlerin kaldırılması gibi bir mânâya yol açacağı açıktır. Tıpkı Sıddıkiyet ve Risalet arasındaki birliğin benzeri mantık, Allah ile Resûlü’nün birliği gibi. Nitekim, Vahy’in kesildiği o süre içinde Allah Sevgilisi birkaç GECE ibadet için kalkmamıştır. O’nun kendisine FARZ kıldığını yerine getirememesi üzerine, Allah “O’nu terketmediğini ve darılmadığını” bildirmekte. Müşriklerin Allah Sevgilisi’ni üzmeleri ile birlikte, O’nun bu özür sebebiyle durumuna darılınmadığı gibi de bir mânâ… Hatırlatma: “40 senedir Allah’ı anmaktan bir ân gafil olmadım. Eğer öyle birşey olsaydı, küfrüme hamlederdim!”… Demek ki, ibadetin umuma yüklediği mükellefiyet yanında, mükellefiyet ve ÖZÜR’ün kişiye göre olması da var… Allah, O’na darıldığı için vahyi kesmediğini bildirirken, “Allah ile Resûlü’ne cefa edenler” misillü âyetlerde geçtiği üzere, O’nunla bir birlik nişânı, arzusu Vahy ile gerçekleniyor. Daha önceki sayılarda geçen RAHMANÎ hikmet mevzuu: “Hani “halketmede nefese ortak kılınan, bazı ledünni ve zâtî harikalar” misâlinde olduğu gibi… VAHY’in kesilmesi ve bu üzüntüyle O’nun gece ibadete kalkmaması, ÖZÜR bu; her iki husus bir arada, Allah Sevgilisi’nin kulluğu, yâni Allah ile kul ayrılığı görülüyor. Allah Sevgilisi’nin ÖZRÜ’de, kul plânında VAHÎD şânına uygun, “nafile ibadeti yerine getirememek” olur ancak; ve Allah O’nu teselli ediyor. Bırakmadığını bildirerek… ÖZÜR’ün, “elde olmayan sebebler” demek olması, kadının –Efendi Hazretleri’ne sorulan malûm mesele çerçevesindeki– durumuna tatbik edilince, onun Allah’ın rızası dışındaki bir durum mânâsına kulluktan çıkmadığını gösteriyor. Bu mesele, Allah ile kulu arasındaki birlik ve Allah ile kulu arasındaki farklılık bahsi etrafında açıklananlarla alâka içinde düşünülürse, özürde RAHMET’in tecellisine vesile anlamı doğuyor. “Bu hâller içinde abdest, namaz, oruçtan affedilmiş olan kadın, yalnız orucunu kaza ile mükellef olarak, resmî ve ibadet dışı bırakılmıştır”; bu hâliyle o, özrün kabulünde, en ziyâde müsaadeye mazhar vaziyettedir. Kuvveti zayıflığından doğan bir durum ki, tıpkı ÇOCUK hikmeti… Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin merhum pederi Seyyid Mustafa Efendi’nin rüyâyı ne kadar isabetli tâbir ettiği, rüyânın gerçekleştiği mekân ve özelliği içinde ayrıca sabit: Efendi Hazretleri ve Ömer Efendi’nin, BAB-I RAHME’den çıkınca… Bab: Kapı. Fasıl. Kısım. Mevzu. Hususi madde. Sığınılacak yer. İş. Şekil. Tövbe… Rahme: Rahmet. Şefkat. Kartal… RUHAMİ-Mermerden yapılmış: 851: BAB-I RAHME.): 818.
Yasin Sûresi, 58 âyet: (Meâli: Rahîm olan Rabb’ten selâm vardır.): 818.
Tahrir: Yazmak. Yazılmak. Kayd etmek. Hürriyete kavuşturmak: 818.
Hazî: Ateş yakmak. (Harık-Yakan, yakıcı. Yanan, tutuşmuş: 309= 1308: ARVASÎ… İlâhî ilim denizine giren hayret ehli, su içinde ateşe girdiler. Nasıl ki âyette, “Denizler tutuştuğu vakit” buyurulmuştur. Böyle bir durumda olan bâtın ehli, RAHÎM olan Allah’tan başka yardımcı bulamadılar. Allah’ın ilim sıfatına bürünen HAYRET’e düşmüşlerin hâi.): 818.
Hatir: Muhataralı, tehlikeli, korkulu durum. Büyük ve şerefli kimse: 819= 1818.
Havza: Açık ve düz deniz kıyısı. (Kusto. Fikir adamı.): 819= 1818.
Huzakiyy: Lisânı fasih-ilmi derin. Uzun zamanlar: 819= 1818.
Tetvic: TAÇ giydirme: 819= 1818.

*

Duh: Kız, kerime. Kendisine ikram edilmiş kimse. Şerefli. (Kadın veya erkek, MÜESSİR olan RUH’un karşısında nefsleri, onun mukabil kutbu olarak dişidir. Nitekim duh kelimesinde, bu mânâ görülüyor. Ruh, her türlü kemâlin sebebi olduğu için, nefs onu kabul ettiği kadar şeref, ona muhalefet kadar da düşüş sözkonusudur.): 604.
Beraet: Temize çıkma. Arî olma: 604.
Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu: 605= 1604.
İrabet: Akıl, anlayış, kavrayış: 604.
Eskab: Ateş yakmak. Delmek. (Diğer tarafa nüfuz etmek, geçmek… ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU’nu hatırlayınız.): 604.
Tasdik: Doğruluğunu kabul etmek: 604.
Dırre(t): Sütün çokluğu-ilim. Turra: 604.
İrtia’: Düşünmek, istikbali düşünmek. (TAHT: Gelecek olan zamir-Kişi, hüviyet: 808: Zâhir-Yüksek şeref. Neşv ü nema bulup gelişmiş, etrafa sarıp sarmaşmış bitki: Harraz-TERZİ. HAYYAT. İki şeyi bitiştiren. HAYYAT-Yılanlar… ERZİNCANLI, Üvesyi TERZİ Baba’yı ziyaretleri Ana-Babamın Erzincan hatıralarında.): 604.
Terba: Toprak. Yer, arz. Mehd. (Ebu’l Türab: İlim beldesinin kapısı ünvanlı Dördüncü büyük Sahabî, ilk Müslüman genç, Allah Sevgilisi’nin amca oğlu ve O’nun damadı, yine kendisinin bir lâtifesiyle “Toprağın Babası” lâkabını alan Hazret-i Ali Efendimiz… Seyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin, Üstadım’a “damadım” ve Neslihan Hanım’a “kızım” diye hitab buyurduklarını biliyoruz. Nur nesli Seyyidler’in, perdeli bir şekilde, Allah Sevgilisi’nin kızı FATIMA Hazretleri’nin vasıtasıyla yürümeye başladıklarını hatırlarsak, Efendi Hazretleri’nin bir iltifat ve cemile olsun diye öyle hitabetmediği de anlaşılır. Aynı mânâ içinde, nefsin “kadın” oluşu ile, ona hitab ederken, Üstadım’a işaret… “Neslihan Kerimem” diye yazılı bir mektubun üzerinde, Üstadım’ın ne kadar didindiği malûm. BENİM DE… Yevmiye: “Bazı teferruat vardır ki, bütünü gösterir. Bu mevzu çok kişi tarafından ihmâl edilir; halbuki ihlâs ile hakikati yaşayanda bu, ihmâl kabul etmez!”… Şeyh’in idealize edilişinde sözü edilen hakikat öyle birşeydir ki, Divan Edebiyatı’nda görüldüğü gibi, onu o şekilde anma ve anlatma yerine, kendi nefsinde bulunan bir vasıflandırmayla, “dişi-kadın” suretinde tasvir edersin; sensin-senin nefsindir mânâsı. O, zanna mevzu olarak “hep ötede” şuuru… Devamlı tecelli Güneşi’nin ateşinden yanmamak için, kendi GÖLGE’sine sığınan Şeyh, o GÖLGE bazen murakabe ve muhasebe, bazen MURAD olan MÜRİD, bazen Müridde görünen, bazen Mürid’de “o, ben!” - kendini mücerret bir şahıs farzedip ona hitab eden şâir. İÇİÇE KARIŞIK BİR DAVA… Amije: ŞAİR. Karışmış, karışık… AMİG(E): Karışmış, karışık. ÇİFT’leşme… Allah’ın doğrudan tecellilerine mevzu EMR ÂLEMİ’ne nisbetle, O’nda eksiklik kabilinden olduğu için görünemeyen işlerin bir “zuhur sıkıntısı” ile vesile olduğu şu görünen HALK ÂLEMİ meselesi: “Allah’ın, bütün isim ve sıfatlarının görünüşü bakımından, hakikati son tecridde BÂTIN’da olan bu âlemden daha güzeli yoktur!”… İNSAN, Efendiliği gözüksün, kemâli tamamlansın diye bu âleme gönderildi… KADIN, erkekten bir parça (hisse), onu ÇİFTLEŞTİRDİ. Bâtınî mânâda bu, “Hakk’ın kadında daha tamam görünmesi”dir. Meleklere nazaran, İNSANİ HAKİKATİ yerine koyan İNSAN’ın üstünlüğünün, NEFS sahibi olmasından dolayı vesaire gibi hikmetleri düşünün… Tasavvufta, meselâ “çıkış ve iniş” gibi tâbirlerin, sadece yükselişle alâkalı ve bu yüzden meselâ, “terk, terk, TERKİN DE TERKİ” mânâsını… Cinsiyet olarak KADIN - nefsimiz - dünya, TOPRAK ANA; Herşeyi kuşatan Allah’ın RAHMETİ, bu “herşey” kuşatışıyla görünüyor… “Sıddıkiyet makamı”nın Allah RESÛLÜ’ne nisbeti bahsindeki kısa işaretleri hatırlattıktan sonra, Hazret-i Ebubekir, “Hak, Ömer’in lisânı ile konuşur” buyrulan Hazret-i Ömer’de, hikmet ve adalet ve “ideal devlet reisliği”, HAYA madenî ki “hayâ imândandır” buyurulmuştur - Hazret-i Osman, kısaca işaretlerle üzerinde durduğumuz Hazret-i Ali ki, Allah Resûlü’ne hısım olarak da bitişik. Varlık sayısı 4 ya, Allah Resûlü’nün etrafında, Ümmetin en büyük 4 ferdi - O’nu temsilde en başlar; O’nu mânâ ve nesilde temsil eden… “Fatıma, benden bir parçadır”; hem cisim, hem de feyz alma mânâsı beraber - bâtında buna “hisse” tâbir edilir ki, parçanın bütüne delil olması gibi, O’ndandır, O’dur. Erkeğin kadına olan üstünlüğü bakımından ve feyz alma bakımından Hazret-i Ali’nin Fatıma’nın nefsinde tecellisi… Netice’de, “bâtının işlerinin zâhire zıd” olması hikmeti ile birlikte düşünüldüğünde, SEYYİDLİK de zâhirde görünen bir “manevî mânâ” olması bakımından, “iki dişi - bir erkek eder” MÜESSİRLİĞİ’ne nisbetle Hazret-i Fatıma yönünden (de) niçin nesil yürüyüşü anlaşılıyor. Bâtın nisbeti içinde olanların- velilerin, EHL-İ BEYT’ten sayılmaları da, bu hikmetlerden süzülebilir: MÜRİD, hem Allah Resûlü’nün NUR’undan bir parça ve nefsinde O’nu dişi gören, hem Şeyhi’ni nefsinde dişi gören olarak, Seyyid hükmündedir. İşaretlediğimiz hususlar çerçevesinde, mânâ asıl, hem maddî ve hem mânevî olarak Seyyidliğin, dünya işlerinde bir imtiyaz tarafı olmadığı da açık. Birincilerden beklenen, “lâyık olma” edeb ve çilesi, ikinciler ise erenler. O erenler ki, Halkın bâtınının Hakk olduğunu idrakle, Halk’ta O’nu görenler; kendilerinin, hakikatin hakikatinde Allah Resûlü’nden hisse olduğunu idrak edenler.): 604.
 

Baran Dergisi 233. Sayı