Nef’i: (Divan edebiyatı şâirlerindendir. Üstadım’la benzeşmelerini, BÜYÜK MUZTARİBLER’in dördüncü cildinde anlattım. Doğumu 1572. Hemen bütün Divân Edebiyatı şâirleri gibi, Arabça ve Farsça edebiyat lisanına vakıf. 1. Ahmed, 1. Mustafa, 2. Osman ve 4. Murad devirlerini görmüş bir şâir. “Osmanî neseb Hakanı ki, zâtında toplu hep - Arab FARUKÎ İslâmı, Acem PERVİZÎ ikbâli”; bunu 4. Murad için yazdığı kasidede söylüyor. FARUK, “ayırdedici, hakkı bâtıldan ayıran” demek ve İslâm’da devlet idealinin sembol şahsı Hazret-i ÖMER’in lâkabıdır. Hakkında, “Hakk, Ömer’in lisânı ile konuşur” meâlinde hadîs var… ÖMER, aynı zamanda NEF’İ’nin asıl ismi: ERZURUMLU Ömer Efendi… PERVİZ: Üstün, galib, muzaffer. SÜZGEÇ, elek. Güzellik, BALIK. Cilve. Espri. İrân Hükümdarı HÜSREV’in lâkabı… Hüsrev, HÜKÜMDAR ve GÜNEŞ demek. Aynı zamanda, İRÂN devleti’nin kurucusu ile ALLAH RESÛLÜ arasındaki dönemde yaşamış olduğunu da belirtelim… Malûm: Nefî, dili belâsı, İDAM edildi.): 210.
Sun’: YAPMAK. Aksiyon. İBDA. Tesir. Eser, yapılan iş: 210.

*

“GARK eder bir noktada nûr-ı siyaha âlemi — ÂRİF’in sermaye-i kilk-i siyâhı böyledir”: (Siyah, hem ululuk rengi, hem de aşk mânâlarına gelir. KİLK ise, “söz, kelâm” demek… Mürekkebin rengi de siyah; demek “yazı” kasdı da var… Sud, suda’, suada, SUADÎ: Rengi kara şeyler, aşk, ıztırab ve KUSTO… “Sermaye-i kilk-i siyah”: Siyah söz sermayesi… NOKTA: 166: RAHMAN Sûresi, 19-20. ayetleri… İki şey arasında SIR-Berzah mânâsında, ŞAİR’in, MÜTEFEKKİR’in rolüne dikkat… OYNAYABİLDİĞİ, yapabildiği kadar.): 2264.
Sidr: Tembel kimse. (Küst. Sahil. Sükûn. Berzah.): 264.
Serd: DELMEK. Nüfuz etmek. Sözü muttasıl ve güzel bir eda ile söylemek. Halkaları birbirine geçirmek. Dikmek-hayat, yılan: 264.
Sirac: Işık. Lâmba. Şevk veren şey. Güneş ve ay. NUR SAÇAN meâlinde Allah Sevgilisi’ne verilen bir isim: 264.
Müdrik: Aklı veren. Anlayan. Kavrayan: 264.
Urgun: Aşık, vurgun: 1263= 264.
Nühur: KURBAN: 264.
Resed: Lâyık, şâyan, şâyeste: 264.
Yemhur: Yaban eşeği. (Ahkab-Yaban eşeği. Uzun zamanlar. Evveli bilinmeyen NEFS: 112: İLAVE-İstikbâl: Hilâfet.): 264.
Mehdî Muhammed Salih İzzet Erdiş: 151+1112= 1263= 264.

*

“GARK eder bir noktada nûr-ı siyâha âlemi — ÂRİF’in sermaye-i kilk-i siyâhı böyledir”: 2264= 1265.
NİRX. (Kürtçe): Nefs muhasebesi. (NEFS, ruhun bineği, DEVE vesair hükmündedir.): 265.

*

GARK eder bir NOKTA’da nûr-ı siyâha âlemi — ÂRİF’in sermaye-i kilk-i siyâhı böyledir”: 2264= 266.
Nurî: Nura mensub, nura âit: 266.
Muanaka: Kucaklaşan: 266.
Esirre: TAHT’lar. Milletin bellibaşlı ileri gelenleri. (Zamanımızda Tahtlar Tahtı, ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU’dur… Esere: İkram etmek. İhtiyar etmek: 706: FİKİR Kahramanı: Aktör, oynayan.): 266.
 

VELİLER ORDUSUNDAN: 333

 
VELİLER Ordusundan 333: (Üstadım’ın, Tasavvuf’a dair her eserden önce bilinmiş ve okunmuş olması gereken, VELİLER TARİHİ’nden seçilmiş ve EBED MÜDDETİ’ne “zât sırrı neyse o” olarak BİRLEŞMİŞ bâtın kahramanlarının hayat ve hikmetlerinden demetli, EBEDÎ hayat temsilcileri, imânımızı delillendirdiğimiz kahramanlar… BÜYÜK DOĞU İDEOLOCYASI’nın ruhu.): 966.
YOLUMUZ, HALİMİZ, ÇAREMİZ: Üstadım’dan ilk dinlediğim konferansın senesi: 1966.
“Seyyid Abdülhakîm Arvâsî - Necib Fazıl Kısakürek” - İzzet Erdiş: 1983+983= 2966.

*

“Seyyid Abdülhakîm Arvâsî - Necib Fazıl Kısakürek” - İzzet Erdiş: 2966= 968.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1967= 968.
Eskişehir Lisesi’ni bitirip, İstanbul Hukuk Fakültesi’ne girdiğim sene: 968.

*

İŞGAL: Zabtetme, istilâ etme. Birisini işinden alıkoyma, başka şeyle meşgul etme. (Mecazî suret olarak MAVİYE ve MOĞOL İSTİL… Hatırlanmalı.): 333.
Şekîba: Sabırlı, tahammüllü: 333.
Bişkuh: Kuvvet sahibi. (Sırtlan… Azbu’: Sırtlan… Azb: Gizli kalma… Kassah-Sırtlan: 169: Rahman Sûresi 19-20. âyetler.): 333.
Erbain: 40 gün. Kırk gün devam eden kara kış: 333.
Müfareze: Bir şeyden kesilip ayrılmış. (Ayrı kök salan fidan): 333.

 
HACI BEKTAŞÎ VELİ

 
Hacı Bektaşî Veli: (Veliler Ordusu 333’den: Bektaşîliğin kurucusu… Nişaburlu… SEYYİD… Henüz ilk teşekkül devresinde ve sadece imân ve nizâmın mümessili ilk YENİÇERİ’nin arkasını okşamış ve ona dua etmiş olan Büyük Veli… İslâm’ın şânını GARB topraklarında en ileri sınırlara kadar götüren Yeniçeri, nasıl bir iki devre sonra dâva ve mefkûre askeri olmanın vecd, saffet, aşk ve intizamını kaybettiyse, bu Büyük Veli’nin kendisine nisbet iddia eden bağlıları da bütün iç feyzlerini kaybettiler; ve Bektaşîlik yolunu berbad ettiler… BEK-TAŞ: Akran. Arkadaş:723: Tecyiş-ASKERLERİ sıraya koyma: Şebaket-Kafes veya ağ gibi örülme… Bek’: Birbiri ardınca vurmak. Büyük bıçak. Delmek”. KARŞILAYIP İSTİKBÂL ETMEK: 92: Muhammed… BEKÂ: Devamlılık. EBEDÎLİK. Allah’ın bir sıfatı.): 801.
Hıra: Allah Sevgilisi’ne VAHY’in geldiği Mağara’nın bulunduğu dağ. (Şu görünen âlemde, bütün zıtlıkları, varlık-yokluk, madde-ruh, akıl-ruh olarak, bu kutublarda topluyoruz… Bu iki kutubtan hangisi asıl ise, diğer onun gölgesi; yâni o asılla varolan… İçinde bulunduğumuz görünen âlemde her varlık, kendi zâtî mahiyeti, özü ile vardır; neticede “madde” sıfatında toplanır… Şayet, bunun karşısında olan “yok” ve “ruh”, onun aksi ve gölgesi ise, madde ve mekânın sonsuzluğu-sınırsızlığı ve mutlaklığı sözkonusudur ki, o zaman “herşeyin zıddıyla varoluşu”nu, bu mutlaklıktan hareketle izâh edeceğiz. Çelişkili bir ifâde: Madde mutlak ise, kendisinde meydana gelen değişimde, zıtlık olmaması lâzım. Bunun için de, madde-hareket, madde-enerji dönüşümü de, ikiliği de. RUH veya MADDE: Bu zıtlıklardan birinden birini başlangıç kabul ederken, PEŞİN FİKİR içindeyiz: İMAN. Bunu bize MADDE verdiyse, hakikatini anlamak için yola çıkarken, “aslım ruhtur” der gibi çelişkili bir durum. Kendimde, BEDEN sınırım içinde bir sınırsızlık görüyorum ki, –ruh ve yok, objeleştirilemez, sınırsızdır–, bunu kâinata teşmil edersem, onun sınırsızlığı, yukarıda belirttiğim gibi bir MUTLAK belirtir ki, bu, onun isbatı kabil olmayan ve devamlı keşfi gereken yönüdür, hep İMAN mevzuu olarak kalır. Ben, “hareket içinde hareketle zenginleşenim”, zaten MUTLAK değilim. PEŞİN FİKİR’le başlayan, yâni ruhtan yine ruha dönen bir bilgilenme içindeyim. Ölçü, zâti mahiyeti itibariyle “ne ise o” olan isem, sınırsızlığımı kendi bedenimde göremiyorum. SINIRDA SINIRSIZLIK, bende PEŞİN FİKİR-RUH yolundan, yine ruha âit hâl. Bunu maddeye tatbik edersek, SINIRDA SINIRSIZLIK, –zaten söylenmiş oldu–, MADDE’nin sınırının olmasıdır. Neyle sınırlı, KUŞATAN’ı ne? Kuşatanı ne ise, KÂİNAT da ondan… Yokun gölgesi? O hâlde yok, bir VARDIR. Bu maddeci bir izâh değil. Üstelik, yine İMÂN’a mevzu: Yokluktan varlık çıkması? Makul olan, madde karşısına koyduğumuz bu YOKLUK’a, yine madde ölçüsüyle yakalanamaz RUH izâfe etmektir ki, hem var, hem de yok, bu sır birliğinde BİR olarak bulunur; o zaman da madde, birbirinin zıddı olarak alınır ki, “herşeyin zıddıyla kaim olması” hakikati çerçevesinde, bu zıtlıklar kendilerini objelerde, “varlıkta zıddı yokluk” istidadına kadar gösterir. Varlıkların değişimi boyunca, hep var görünen, varlık-yokluk temposunun hızıdır. İzi var kendi görünmez-yok olan zamanın, mekânda tecellisi boyunca görünen eşya ve hâdiseler. Zamanın içyüzü, ruhun kökünde: Allah’ın olan DEHR. Tafsilde ZAMAN-ÂN, icmâl mertebesinde DEHR… PEŞİN FİKİR dedik: Mevzu etmek istediğimiz, parça parça bilgilerle BÜTÜN’ün elde edilemeyeceği. Nitekim parça parça bilgilerin toplanma yerine dağınıklık getirmesi, BİR olması gereken hakikati gerekli kıldığından, bu hususta fizikte en son bütüncül sistem EINSTEIN tarafından kuruldu: Atomaltı parçacıklar dünyasına âit “ihtimâller alanı”, onun bütüncüllüğünü bozdu. İş, fizikten çok “fizik felsefesi” hâlinde, felsefenin akıbetine düçar. Neticeye doğru gitmek yerine, Üstadım’ın Hint felsefesi için söylediği sonsuz hikmetler içinde nihâî varıştan mahrum”, Spinoza’nın vaktiyle söylediği üzere, “MADDE KIPIRDIYOR” çerçevesinde semizleşiyor… Bunca sözü niçin ettim? Bir lâf söyler kaçar hesabı, lâfın ne başı temelli ne sonu belirli, VAHY hususunda edilegelmiş sözlere sed çekme niyetiyle… En geniş anlamıyla BİLGİ, en geniş anlamıyla NAKİL yoluyla alınır. Bu nakil davası içine, madde ve tabiattan topluma, madde üstü olanına, hem varlık ve hem de bilgi niteliğine kadar hepsini katıyorum. Bir yanıyla beş duyu tarafından idrak edilenlerin beyinde “BİLGİ” niteliği, bunların AKIL ile birbiriyle alâkalandırılarak HÜKÜM ifâde etmesi, diğer yönüyle “hadiseye yanaşan ŞUUR” olarak, hükmün köklerinin madde üstü niteliği. Akıl, beş duyu ile beraber, BEYİN organında temsil olunuyor: Düşünme organı beyin. Beynin madde olarak üzerinde durulduğu zaman da, HÜKÜM köklerinin madde üstü olması meselesi, derinleştikçe daha bariz oluyor: “Beyin, vücudun her yerindedir; onu arayan, neticede kendisini aramaktadır!”… Beynin, vücudun her yerinde olması, düşüncenin de vücudun her yerinde olması demektir. Hani, “bildikçe halk olan, ötesi HAK” meselesi: Hep bilinecek olanı bulunan… Ruh, kalbte, nefs ile birleşerek, KALB HAKİKATİ’ni meydana getiriyor: Ruhun bedenle bu birleşmesi, nasılsız ve niçinsiz, onun ne dışında, ne içinde, ne şu, ne bu… Nasılsız ve niçinsiz bir duruş içinde, o da vücudun her yerinde bir hakikat… İDRAK keyfiyeti nasıl beş duyu-hasseden beyinde BİNTASYA noktasında toplanır ve değerlenir, KALB GÖZÜ dediğimiz idrakle de aynı GÖRME’ye tercüme ettiriliyorsa, her organın bir duymaya merkez olması bakımından, DÜŞÜNMEYE Beyin, RUHA da Kalb… “Aklın beşiği kalbtir!”: Burada AKIL, RUH mânâsından, beyinde düşünce ile görünen AKIL mânâsınadır. HÜKÜM bahsinde söylediğimiz dikkate alınırsa, AKIL karışık bir dava. Tekrardan belirtmiş olduk. NEFS, beden lâtifesi - onun bâtını; bu bakımdan beden ile aynı mânâda kullandığımız gibi, kalbde tecelli eden RUH’un bu ilgisinden dolayı, ruha dönük yönüyle onu ruhtan bedene tevdi bir lâtife olarak da görebiliriz. Neticede NEFS, Allah karşısında hep eksik tarafımız, beden yönünde hep kusura istidatlı tarafımızı gösteriyor. Bu ŞUURLU varlığımızı KALB’te, “ruh ve nefs kutbu” diye ifâde ediyoruz. Bu asıl üzerinde, diğer kavram kutuplaşmalarını değerlendirin. BİNTASYA, hem duyu organları ile ilgili, hem de lâtife mânâsıyla, DİŞİ bir organ ve lâtife. Kalbte tecelli eden mânâ - NEFS’imiz olarak RUH da dişi. En geniş mânâsıyla DIŞ DÜNYA’nın uyaranlarını-tesirlerini KABUL eden. NEFSİMİZ’İN DİŞİ OLMASI, İnsan’ın sadece pasif bir idrak edici olması demek değildir; öyle olsa, hayat olmaz. “Dış dünyanın uyaranlarına karşı, ben idrakini gösteren tepkimiz” diyoruz, meylimiz var, arzularımız var idrak çabamız var, çalışmalarımız var; bunlar hep MÜESSİR tarafımız… ŞİMDİ: İlmin, “tecrübe, müşahede, geçmişin eseri” vesaire şeklinde şu içinde bulunduğumuz âleme dair bütün ilimlerini, TEVATÜR dedikleri dilden gelenleri, 5 duyu yolundan gelenlerin hepsini kısaca AKLÎ, bunun dışında VAHY ve ruha gelen, ruhun nefste kararına gelen, EMR ve HÜKMÜN bâtınına dair olanları da NAKLÎ diye ayırmadan, topunu birden alıcı NEFS’in bu KABUL kabiliyetine nisbetle - müessir ve etki alan vasfının karşısında olanları NAKİL diye belirttik. İlim sınıflamasında NAKLÎ İLİM’den kasıt, elbette bu değil. Ne var ki NASS - Kesin hüküm ifâde eden ve her türlü aklî teftişten önce kabulü zorunlu olan Allah ve Resûlü’nün bildirdikleri ile, zatî ve indî mahiyetteki Allah vergisi LEDÜNNÎ ihsanların, VAHY’e nisbetle İLHÂM, keşif ifâde eden BATINÎ bilgilerin veya Şeyh’in tasarrufu ile meydana gelenlerin, bu silsile içinde vuku bulan ilimlerin sahteleri ile karşılaştırılması ve izâhı, bize hepsine karşı cevab teşkil eder bir yerde durmamızı gerektirdiği için böyle dedik… “Allah’ın Peygamberlere bildirdikleri, söz ile midir, mânâ ile midir?”… VAHY, herkes için geçerli kesinlik mânâsıyla, Allah’ın Peygamberi’ne bildirdiği, SÖZ iledir. Allah’ın KELÂM sıfatı. Ne var ki bu kelâm, kul kelâmına benzemez, ses ve savttan münezzehtir. Öyleyse, VAHY meleğinin getirdiği ne? Peygamber’in ağzından dökülenler, Allah’ın kelâmı mıdır, yoksa mânâ olarak ilka edilenin O’nun ağzından ifâde edilişi mi? MELEK ile Allah’ın Kitabı olarak Peygamber’e VAHY edilenin, Allah’la ne kadar doğrudan bir mânâ ve itibar ifâde ettiğini Ebced İlmi ile de görebiliriz… MELEK, elçidir, yâni “Sefir”: 350: KUR’AN… Vahy Meleği CEBRAİL Aleyhisselâm, RUH-I MUHAMMEDİ’den bir parça olarak yaratılmış olmakla, O’nun nefsindendir: Muazzam mânâ… Onunla VAHYEDİLEN, bir nevi Allah Sevgilisi’nden ZUHUR EDEN “gibi”… SEFER-Muayyen bir mesafeye gitmek. Yer değiştirmek. HARB’e gitmek. KERRE: 340: RAKAM-Sayı. Yazı yazmak: RAKAM-Bütün satıcı, KÜLLÎ arz eden: FERNUD-Hüccet, delil, bürhan… SANKİ, Allah Sevgilisi’nin nefsi, Allah’ın zâtının tekrarı gibi. Allah Resûlü MUTLAK(A) KUL ve yer ve gökte, zâhir ve bâtında ne varsa, bütün âlemler bütün mahlûklarıyla O’nun yüzüsuyu hürmetine ve O’ndan yaratıldı; yâni O, BİR… Yâni, ALLAH BİR ve O BİR, iki değil… Bu mânâ, BERZAH mânâsı içinde, ebediyen KUL’un kul ve Allah’ın RABB olarak BAKÎ olmasını göstericidir: MUTLAK TEVHİD MÜMKÜN DEĞİLDİR, O’nsuz Allah’a bağlanmak da, O Peygamberler BAŞBUĞU’dur… Kur’ân’da KUL diye geçen, başta O’na hitaptır. En başta O’na âit bir mânâ da, KUL’un, “DE, söyle, bildir!” meâlinde EMİR olması… Ruh’un isimlerinden biri de KELME-İ EHEM’dir: Kıymetli kelime, öne alınan… VAHY’in işaret ettiğimiz mânâları, O’nu, hiçbir antitez davada gösterilemeyecek mahiyettedir. Vahy, söz ise nasıl, mânâ ilkaı ise nasıl; bu mesele de, onu çöpten izâhla benzerlik iddiacılarından ve itirazcılardan savunmak için, üzerinde durulması gereken… Sesle olmadan, ses olarak idrake misâl, TELEGRAM: Bedene müessir olarak gelen elektro-manyetik dalga, hâliyle, ne başkasının, ne de benim dışarıdan duyduğum ses gibi değil. Televizyonda görüntü ve Radyoda ses de, sözkonusu âletlerden duyulmadan önce yok. Radyo ve televizyon yerine benim BEYNİMİ koyun, benim rüyâmın başkası tarafından görülmemesi gibi, bana gelenin bende eseri olarak yalnız benim idrakıma mahsus oluyor: Ne olduğunu, ne dendiğini anlatıyorum - kim ne anlıyor ayrı dava. TELEGRAM İlmini - kullanmayı bilenler, TELEGRAM’a dair misâlimi anlıyor; bu misâlde, GAİB’ten sesler duyma gibi “zihin bozukluğu” veya “düzgün konuşmalar”ın, niteliği belirsiz enerji dalgalarına hamlolunabilmesi veya bu tür fanteziler, VAHY mânâsı ile bağdaşmaz, o da belli. “Düzgün konuşmalar”; ister cin, ister şeytan, rastgele konuşma, insanı bozma, MUTLAKLIK izâfe edilememe, hem varlık ve hem de KELÂM plânında bunların vasfıdır… KÜFÜR’de BİRLİK olmaz: Adem Aleyhisselâm’dan Allah Sevgilisi’ne ve bugüne hiçbir devir İSLÂM’dan boş kalmadığı gibi, Dünya hayatının devamı da böyledir. Adem Peygamber’den Allah Sevgilisi’ne, İMÂN ve İSLÂM bir olarak MUTLAK FİKİR ifâdesiyle görünürken, KÜFÜR, envai çeşidiyle ve birbirini iptal ede ede, çele çele gelmektedir… KÜFRÜN bütünlüğü bile, İMÂN ve İSLÂM ile izâh bulmakta: Farket veya farkedeme, inan veya inanma, “nasılsız ve niçinsiz” bir şekilde bize “Şahdamarımızdan daha yakın” olan Allah’a, İMÂN, aynı hakikate inanma mânâsına BİR’dir. Bu BİR’in KÜLL mânâsı kimde, söyledik. Herşey zıddıyla kaimdir: KÂFİR’in imânı gizli, küfrü açık, MÜMİN’in ise İMÂN’ı açık, küfrü gizli. ASL OLAN İMÂNDIR ve bu dünyaya âit olmayan niteliği ile, bu dünyada zıddı ile görünürken, Allah ve Resûlü’nün TEKLİFLERİ’ni kabul veya redde nisbetle MÜMİN veya KÂFİR diyoruz. Kâfir, imân ihtimâli hep bâki, hakikatin ne olduğunu ölünce öğrenecektir… Yine TELEGRAM: Bu misâlde, dalgaların formu, malûm ses veya görüntüyü NAKİL biçiminde verilmiştir olması bakımından, doğrudan Allah Resûlü’nün ağzından KULA mahsus KELÂM’la dökülen bilinmez ALLAH KELÂMI bahsi, eksik kalıyor… MÂNÂ olarak ilka edilen VAHY ise, haysiyeti kelâmda görünen zamanüstü mânâsındadır ki, Allah’ın Resûlü’ne Kur’ân’ı öğretmesi, onun tefsiri cümlesindendir: “Allah’ın Resûlü’ne Kur’ân’ı öğretmesi” hususu âyetle bildirilmiştir ki, eğer sadece KUR’AN’ın tebliği mânâsında olsaydı, doğrudan Allah’ın kelâmı ağzından dökülen Resûl için de, onun öğrenilmesi ve tatbiki gereken olduğu meselesi açık kalırdı. İstidad başka, onun gerçekleşmesi olan HÂL başka. KUR’AN ONUN NEFSİDİR derken, O’nun hâlinde tamamlayacağıdır da. Bu, toprak seviyeli iş ve sanatta da misâlini bulan bir hakikattir: “Ben söylediğimin ne olduğunu bilmeden, düşündüğümün ne olduğunu nereden bileyim?”… İlhâm bahsinde bile idrak edilebilen bu mesele, Allah Resûlü’nün sanki bir takım genel niteliğiyle açıkladığımız NAKİLLER’den sonra oturup KUR’AN’I tesbit ettiriyor gibi ucuz küfür mantığını da çelicidir. VAHY ile gelenin veli nezdinde “KUL Kelâmı olmadığı hemen anlaşılır!” diye belirttiği durum, düşünün ki, Allah Resûlü bile bir takım âyet ve Sûreler’in açılımını, bazen yeni nazil olan âyet ve sûrelerle öğreniyor-cevablıyor. Meselâ, kendi söyleyebileceği şeyi söyleyip söylememeye dair işaret de âyetle gelenden. VAHY’in mânâ olarak, arada Cebrail Aleyhisselâm olmadan geleni, Kudsî Hadîs ve Hadîsler, Allah’ın O’na Kur’ân’ı öğretmesi cümlesindendir; tefsir veya eşya ve hâdiselere hakim kılma cümlesinden olarak… MESELE: Allah Sevgilisi’nin MİRAC gecesinde Allah ile Zâti vuslatı, ruh ve beden bir arada… Şu dünyada, bildiğimiz ve gördüğümüz bedenin, içe doğru soyulurken ilim ve araştırmalar boyu nelerden müteşekkil olduğu meselesi gibi, bilinmez âlemler boyunca Allah Resûlü’nün suretinin nasıl göründüğü hayâlimizin dışında. MİRACI bırakalım, kendi ruh urucu-miracında, Mevlâna Celâleddin-i Rumî Hazretleri’nin O’nun hakkında söylediği muazzam söz: Allah, O’nun suretinde göründü ve bu, suretin yok oluşudur. Hani şu âlelâde KUL suretinde görünürken, O surette bunu görenler… Dikkat: Bir şeyde fâni olmak, o şey olmak demek değildir… Suretin kendisinde tükendiği suret, O’nun Sureti, suretin yok olduğu, suretin Allah karşısında bu olduğu suret; MİRAC’ta Allah’a kavuşma… Şimdi bu sözlerin hangisi hayâlimize sığabiliyor ki, idrakın aczini ifâde etmeyelim. YOK objeleştirilebilir birşey mi ki, ileri geri konuşalım. Yokluk, aklın kabul ettiği bir mahlûk, “yok da bir var”, ama anlatılamazlardan. Ya bu mânânın da hamili O suretin yok oluşu? Tek bildiğimiz, bütün anlaşılmazlar içinde, O’nun Allah karşısında KUL oluşu, KUL kalışı. Eğer böyle olmasa, topyekün varlık sükuta giderdi. MİRAC’ın bedenen - NEFS ile vukuu, MAHLUKAT’ın VAR kalacağının da DELİLİ oluyor. MİRAC gecesi, Ayet-el KÜRSİ’nin arada MELEK olmaksızın VAHYİ-bildirilmesi, VAHY’in beden ile mi yoksa ruh ile mi idrakı meselesine de açıklık getiriyor. BEDEN? Nasut, bedene âit bir tarifle, “ruhu kabul eden yer”dir. NASUT? Ayet-el Kürsî, doğrudan Allah’ın VAHY’i olarak ve kul kelâmı ile dünyada nakledildi. Ya MİRAC’taki karşılıklı KABUL-Konuşma? İşte “MÜ’MİN MÜMİN’in aynasıdır!” hikmetinin, MUTLAK ifâdesiyle tecellisi olan, akıl sır ermez buluşma? Malûm; MÜMİN, “kulunu emin kılıcı” mânâsında, Allah’ın isimlerinden birisidir… “VAHY, bedenen mi alınıyor?”dan kasıd, beş hasse-duyu dünyasından gelenlerin OTORİTE organı BEYİN ve bu niteleme ile “transandantal-aşkın-duyu üstüne” âit olanları da DÜŞÜNCE’nin HÜKMÜNDE, dolayısıyla AKIL’da gören, böylece  AKIL ve dolayısıyla BEYİN, dolayısıyla BEYNİN ÜRÜNÜ AKIL’da telaffuza gelen mi? DUYU ÜSTÜ’nün ne varlık, ne de BİLDİRDİĞİ hakkında birşey söylenemeyen bir nitelik olarak belirtilmesi, zaten KALBİ saded dışı bırakıyor. Mücerret bir MUTLAK VARLIK ve MUTLAK DÜŞÜNCE için de aynı şey… KALB de bir organ; RUH’un bedende tecellisini temsil yeri ve Allah’ın nazar ettiği… VAHY’in kalbte vukuu, hem Allah Kelâmı’nın bildiğimiz kelâm gibi olmayışına uygun, hem mânâ olarak VAHY edilenlere uygun, hem de merkezi beyin olan AKIL’ın beşiğinin KALB olmasına uygun. “İslâm, kalbin yoludur, bu yüzden onu anlamada AKIL kâfi değildir. Akıl, işi tahdit ile tek bir esasa bağlar ki, HAKİKAT kendi nefsinde bunu kabul etmez!”… Düşünce âleti MANTIK vesilesiyle, onun kullanana nisbetle ikiyüzlü niteliği ve herkesin bildiği basit bedahetlere bile aykırı hükümler çıkarabildiği hususu üzerinde birçok kereler durduk… Ruhun nefsle birleşmesi ve nefsin beden ilgisi, “VAHY bedenle mi alınıyor ruhla mı?” sorusu ile karşılaşılınca, sanki beden ve ruh ikiliği varmış gibi bir mânâ yanında, VAHY’i beş duyu ile idrak edilen dünya verileri cinsinden bir dünyada ve buna dair bir MİSTİK seviyesine düşürüyor. İster söz, ister şekil, ister mânâ yönünden tecelli edeni gösteren olsun, bütün ŞAMAN ritleri ve sembolleri bu soydandır… MİRACA dönelim: Miraçta doğrudan Allah’tan alınan Ayet-el Kürsî VAHY’i, arada melek olmaksızın tecelliye nazaran, Bâtın kahramanlarının da hâlini İLHÂM kaydıyla isbat eder. Bu, aynı zamanda onların, Allah Resûlü’nün şahsında VAHY müessesesinin, ümmet zaviyesinden isbatıdır da. Hani, “İmânı Allah nasib eder” meselesi gibi, O’nun getirdiğine HİSSE sahibi olarak inanıyorsun… VAHY ve İLHÂMI böyle asıldan gösterdikten sonra, bunlarla karışık mânâda olan RÜYA’nın dışında, RÜYA çeşitleri kadar İLHAM’dan sözedebiliriz… Hani, şu gördüğümüz dünya, tabire muhtaç bir nevi rüyâ ya, bu kasıd da içinde… UNUTMADAN: Telegram’da, mânâ olarak hissettirilen BİLDİRMELER de var, yâni söz yok. Bunu Şaman ritleri paralelinde bir yere koyabiliriz ama, hem yapan insanın ruhanî hüneri yerine âlet sözkonusu, hem ruhanî varlıklar mevzuu yok, hem de âlet ve insan kabiliyeti meselesi, farkı… Üzerinde durduğumuz mesele içinde, fizikî tesirler, mevzu dışında. Dokunma duyusuna hitab eden, acı verme, incitme, vurma, vücutta infial meydana getirme ve SEKS’e âit hüner.): 802= 1801.
AHİR: Biten. Hitam bulan. Sonra gelen. Son. (Allah’ın, “Vücudunun sonrası olmayan - sonsuz mutlak” mânâsında, 99 güzel isminden biri.): 801.
Gazz: Yeni BUZAĞI. (RAMAZAN Hediyesi, BURAK Çileli’den, KANDIRA Cezaevi’nden: “Çıkacak olan DABBE, Salih Peygamber’in devesinin sütten kesilmiş yavrusudur. Ana öldürülürken kaçtı ve bir KAYA içine saklandı. O yavru, çıkma zamanına kadar orada gizlidir.” — HADİS… İMKÂN: 112: HİLÂFET: Hadîs-i Şerif: Salih İzzet Erdiş.): 801.
Haber: Hariçten insanın fikrine intikal eden ilim. Yeni havadis. Ağızdan ağıza nakledilen söz. Peygam. İlim ve malûmat. Bilgi. Allah Resûlü’nün sözü. Müsned. Bir isme yakıştırılan sıfat: 802= 1801.
Hibr: Salih âlim. Sevinç. Nimet. MÜREKKEB. Eser. Nişâne. (Eser: Kilk-i siyah: MÜREKKEB.): 802= 1801.
Teberrür: Allah rızasına çalışma: 802= 1801.
Harb: Yarmak. DELMEK mânâsına gelen masdar: 802= 1801.
İslihmam: Ayak üstüne durmak: 802= 1801.

*

“Allah, bir şeyin olmasını dilediğinde, OL der ve O şey OLUR”; EMİR Allah’tan ve OLUŞ KENDİNDEN… Kur’ân’ın mahlûk kelâmı ile beyânında da, aynı bu “OL ve OLUR” sırrı tecelli ediyor. Kur’ân, “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya memur” NEFSE, bunu tamı tamına yerine getirebilmesine uygunluk bakımından, ALLAH SEVGİLİSİ’NİN NEFSİ’dir. Cebrail Aleyhisselâm, O’nun nefsinden yaratılmış bir KUL olmakla, getirdiği VAHY’in, “OLUR, OL’UN AYNI”, Allah Sevgilisi’nden DOĞAN olduğu anlaşılıyor ki, doğrudan Allah’tan. EMR âlemi işlerinin KÜN-OL emrine âit olması ve bu âlemin tıpkı HALK Âlemi’nin EMR Âlemi’ne nisbetle mekân teşkil etmesi gibi, Allah’ın Zât Âlemi’ne nisbetle de EMR Âlemi, tıpkı mekân gibidir. VAHY’in Allah’ın EMR’inden olması, EMR Âleminin niteliği gibi, bir halita-karışım gibi görünüyor. VAHY, bir yanıyla OL, öbür yanıyla OLUR bir mânâ… Allah’ın emrini getiren CEBRAİL Aleyhisselâm’ın, Allah Sevgilisi’nin nefsinden yaratılmış olması, SEFİR-Elçi, SEFER-muayyen bir mesafeye gitmek, neticede Allah Sevgilisi’nin tamamlayacağı “ahlâkî yücelikler” KADERİ - tayin edilmişliğine nisbetle, yine O’nun nefsine âittir. Şu var ki, “Kişi kendini bildiğince RABBİNİ BİLİR” ölçüsünde görüldüğü üzere, BİLİNEN RAB, kendini bildiğince olmak bakımından, NEFSİN olunacak olan mahiyeti, RABB’dir. Bundan anlaşılması gereken, VAHY’e mahsus bir mânâ, bir ucunda Allah, öbür ucunda KUL, KUL için nihayettir… SEFER: Harbe gitmek. Cihada gitmek… “Cihad şifadır!” Hadîsi’nin hikmeti içinde, VAHY’in Allah Resûlü’nden başlayarak ümmete, O’na KABİL olabilmenin şifa mânâsı anlaşılıyor. Biz, uymak mânâsıyla, emirleri alabilmeliyiz. “Büyük CİHAD” bahsini de, bu meseleler içinde düşünelim; sıvışmak için değil… SEFER: 340: KAMER-Mecazî olarak, Allah Resûlü’nün, Güneş’e temsil olunan Allah’a nisbeti: SİFR-Sıfır, sır. Yazı, haber: MAKARR-Merkez: MÜFEKKİR-İdrak kuvveti: MASİR-Suyun aktığı yer. RUH. Şeriat: MÜRESSEM-Sureti çizilmiş: MÜRESSİM-Suret çizen: SEFR-Islah etmek, terbiye etmek. Rabb… HIRA kelimesi etrafında temas ettiğimiz VAHY mevzuu içinde, karışıklığa sebeb vermemek için açılım hâlinde yerinde işleyemediğimiz kısmı şimdi sunmuş olduk.
 

YENİÇERİ’NİN KURULUŞU

 
YENİ-ÇERİ: (Ali Hışıroğlu’nun, OSMANLI isimli eserinden: “ORHAN Gazi, (1324-1360), SADRAZAM Alâaddin başkanlığında ÇANDARLI Mevlâna, KARA Halil, ŞEHZADE Süleyman Paşa, ŞEHZADE Murad Bey’den müteşekkil bir heyet kurdu. Bu şekilde büyüyen Devlet ve Millet coğrafyasında teşkilâtlanmanın adımlarını atmış oluyordu. Bu hamlelerin en önemlilerinden biri de, YENİÇERİ OCAĞI’dır… HÜKÜMDAR adına HUTBE okutulmaya başlandı ve para basıldı. Paranın bir yüzüne KELİME-İ ŞEHADET, diğer yüzüne de ORHAN HALLEDÜLLAHÜ MÜLKE yazılıydı. Bin neferlik yaya ordusu da ilk defa onun zamanında kuruldu”… Kelime-i Şehadetin harflerinin ebced toplamı: 1104= 105: MÜHELLİL-Tehlil eden. Kelime-i Tevhidi devamlı tekrar eden: Hela’-KORKU: ADİL(e)-Adalet eden… HALLEDÜLLAHÜ-Allah daim ve bâki eylesin: OSMANLI: SAGR-Sâhil Şehri. Kusto: TEFEKKÜR: Keftar-Sırtlan. Kuvvetli adam. Gizli. Korku veren. Çok doğurgan, çok eser veren… KASAH-Sırtlan: 169: RAHMAN Suresi 19-20. âyetler… ORHAN Halledullahü Mülkü: 1648: RAHMET: Meskub-DELİNMİŞ. DELİKLİ… Orhan Halledullahü Mülkü-“Allah, Orhan’ın mülkünü daim ve bâki eylesin”: 1648= 649: MEHDİ-İ Muntazır-Beklenen Mehdî… ABDÜLHAKÎM Koltuğu –mülkünü– hatırlayınız.): 285.
FİHR: TAŞ. Kaya. Destenek dedikleri taş. (Allah Sevgilisi’nin mensub olduğu KUREYŞ Kabilesi’nin, 11 nesil öncesi Dedesi FİHR’den geldiği; O, 12. oluyor… HALİD Bin Velid Hazretleri ile, FİHR’den beş nesil sonra, MÜRRE Hazretlerinden sonra çatallaşma.): 285.
FERDA: Yarın. İstikbâl. Ferd olarak: 285.
HÜRİ’: Bit. (Rüyâ’da gelen mânâ: “Bit veya pire hakkında en çok yazan odur!” diye, Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin bir yazısını görüyorum… NOT: Eskiden, BİT’in KENDİLİĞİNDEN oluştuğuna inanılırdı.): 285.
Gerdune: Dünya. Dönen. Devreden. Zatıyla hareketli: 285.

*

YENİÇERİ’NİN Romanı: Üstadım’ın bir eserinin ismi. (ENGARE: Roman, hikâye. Bitmemiş, tamamlanmamış iş… YENİÇERİ, Osmanlı’nın gerileme dönemi boyunca tefessüh-kokuşmuşluk yönü öne çıkar olduğundan, yukarıda YENİ-ÇERİ diye HAS devrini vurgulamak istedim. YENİÇERİ’NİN ROMANI’ndan, onun kuruluştaki HAS mânâsını aktaralım: SULUCA KARAHÖYÜK, Amasya taraflarında, YEŞİLIRMAK’ın tatlı bir kıvrımı ile çevrili, kırlarda kaybolmuş izbe bir bucak. (…) Bundan 643 yıl evvel (1326) bir gün, Suluca Karahöyük bucağın baktığı ovada bir toz bulutu… Toz bulutu, HACI BEKTAŞÎ VELİ dergahına doğru ilerliyor. Bulut yaklaşınca herşey belirdi: 40-50 atlı… En önde, yağız atlara kurulmuş TUĞ taşıyan birkaç öncü… Arkalarında ve beyaz bir küheylan üzerinde haşmetli ve BAŞBUĞ kıyafetli biri… En arkada da maiyet ATLILARI… O ânda, dergahın içinde, kıbleye karşı zikirle meşgul HACI BEKTAŞÎ VELİ’nin hiçbir şeyden haberi yok… Alay dergâhının kapısına gelince öncüler hemen attan inip tuğları yere diktiler… Bir nida: Sultan Orhan Gazi, HACI BEKTAŞÎ VELİ’nin ellerinden öpmeye geldi!”… HACI BEKTAŞÎ VELİ kapıda… Dudaklarında ince bir tebessüm, genç DEVLET’in ilk teşkilatçı İKİNCİ Padişahına bakıyor. ORHAN Gazi, besmeleyle sağ ayağını atarak içeriye girdi. Uzun, etraflı, derin ve içten bir konuşma… ORHAN Gazi, Şeyh’in ışık saçan yüzüne bakıp dedi: “Bu uzun yoldan size, Devletimiz’e ve Ordumuz’a dua etmenizi dilemek için geldim. Yanıma da yeni teşkil ettiğimiz askerlerden birkaçını aldım!”… HACI BEKTAŞÎ VELİ: “Dualarım sizinle… İnşallah zahmetiniz boşa çıkmaz… Göreyim, beraber getirdiğiniz askeri!”… Beraber dışarı çıktılar. ORHAN Gazi’nin işretiyle, kılıkları ve edaları öbürlerinden ayrı, bir arada duran birkaç asker koşup ŞEYH ile Sultan’ın karşısında saf bağladılar. ŞEYH bunların yüzüne baktı: “Maşallah! Ne güzel, ne civan kişiler!”… Ve ilerleyip sağ elini bunlardan birinin başına koydu: “İsimleri YENİÇERİ olsun… Allah yüzlerini ak, pazularını güçlü, kılıçlarını keskin, oklarını vurucu, kendilerini daima düşmana galib eylesin!”… YENİÇERİ böyle kuruldu ve ruhunu BEKTAŞÎ ocağından devşirdi.): 692.
İBRAHİM Kassaroğlu: 1692.
İLHAN: Hükümdar: 692.
Münsakib: Delinen. Nüfuz edilen: 692.
Hafaya: Gizli sırlar: 692.
Teserbül: Gömlek giyme. (Sıfatlanma): 692.
İ’tikar: Birbirine karışıp sayılamama: 692.
 

TARİH NE İŞE YARAR

 
CEVHER İlhan: Bir yazınızda “Biz redd-i mirâs hakkına sahib değiliz!” diyorsunuz. Bununla neyi kastettiğinizi biraz açar mısınız?
PROFESÖR İlber Ortaylı: (…) Bunun arkasında iki sebep yatıyor. Bir tanesi, müthiş bir tarih bilmezlik, tarih öğrenmeme ve reddetme tavrı var. Bu garib bir mesele. Hep söylüyorum, matematik bilmeyen açıkça matematiği reddedemez, gülünç duruma düşer. Müziği sevmeyen belki vardır. Bunlar kalkıp da “Biz müziği sevmiyoruz, müzik berbat bir şeydir!” derse ne yaparsınız? Meclisinize sokmazsınız, kovarsınız. Maalesef bu TARİH konusunda hiç de böyle olmuyor. “Tarih lüzumsuz, bunlarla uğraşacağına başka şeylerle uğraş, ileriye bak” falan gibi görüş vardır. İkincisi, bazılarında OSMANLI’ya karşı, “Türklükle çok aynileşiyor” diye, bir etnik nefret vukua gelmiş olabilir. Bunları anlamak çok güç; çünkü böyle bir metodla, böyle bir düşünceyle bir yere varamıyorsunuz… Bu bakımdan, normal bir ülkede tartışılmayacak şey bizde tartışılıyor. Hiçbir şekilde Fransa’nın bir solcusu, monarşi karşıtı, - “Biz bu mirâsı reddediyoruz!” demez. Derse, Fransa olmaz. Âdeta bu fizik kanununa aykırı. Fransa kralını sevmeyebilir, aristokratının getirdiği medeniyete karşı olabilir, ama onu inkâr edemez. Bu kadar açıktır. Bunu Sovyet Rusya’da da duymadım. Konuştuğumuz bir kişi, hükümdârları anlattı, aristokrasinin meydana getirdiği kültürü ortaya koydu, büyük Petro’yu, hatta Katarina’yı methetti. Sonunda da onları kötüledi. “Onlar zaafı ve kusurları olan hükümdarlardı.” dedi. Yani, “Böyle bir mirâsı tanımıyorum!” demiyor adam. Dolayısıyla bu tip bir anlayış mümkün değildir. Bu anlayış nerede vardır? Ortadoğu’da vardır. Kral Faruk’u kovalarsınız. Kral Faruk yabancı dil konuşur, hanedanı Türkçe konuşurdu. Irak’ta aynı şey oldu. İnsan anlıyor ki, kendine göre bir tarih. Böyle bir TARİH olmaz... Ne Kraliyetimiz’in bir geçmişi var, ne Cumhuriyetimiz’in bir sağlamlığı söz konusu. Tarih çim sahası değil ki, istediğin yerleri tespit edip, kazık çakıp, çitle çeviresin. “Ben bu kadarını seviyorum, gerisini yakalım” veya “bana ne” diyemezsiniz. Bu mümkün değil. Onun için bu örnekler gözümüzün önünde bulunsun. Ve ona göre düşünelim.
İkincisi, bu redd-i mirâs dış saldırılara karşı bir ara kullanılmış. “Ermeniler böyle tedhiş iddiasında ise Osmanlı ile hesaplaşın!” denilmiş... Orada da söz konusu olmuştu ama o mesele değil. Ben meseleyi daha ziyade tarihî mütalaa açısından ele alıyorum.

 *

Kendi tarihimizi “redd-i mirasa” hakkımız var mı? İster kendimizi reddettiğimizden ayrı görmek, isterse “şu işe yaramaz tarih mevzuu”ndan kurtulmak niyetiyle “evet” densin, sebebler farklı da olsa - örtüşen tarafları da bulunsa, bunun altında “cahillik” yatar. “Redd-i miras” tâbiri içinde, tarihin işe yaramaması değil de, o tarihi tasvib etmeme mânâsı da var. TARİH, “küll” olarak, MUTLAK FİKİR’in mekânda serili hâdiseler zinciri-silsilesi, bu çerçevede de her şeyin ve her mevzuun ona mahsus yaşanmış geçmişini ifâde eder. Öyleyse TARİH’in reddi, bir bakıma TOPYEKÛN İLMİN, bulunan ana birikimini reddetmektir ki, yeri gelir, bulunulan ândaki SEBEB’in geçmişteki NETİCE’ye ilgisi de kaybedilmiş olur. Yahud herkesin bildiği üzere, bugünkü NETİCE’nin geçmişteki sebebi… Bu en geniş TARİH ANLAYIŞI - ZAMANÎ ŞUUR meselesinin ortasına siyasî ve sosyal genel ifâdesine ve ilgili meselelerine giren malûm TARİH ilmini koyarsak, bu ilmin kendine mahsus formasyonu ayrı mesele, onun da ne işe yaradığını ortaya seren, meselâ BOLU F-TİPİ CEZAEVİ’nde bir hücrede, bu işe eğlencelik ve kendini oyalama gibi bakmayan, sanki bir ERMİŞ’in kendi DERUNÎ olgunluğunun ardından Âlemde geçmişin ve hâlin “seyr-i seferi”nde kendi iç âlem düzeninin besinini bulan bir mânâya erer. “Tarih ne işe yarar?” sorusunu düşünmek bile, elbette TARİH hususunda bir bilgin var, malûm tarih ilminden bile kıyas edilemez bir derinlik getirir. Bunun üzerine bir de TARİH ŞUURU? O, “seyr-i sefer” niteliğindedir. Ne basit “vatan, millet” edebiyatı, ne de ne işe yaradığını uzmanının da bilmediği özel ve meslekî merak çerçevesinde TARİH çeşitleri. Bahsettiğim nitelik, hem onları mânâlı kılan, hem de benimsemeleri gerekenlerdir. O zaman da, sanki tarikat edebi gibi mühimsenen ve “hayat biçimi” denilmeye lâyık bir iş olur. Aslolan, İNSAN ŞUURU, “ben bilgisi” için. Her iş ve mevzu için geçerli olan da bu değil mi? Niçin yaşıyorsak, YAŞAMAK onun için; vesile ve birikim… Tarih, hepimizin kendine mahsus bir tarihi var ve hepimizin hisse sahibi olduğu bir bütün, bir mânânın bütünleşmesi, ZAMANIN BÜTÜNLEŞMESİ içindir; malûm mânâda TARİH de. Demek ki, toplam ifâde, NEFS MUHASEBESİ içindir. “Tarih ne işe yarar?”… Bu husus ve bu hususa NİYET ve dereceler. “Zaman İBRET aynasıdır!” buyuran Hazret-i Ali Efendimizin sözü, kendimiz ve başkası için, “Halka hizmet HAKKA hizmettir!” buyuran Allah Sevgilisi’nin sözü, bu yönüyle de REHBER… Şimdi: REDD-İ MİRAS, adamına göre, müsbet veya menfi görülenler mânâsını kapsar. Benimseyip benimsememe bakımından, elbette biz de bir tarafız: Meselâ, “İslâm Tarihi” olarak KENDİ tarihimize yaklaşmak ve buna nisbetle “gerekli veya değil” demek, KAVİM niyetiyle tarihe bakarak “gerekli veya değil” demek arasında fark vardır. Bizim, DÜNYA TARİHİ kadar bir genişlik ve bölüm çeşitliliğinden, KENDİ tarihimiz nitelemesi içine giren KAVİM tarihi kadar bir genişliğe, hepsini ihtiva eden anlayışımız, İBRET,  bundan da kasıd, İSLÂMÎ niyettir. Kavimler, ister çölde kaybolan dereler gibi sükûta ersin, ister dinler Hak veya bâtıl kılıklı, devrini tamamlamış veya kaybolmuş olsun, ister asıl veya tortu hâlinde o niteliklerini devam ettirsin veya barındırsın; TARİH ÖNCESİ DİNOZOR’un artığında bile ilmî mütalâa ile çeşitli ilimlere malzeme teminine çalışılırken, bütün bir insanlık tarihindeki YAŞANMIŞLIK’ı gözardı etmek? Biz, OSMANLI’nın çöküşünden sonra BÜYÜK DOĞU-İBDA anlayışıyla, bunun vatanı neresi ise o, ANADOLU insanı, bu insanın genişliği kavim ve millet genişliği ve coğrafyasında, elbette tarihinde olup bitenleri, MÜSBETLERİ BİZİM, menfileri de “onların bâtınını selâmlamak” şeklinde kabul edeniz. “Elini küfre değdirse Şeriat doğurur” diyen bir anlayışa kul. “Küfrün kaynağını bilmeyen, gerçek imânda olamaz!” anlayışıyla, menfinin bâtınını selâmlayan bir anlayışa tâbi… Malûm: Şu âlemde insan, ya imânı ZÂHİR ve küfrü mümkün mânâsına gizli, yahud da küfrü ZAHİR ve imânı mümkün mânâsına gizlidir. Kâfire selâm veren Veli’ye, “niçin selâm verdiği” sorulunca, “o benim zâhirimi selâmladı, ben ise onun bâtınını!” demiş. İslâm Tasavvufu ile Batı Tefekkürü arasında kanatlarını açan İBDA, o velinin sözünü TARİH bahsinde de göstermek ister. Aşağıda, KIRGIZ ismi ile ilgili bir efsanede, bunu misâllendirmeye çalışacağım. Görülecektir ki, hem İSLÂM öncesine âit bir zamana, hem Hak din olmayan bir anlayışa, hem onu tesbit eden kişiye nisbetle, bizim anlayışımızın dışında; ama bu, onu görmezden gelmemizi gerektirmiyor. ÖNÜMÜZDE BİR HAZIR ve HALÂMIZA bir gıda. “Tarihten böyle istifade edilir!” de demiyorum. Bu tahdit, bir ahmaklık olur. Ama tarihin pazar yerinde topladığı ne olursa olsun, onu toplayan kişinin Müslüman olması, bahsettiğim netice açısından onu, “yaptığı işin neye yaradığı” hususunda isbat sahibi yapacaktır; “boşuboşuna bir iş değil!”… Bu şuurun, yaptığı işte MUHAKKAK MÜESSİRLİĞİ de var. İnsan için MUTLAK TARAFSIZLIK, mümkün değildir, o yokluktur. Ancak, herkes için geçerli bedahetler ayrı. Bu hikmetler, vesika temininden ilmi sıralama ve değerlendirmeye, usûllerine, teşhis üzerine yapılan tecride kadar, TARİH için geçerlidir. KAŞ yaparken, göz çıkarmayalım: Anlatışımın bir büyüsü olduğuna eminim. Ama tarihin her çeşidi ve basamağı ile ilgili, iş “Ağız yolunu bilmez, kaşık çalar pilava!” diyen Üstadım’ın belirttiği saçmasapanlığa dönmesin. Dikkat edin: Ben, TARİHÇİ değilim. Ama hem onlara, hem okuyanlara, bir GÖRÜŞ getirdiğimi sanıyorum. Benim için ne ifâde ettiğini, hemen hemen anlattım… ALİ OSMAN ZOR vesilesiyle el attığım KIRGIZ tarihine şöyle bir bakışta, Avukat - Emekli Albay Cumay Suyunaliyev, DİLMURAT, Sabur Bey, Emekli Albay BARAT ve BARAN Dergisi’nde medhini gördüğüm Raise Otanbayev’in şahsında, ANADOLU RUHU’nu bulmam tabiîdir. İthafım… Fikrimizin ulaştığı her yer ANADOLU’dur.
 

KIRGIZ İSMİ VESİLESİYLE

 
ALEM’de İNSAN, beden mülkü üzerine kaim olan ruhu ile, nefs-şuur’un iki tarafını da temsil eden bir varlık olarak, İNSAN’dan murad hakikatini yerine koymak mükellefiyetiyle göründü. Kim ne derse desin, İNSAN’da ilk bedahet duygusu, YARATICI hissidir. Onunla VAR ve onunla DAİM olacağını sezdi. VARLIK olmadan BİLGİ ve BİLGİSİ olmaz. Buna hiç kimse “hayır” diyemez, çünkü bu hiçbir din ve felsefenin –ilmin– alelâde yaşayışın reddedemeyeceği bir gerçektir. Bana “hayır” diyorsan, redde bile bana-varlık’a nisbetle söylüyorsun. Demek ki sen, beni reddederken bile bana delilsin. Bu KUŞATAN hakikatinin rivayeti muhtelif; ama, “varlık olmadan bilgi ve bilgisi olmazdı!” hakikati bile, eğer VARLIK olmasaydı olmazdı. Bunun reddi de, onun delili. Neticede, YARADICI’nın reddi de, onun hakkındaki bilgide ve yanılma bilgide: Besbelli ki sen, müessire nisbetle bir ESER’sin. Yaratıcı’nın reddi, imânsızlığın imânı olarak, aslında bilgide kurduğu ne ise - nitelediği, YARATICI da odur. İstersen YARATICI kendini bul, YARATICISIZ OLMUYOR. Demek ki ayrılıklar ve zıdlıkların esası, YARATICI’nın vasıflandırılmasında. TEZ olmadan ANTİTEZ olmaz. TEZ, yaratıcı kabul edende mi, yaratıcıyı kabul etmeyen yaratıcı imânında olanda mı? Bana bir şey söyle, Hindistan’daki inek yemeyen insana bakıp da inek gibi sırıtma yerine, “o ne ise o” diye alıp, kendi hakikati içinde aslını gösterebilsin. Onu kuru tesbit ve öğrenme değil, onu onun anlayışını psikolojik - sosyolojik - antropolojik vesair ilimlerin deformasyonuna uğratmadan ve ondan istifade ikinci plân, varlığın varlıkla bilinmesi hâlinde doğrudan varoluşan tarzda bilsin, sonra kendinden onun müntehasını - son tecridde aslının ne olduğunu bildirsin. BEŞER düşüncesi birbiriyle kapışır ama, YARADAN ne diyor? Herkesin YARADAN bildiği kendine de, GÜDÜK OLMAYAN ve belirttiğim hususları karşılayan YARADAN? MUTLAK ve bunun bile tahdidi bir mânâ belirtmesine nazaran, İZAFÎ içinde de ona ondan yakın olan ve NAKLİ? Biz, topyekün âlem, kâinat ve İNSAN tarihini, merkezinde Allah Sevgilisi olan PEYGAMBERLER TARİHİ olarak görüyoruz. TEZ onların getirdiği, onların izinde olanların getirdiği. ANTİTEZ, kıymetleri ayrı, onların karşısında olanlar. Devirlerinde olup bitenlerin tevatüren nakli sürecinde içinde bulundukları ortamın hâdiseleriyle karışarak, hayâlleşerek, masallaşarak, hurafeler ve efsaneler hâlini almışlardır. Özlerinde barındırdıkları imân, fikir ve ilim de, karışık mahiyetleri ile hep HAKK dinden gelme. İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin belirttiği FELSEFECİLER’in sebeb olduğu zarar gibi: Söylediklerinin içinde doğru şeyler vardır, onlar söylüyor diye toptan karşı çıkarsın, olmaz. Söylediklerinin içinde doğru olanların büyüsüne kapılıp tamamen kabul edersin, bu da küfür olur. Biz, “düşünerek bulmak ve sezerek yapmak” ŞİİR İDRAKI’na bağlı kalarak, bu güzele hitab bir bediî idrakine muhatab görünen efsaneleri ve efsaneleşmiş tarihleri, Mutlak Doğru terazisinde tartarak ruhî oluşumuz yolunda hakikatlerini arayacağız. Tarihin, efsanesinden kaskatı vakıa hâlinde tesbit edilmişine kadar nasıl ele alınması gerektiğini söyleyebildiğimi sanıyorum. EFSANE zannıyla bakılanların ne olduğuna gelince, bir vesile, SALİH Aleyhisselâm’ın devesi hakkındaki mucizenin, AHİR zamanda tecellisi ile ilgili, ŞİİR İDRAKI ile bakılması gereken Hadîs’ine dair: Hadîslerin senedi ilmiyle uğraşanlar, ne dedi, ne der bilmiyorum. Ama, bütün Peygamberler’in mucizesinin O’nda toplu ve içinde bulunduğumuz zaman da O’na âit bulunmak bakımından, O’ndan bugüne bütün VELİLERİN KERAMETİ, bağlı oldukları Peygamber’den bilinmek hakikatiyle, O’nun, O’ndan. Salih Aleyhisselâm’ın mucizesi olarak KAYA’dan hamile olarak çıkan ve doğuran, sonra öldürülen devenin yavrusunun, yine bir KAYA’ya kaçıp gizlenmesi ve AHİR Zamanda - O’nun devrinde görünecek olması, bu husustaki HADÎS, “Dabbet-ül ARZ” meselesi, bizim kurcalamamız içinde sanki O’nun yaşadığı devir gibi göründü: Arzın sarsılması… O geldi, eğer “dünyayı sarsan hâdise ve dünyayı sarsan yeni NEFHA”dan kasıd ise, topyekün varlık tarihinde O’ndan daha çok kime yakışabilir? Bu tevafuk, HADÎS’in AHİR kasdında O’nun AHİRİ olarak göründüğüne, zamanımıza uzayan GÖLGESİ TARİH O’nun olduğuna göre? Sakın GÖLGE’den ASIL’a tarih, 1980 olmasın? Hicrî-1400: TAHT-Abdülhakîm Koltuğu… Dabbet-ül Arz: 1439= 440: KISAKÜREK: Salih Mirzabeyoğlu… Dabbet-ül Arz: 1438: “MU-SA” Mirzabeyoğlu: Hâlet-Suret. Hâl. Keyfiyet: Leht-Bir bütünün cüz’ü, parçası: Hillet-Yorgunluk. Kusto: Elbette-Kat’i ve kat’iyye yakın hükümlerde kullanılır: BETÜL-Hazret-i Meryem ve FATIMATÜZ ZEHRA Hazretleri’nin vasfı… Musa Mirzabeyoğlu: 1418: Necib Fazıl Kısakürek: VAHDET: Tahsis-Rağbet ettirmek, meylettirmek: EDEBİYAT-İlmi edebin bütün yönleri, sözle ilgili bütün ilimler: Ciddiyat-Hakiki sözler… Mu-sa: Sudaki sandık, sudaki BEŞİK.

*

KIRGIZ kelime ve isminin kökü ve mânâsıyla ilgili çok sayıda rivayetin yanı sıra, yazılı kaynaklarda bilgiler mevcut olduğu… Hemen hemen ortak noktalarının, KIRGIZ’ın, KIRK KIZ ile ilgili ve ortak atalarının buradan geldiği… KAŞKARLI Mahmut’un eserinde “bir Türk boyunun adı” diye anıldığı… Grekçe’de “Herkis”, Arabça ve Farsça’da “Kırkız” ve “Hırhır” diye bahsedildiği… Tatar ilim adamı Hadi Atlasî başta, birçok ilim adamının Kırgızları, Oğuzlar’la bağdaştırdığı… Malûm, OSMANLILAR’ın ilk kabile hâli, Anadolu’ya göç eden Oğuzlar’ın KAYI boyundan - ki bunların benim için özelliği, KARTAL’daki TELEGRAM’da Türkçü geçinen ahmak ve cinsî sapık DURAN veya iddia KENAN’ın, beni bozmak adına onları MÜZ’ün çöplük takımından - kıytırık göstermesiydi; hani İSLÂM bağlılığı, HİLÂFET durumları filân… KIRGIZLAR’ın “kırk kabileden meydana geldiğini”, bunun MANAS Destanı ile uyuştuğunu söyleyen ilim adamları da var… EFSANE: “Kırk Kız” ile ilgili efsaneye, SAPIKLIK’ın “Türk kültürünün bir parçası” diye ciddi ciddi savunan DURAN gibi Türkleri defetmek üzere de el atıyorum… Burada DİKKAT edilecek husus, TUTEM’in hâkim olduğu dönemlerde “hayvanlar insan, insanlar da hayvan” formunda idi… Bunun dışında, barışın GÜVERCİN ile, kuvvet ve kuvvetlinin ARSLAN sembolü ile tavsifi gibi, meselâ EBU HALİD-Köpek, canavar, EBU SÜLEYMAN-Horoz gibi, İNSAN isimlerinin hayvana-canlılığa âit bir vasıfla lâkablanması şeklinde bir durum, mecaz, şu, bu… Şimdi: Bir HAN KIZI, Kırk Kız arkadaşı ile gezmek için uzaklara gider. Bu sırada düşman saldırıya geçer ve HAN’ın ülkesini talan ederek herkesi öldürür. Obadan sadece KIZIL Köpek ve geziye giden Kırk Kız sağ kurtulur. Bu Kırk Kızdan türeyen boya da KIRGIZ ismi verilir… KAZAK ilim adamı Ç. Valihanov’un “Kırgızlar Hakkında Yazılar” isimli çalışması, bu efsane hakkında geniş bilgiler vermiş ve Efsane’nin İslâm dünyasında yayılmasında rolü olmuş… 1970-1980 arasında, bir RUS ilim adamının, Sovyet idaresindeki kavimler hakkında, birkaç bin sene önceye dayanan masallarını derlediğini ve incelediğini duymuştum. Bizim o günkü aydın geçinenlerin gözüyle hava-cıva işleri. İlim gözüyle de, bizzat uğraşanının “ne işe yaradığını bilmez” ve yarandıramaz olduğu işlerden. Oysa, öz ilminin dışında, HÂLÂ’ya, şimdiye, HALİHAZIR’a âit, nice fikrî ve pratik kullanıma malzeme olucudur. MİSÂL BEN, İBDA yolundan BÜYÜK DOĞU’ya… SAFSAFA: SÜZMEK. Elemek… Süzmek ve elemek, hem “özü elde etmek, almak”tır, hem “tasfiye etmektir”… TASFİYE etmek, niyete göre iyi veya kötüdür, yahud ASIL olanı veya gerekli gördüğünü, İSTİFADE’ye almaktır… Üstadım’ın İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ’nde KURT için, “Anadolu’da, bir dere kenarında gözlerinin haresine dala dala SÖĞÜD’e inkılâb etti!” dediği veçhile… SAFSAF: Söğüt… Malûm, benim “Necib Fazıl’la Başbaşa” isimli eserimin alt başlığı SÜZGEÇ VE ŞEKİL… Efsane’deki KÖPEK, bana, bu eserin hüviyetinde ne söylüyor: BASIR, “Kalb gözü ile gören. Basiret. Bu mânâlara nisbetle SEMBOL, köpek”… KIZ: NEFS… Yanlarında BASİRET, gezmeye giden ve kurtulan KIRK İNSAN… İster BASİRET’i erkek say ve KIRK Kız’dan türeyiş oldu de, ister BASİRET sahibi KIRK KİŞİ’den türeme oldu de. Bunlar evlendiler ve KIRK BOY bunlardan meydana geldi… Bu hikâyenin başka bir anlatımı daha vardır: Bir Padişah’ın, güzeller güzeli bir kızı varmış, hizmetinde de KIRK Kız. Günlerden birgün, onlara tahsis edilen Saray Bahçesi’ndeki kısımdan gezmeye çıkmışlar ve SARAY ortasından akan dereye varmışlar. Suyun üstü KÖPÜK’lü. Köpüğe ilgi duymuşlar ve derede yıkanmışlar. Neticede HAMİLE kalmışlar. Bundan haberdar olan Padişah, kızmış ve KIRK Kızı ıssız bir DAĞ’a götürüp bırakmış. İşte KIRGIZ boyu bunlardan türemiş… KEF-Köpük: 100: Mücennebe-Savaşçı asker: Kelîm-Kendisine söz söylenen: Milel-Milletler: Müna-Suya giden yol. Birinin yerine kaimi makam olmak: Semm-DELİK. Sıfır. Sır: GUSTO… KEFF-Elin avuç içi. Kader çizgisinin EL ve AVUÇİÇİ’nde olduğuna inanılır: 100: Menat-Dönecek yer ve melce: MELÎK-Hakimi mutlak. Hükümdar. Kadir: Nümy-Pul. Köprü: Mis-BAKIR. Kızıl ve sarı karışımlı maden… Kefa-Sıkıntı, meşakkat, mihnet: 101: Kefa’-Kabı BAŞAŞAĞI etmek, ters çevirmek: GUSTO… KUSTO: 169: Rahman Sûresi, 19-20. âyetler: Kasah-Sırtlan. Kuvvetli adam. Korku. Endişe, fikir. Gizli… KEFTAR-Sırtlan: 700: Osmanlı: Kefter-Güvercin. Kuş-can… Keft: Cem etmek, toplamak. Sarfetmek… Ab-Süvar: Sulardaki köpük, kabarcık. Su üstünde yüzen. Suya vuran ışık. (Mevlâna Hazretleri, CAN’ı, suya vuran ışık gibi tutulamaz olarak vasfetmiştir.) KAPTAN: 269: İstizac-Işıklanma. Nurlanma: Mükra-Kiraya verilmiş şey… Süver-Suvar-Suret-Sûreler… AKARSU, ruhtur; NEFS de, ondan hisse kaderimiz. Hâlimiz, TESİR ile harekete geçen KABUL edici ruhumuz. Her hâliyle, içe ve dışa doğru, aksiyonumuz… Buraya kadar anlattıklarımın, BAŞYÜCELİK DEVLETİ’nde hangi mevzuları alâkadar ettiğini ANLAYANINA bırakıyorum… BİR NOT: Kırgız Efsanelerini, GAZİ ÜNİVERSİTESİ’nden MAYRAMGÜL Dıykanbayeva’nın Doktora Tezi’nden aldım. Bundan sonra da yeri geldikçe müracaat edeceğim güzel kaynak eserlerden biri… SON NOT: Devlet, kullanana nisbetle niteliği değişen bir ÂLETTİR. İçe ve dışa doğru GAYENİ söyle, o niteliğini gösterendir. 


Baran Dergisi 239. Sayı