Allah’ın Birliği hususunda, O’nun marifetine ulaşma yolcuları, bilindiği üzere iki farklı anlayış esası vazetmişlerdir: Vahdet-i Vücut ve Vahdet-i Şühud… Beş duyu ile idrak ve beş duyu özelliklerinin “akıl” ile alâkası olmaması gibi, ruha âit işlerin de akılla anlaşılması mümkün değildir. Rengi gözle görüyoruz, acı veya tatlıyı dil ile idrak ediyoruz; bunun yanında, akılla ilgisi olmayan hüzün ve sevinç gibi ruhî hâllerimiz - hani bir sebebe bağlayamadığımız… HİS kelimesi, hem dış dünya, hem iç dünyamıza âit kullandığımız; her iki tarafı da birleştiren-ruhîleştiren bu kelimeyi çok seviyorum. AKIL, kendini mantık formları çerçevesinde görünüşe çıkarır, iç ve dış dünyadan gelenleri değerlendirirken, bir dik açılı üçgenin iki açısı toplamının dik açıya eşit olmasının ne beş duyu ve ne de ruhla bir ilgisi olmaması misâlinde olduğu gibi, yalnız kendi de kalabiliyor. Onun bu yalnızlığı, yalnız kalabilmesi, dış dünyanın form-şekil olarak idrakı yanında, tıpkı dış dünyaya âit sıfatlarla birlikte, iç dünyaya âit sıfatları da bu form-şekiller içinde ifâde edebiliyor olmasını sağlayandır. İç dünyamıza âit hisleri, dış dünyaya âit müşahhas kelimelerle hayâle getirmek üzere tasvir, onun marifetidir. Burada HİSSİN, hem dış hem iç dünyaya doğru öncü oluşu, hem de AKIL’ın değerlendirici ve İFADE EDİCİ durumu görünüyor. Akla uygun olup da hakikate muvafık olmayan şeyler hususunda mantıktan misâl verebiliriz; bunun yanında hakikate uygun fakat hissen kabul edemediğimiz doğrular olduğunu da biliyoruz… Akla uygunluktan kasıd, onun görünüş vasıtası mantık; akıl, mantıken doğru ve hakikate aykırı olma hususunda, bunu tesbit ederken yine devreye girmiş olmuyor mu? Peki, aklı, ifâde vasıtasından mücerred olarak kabul edince, onu histen ayırmak? HİS, doğru olanı hakikat olarak kabul ederken - bir baskınlıkta onu kabul edemediğini gösterici davranışlar? Akılla hissin birbirine karışması yanında, hisle ruhun birbirine karışması da sabit; ruhun bedende tecellisi ile, ŞUUR harmanımızın görünüşü. Besbelli ki şuurumuz, madde ile alâkalı olsa da olmasa da, maddî olmayan bir mahiyet belirtiyor; öyle ki, ayağı yanarken bunu hissetmiyen adam misâlinde, maddenin zorunlu zıddı olarak davet ettiği ruh şartının ortadan kalkmaması gibi… “Öldüğümüz zaman da ruh, cesetteki tesiri hisseder!”… Demek, cesetteki tesiri hissetmekten kasıd, duyu verilerinden geleni hissettiğimiz bu âlemdeki gibi birşey değil; cesedin lâtifesi, ceset toz olduktan sonra da bâki nefsle ilgi yolundan birşey. O âlemin işleri, bu âlemin işlerine benzemez: Öldükten sonra ruh, hakikatin ne olduğunu idrak ettiği için, Allah’ın rızasına uygun olmayan her şeyden, meselâ kâfirin kendisine Kur’ân okunmasından azab duymasında olduğu gibi… Üzerinde durduğumuz hususlar, “şuurlu benliğimiz” tâbir çerçevesinde, “ruh ve madde, ruh ve nefs, ruh ve akıl, his ve akıl, his ve nefs” vesaire gibi içiçe ve birbirinden hem ayrı ve aykırı, hem birbirine yakın ve aynı kavramların, birbirleri yerine kullanılabildiğini gösteriyor. Neticede, bu âlemde şuurumuz, madde ve ilgisi nefse âit şeylerden lezzet aldıkça ruhtan, tersi oldukça onlardan uzaklaşan bir mahiyet belirtiyor. İdrak kadar, idrakin aczini idrak de içinde… Galiba, Şühud Alemi (şu görünen âlem) ile Berzah Âlemi arasındaki zıtlık anlaşıldı. Şuur, niyet ve davranış olarak kasıd (irade) asıl, buna veya ona âit oluyoruz. Ona âit olanlar: Allah Sevgilisi’nin, Allah’ın rızası - istikamet kasdıyla, “Hud Sûresi beni ihtiyarlattı!” buyurduğu vechile, yapılması zarurinin ötesinde takvayı kendine mecbur etmişlerin, “kılı kırk yaranların” ruhî rejimi… Allah Sevgilisi onu, Hicret esnasında bir mağarada, Hazret-i Ebubekir’e açtı-verdi… Bir incelik: Fıkıhta, şer’i bir hükümle şer’i bir hükmün iptali, câizdir. NESH müessesesi. Hak için, hakkın iptâli… Ölçü, mutlaka Şeriat olmak üzere, her Müslüman, şuuruna nisbetle bir mertebede. İçinde bulunduğumuz âlemde, nasibi “zamanın üstüne çıkmak-ölmeden ölenler yolu” üzerinde bulunmak olanların, görünürde Şeriat’e aykırı bir takım sözlerini, kişiye özel herkes için tek tek hüküm konulamayacağına göre umumu kuşatıcı hükümlere tâbi olmaları şartı esas, böyle anlamak lâzım. Meşhurdur: İmâm-ı Azam Hazretleri talebeleri ile otururken, İbrahim Ethem Hazretleri oradan geçmektedir. Talebelerden biri ona, “kaçırılan bir farz namazının kazası” hakkında ne düşündüğünü sorar ve “içinde bulunduğu ana kadar bütün namazları yeniden kılması gerektiği” cevabını alır. İmâm-ı Âzam Hazretleri: “Ben size demedim mi, bunlara fıkhî bir mesele sorulmaz diye”… Hacegân silsilesi büyüklerinden biri: “Kırk senedir bir ân olsun, Allah’ı anmaktan geri durmadım. Bir ân gafil olsam, küfrüme hükmederim!”… Hallacı Mansur Hazretleri’nin, “Ben Hakkım!” demesi; Firavun da “ben Hakkım!” dedi, zâhire nisbetle hükmetmezsen, kimsenin içyüzünü bilemeyeceğine göre?.. Ölçü Şeriat: “Hak için hakkı iptal caizdir!”… Kasıd Şeriat: “Bir nizamsızlık yapmaktansa, haksızlık yapmayı tercih ederim!”… Ölçü Şeriat: “Ben Hakkım demek küfürdür!”… Kasıd bâtın: “Bir nizamsızlık yapmaktansa, haksızlık yapmayı tercih ederim!”… Nizamsızlık yapmama hususunda, ikisi arasında bir müştereklik mevcut iken, zâhir ve bâtın kasıdlı sözlerin nasıl birbirine aykırı görünebildikleri açık. Hallacı Mansur’un sözünün hakikati ve zahire nisbetle tevili hakkında, hem zâhir ve hem de bâtın ehli, onu aklamışlardır; sözleri, “meçhul bir malûm” olarak meşhurdur. Varlığın birliğine aykırılık, Tevhid akidesini zedeler; buna mukabil, varlık cümlesinden olarak pislik ve lâşe de var ki, onlara kadar sirayeti, zâhir gözüyle de bunu bozar. Mesele, günlük hayat çerçevesinde görünen ve yaşanan dünya ile, KUVANTUM fiziği seviyesinde görünen dünya ve yaşanan arasındaki fark gibi, bir ayniyetin iki yüzü hâlindedir. Şeriat’ın, zâhir ve bâtını. Uzun söze ne hacet: VAHDET-İ VÜCUD… Tasavvuf’un, en çetin meselesi bu; diğer ana yolu VAHDET-İ ŞÜHUD. Özet olarak, biri “Heme ost-Herşey O’dur” diyor, diğeri “Heme ez ost-Herşey O’ndandır”; biz de diyoruz ki, “Herşey O değil, O’ndandır, bu yüzden de O!”… ÇOK ÖNEMLİ BİR NOKTA: Bir tarîke bağlı olmak başka şeydir, tarikat tâlimi ve hâli başka şeydir, hususi ve umumi olarak o yolun büyüklerinin Allah’ın izniyle zâhir ehline himmetleri başka birşeydir. Biz, insan ve toplum meselelerinin halli sadedinde Bâtın yolu verimlerinden istifade ederken, zamanüstüyü zaman içinde tenzil eden bir duruma düşmeme şuurunda olarak, bu duruma düşenleri de ikaz etmek zorundayız. Demek ki, kelimenin gelişinden gidişinden “hoş ve mantıklı” bir ifâde doğumu gibi değil sözümüz; yâni, “bâtın yolunda sentez yapar gibi” bir ahmaklık içinde değiliz. Tasavvuf hakkında inceleme ve tanıtım yapanlardan, bâtın yolu kahramanlarının sözlerinden istifade etmek isteyenlere kadar herkes için faydalı bu izâhlardan sonra, gelelim özetle kendi hâlime: “Rabbânî mizaçla, Muhyiddin-i Arabî’ye bakmak”… Herşey O’ndandır, O değil; Allah’ı herşeyden tenzih ederken, yolun kahramanları için tâbi olan hâli gözden kaçırmamak - “bu yüzden de O!”; niyet, söz ve mantık güzelliğine kapılmamak, kontrollü olmakta… Kendimin her şeyimi borçlu bildiğim adam, Üstadım söylüyor: “Hiç kimseye hiçbir şey borçlu değilsin!”… Demek ki, “Herşeyi kendine âit kılan bir hakikatten” nasibliyim. Allah’ın doğrudan ihsan ettiği bir nimetten. Böylece, lüzumsuz bir tevazu içinde imişim gibi değerlendirmeden de kurtulmuş oluyorum… VAHDET-İ VÜCUD ve VAHDET-İ ŞÜHUD: Nakşîlik yolunu temellendirmiş ve ismi yola verilmiş olan Şah-ı Nakşibend Hazretleri, “varlıktan sana ne gelirse, VÜCUD, İSİM, SIFAT vesaireyle oyalanmadan yokluğa sal; Allah’ı hep tenzih et!” buyuruyor. Vahdet-i Vücud’tan başka olan bu usul, sonradan seziliyor ki, Vahdet-i Vücudu “şeriate aykırı sanılabilecek” hiçbir ölçülendirme olmaksızın bağrına almış; fikir gözüyle istifadede bile görülebilen bir hakikat… Üstadım’ın eserlerine aşina olanlar, Üstadım’ın tenzihte nasıl birinci sınıf bir şuur sahibi olduğunu, Allah yolunun dostlarına bakışından bile anlarlar. Onda ŞEYH, tam olması gerektiği gibi, kesiksiz bir idealize edişe, müridde üreyen bir mânâ oluşa imkân verendir. Şeyh yerli yerinde de, mürid geçinen mürid mi? Bunlar zevk işidir, eğer dava edilirse, gösterilmesi gereken olurlar. “Tenzihte onca ileri gidiş”; bakıyorsun ki, TECRİD, eşyayı bütün yönlerini pençesine alabilici bir muhakeme usûlüne mevzu ve kuru mantıkla sanılanın tersine, “terkin terki” de eserinde görünmüş. Allah Sevgilisi’nin, “kul gibi oturur, kul gibi yerim” buyurmasındaki hikmetin tecellisi; tam ayıklık, herşeyi yerli yerince edici, elbette yolculukta berdevam… ALLAH-İNSAN-ÂLEM: Mutlak Müessir, Tesir Edici Eser ve Eser… Hani Vahdet-i Vücud ESER’de, Vahdet-i Şühud ise MÜESSİR’de derinleşmekti? Kuru akılla ve yeterince irfan kıvamına ermeden bakılırsa, birinde Eser’de derinleşmenin Müessir’de derinleşmek, diğerinde ise MÜESSİR’de derinleştikçe Eser’de O’nu görmek demek oluşu, neticede bunun “Allah’tan başka herşey bâtıl!” buyuran Allah Sevgilisi’nin sözündeki müştereklikleri anlaşılamaz; ve tabiî ki, aralarında bir mizaç farkından başka suçlayıcı hiçbir şey olmadığı da… Bir misâl: “Kendimi zâhirde herkese karışmış ve kaybolmuş görmeden, kendimi bâtınımda bulamam!”… Vahdet-i Vücud veya Vahdet-i Şühud görüşlü olduğu hakkında bir bilgi sahibi olmadığım veya olsam da farketmez Abdullah Mürtaiş isimli bu velinin sözünde, her iki tarafa da âit görülebilecek, bunun yanında “eserde derinleşirken müessiri bulmak” hakkında, Vahdet-i Şühud’u hatırlatacak hususlar da var. Dikkat ediniz; mevzu O ve O’nun görüşünün ne olduğu değil, bu sözünün bizim misâlimize verdiği imkândadır… Önce: “Eserde müessiri görme”ye yoracağımız tabiî tavır, yine öyle, fakat içinde bulunduğumuz Âlem’in aslı olan iş ve fiillerini Allah’ın fiili olarak kabul eden Muhyiddin-i Arabî’ye âit görüşe mukabil, bu iş ve fiilleri Allah’ın fiillerinin gölgesi kabul eden İmâm-ı Rabbanî’nin beyanı, “ne yaparsak yaparız, neticede Allah’ın dediği oluyordur” hikmetindeki, “Allah’ın takdirini bilemeyeceğimize göre, şahsî ve hür irademizle hareket etmekteyiz”e âit görünüyor. KADER sırrı hakkında hiçbir sapık anlayışa fırsat yok. Ayrıca, insanın öz iradesiyle bu “kendinden hareketi” yanında, FARKINDA OLMA, (farkındalık) meselesi ve “müessiri eserde görme” - hâni “kendini bildiğin kadar Rabbini bilirsin”i, FARKINDA OLMA’nın zıddı zannedilebilecek yoldan gösterme… Bu mühim: Her meseleyi kendi esas, usûl ve kurallarıyla ele alırken, Şer’i ölçü içinde ve bâtın yolu verimlerinden, bu şekilde faydalanmaktayız. Topyekün varlık dereceleri, yerli yerinde. HERŞEY O’dur dedikten sonra anlatılanların hepsi, Allah’ta fâni olmuştan başkası için, tıpkı “aynı kelime klişeleriyle aynı şeyden bahsetmemek” gibi, ruhla idrak edilenin akılla idrak edilemez oluşu gibi, zâhirde Şeriate aykırı görülebilecek - aslında ise Allah’ın muradı dindeki gizlilikleri açık etme cümlesinden hakikatler gibi, (…) yanlış anlaşılmaya sebeb hususlar, aşılamaz. HERŞEY O DEĞİL, O’NDANDIR; Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin, hakkında “gelmiş geçmiş bütün âlim ve fazıllardan üstündür!” buyurduğu Muhyiddin-i Arabî Hazretleri çapında bir büyük ve sistemi bile, bizim istifademize bu yolla vesile oluyor. Misâl aldığımız velinin sözü hakkında son notumuz: “Başkasının beni” meselesi de, ZAMANÜSTÜ mânâsında “her yerde bulunma”nın hakikati, HALK suretinde onu ondan iyi bilmek şeklinde görünüyor. (Empati).

*

MEKTUBAT: (Yevmiye: Ben ilhâmımı, Mektubat’tan alırım…): 869.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu - Zâbıta: (Müşahedetullah: Allah’ın kalbde nazar ettiği yer: 817: Zâbıta-Asayişi sağlayan. Jandarma. Fıkıhta, bütün hususlara şâmil olmayıp, bir hususa-özelliğe ve onun teferruatına âit kaideye denir. Bunun bizim mevzuumuz açısından ne olduğu, “Aktör: Temsil Eden: Halife” başlığı altında ayrıca vurgulanacaktır.): 2052+817= 2869.
 

HİKEMİYAT ÇEVRESİNDE

 
Hikemiyat: Hikmetler. İslâm düşüncesi - bağımlı düşünme mânâsına da, hikmeti hikmet olarak sevme değil, hikmeti Allah ve Resûlü için sevme. Bellibaşlı bir dünya görüşüne, BD-İBDA’ya nisbetle, onun derinliğine ve genişliğine açılımı ve bu suretle ona katılımı yolu ve düşüncesi. Her mevzu, bu genel ifâde içinde yer bulur: 479.
MER-MER: (Fransızca iki deniz demek. Zâhir ve bâtın, Şeriat ve tasavvuftan başlayarak, BERZAH hakikati dairesinde çeşitli mevzulara tatbiki üzerinde yeterince durduk.): 480= 1479.
“Kaptan Kusto Müslüman”. (Bir ekle): 479.
Mehdî Necib Fazıl Kısakürek: 62+1417= 1479.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 480= 1479.

*

Hikemiyat - Tasavvuf: 1055.
Penc: Beş. (Boş. Sıfır. Şifre. Sır - toplu nokta, toplanan nokta.): 55.
Muciz: Az sözün çok mânâ ifâde edeni: 56= 1055.
Necb: 55.
Yevm: Gün. Sene. Asır. Devir: 56= 1055.
Muciz: Az sözle çok şey ifâde etmek: 56= 1055.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 2055.

*

Rahman Sûresi, 19.-20. âyetler: 3166= 169.
Mehdî Muhammed - “B.D.-İBDA”: 169.

*

Rahman Sûresi, 19-20. âyetler: 3166.
Hikemiyat - Ta’zir: (Lûgat’ta, ta’zir: Siyaset. Tazim. Tehdit. Temizlemek ve hürmet etmek. Hakkında muayyen bir Şer’i ceza-hüküm olmayan mevzularda, Ululemr veya vekili tarafından konulan cezalar hakkında kullanılır bir ıstılahtır.): 1166.
Hikemiyat - Mulihiya. (Ebegüme): (Hubbazi: Ebegümeci: 620: Hayyat-Terzi. Yılanlar: Tensik-Nizam üzere dizilmek: Mümtesik-Bırakmamak üzere sıkı tutan.): 2166.

*

KURS: Ders. Yuvarlak. (Şın-Bir harf. Çok nikah: 300: Fikr: Nakra-Hususi davet.): 390.
Meşin: Benli kimse. (Müşk-Misk kokulu: 360: Haşna’-Saliha: Arif: Asr: Kars-Şiddetli soğuk. MESER): 390.
Muarref: Tarif edilmiş. Hudutlu. (Muarrif: Tarif eden.): 390.
Nemeş: Dağınık ve parçalanmış şeyleri toplayan. Nakış hatları. Yüzde olan siyah ve beyaz noktalar. (Nasih: Nasihat eden. Ders veren… Nassah: Terzi. Hayyat. Bitiştiren… Hayyat: Yılanlar.): 390.
Şass: Balık oltası ve balık ağı. (İspanyolca, RED.): 390.
 

NİKÂH - KUSTO

 
Levha: 24 Mart 1987… Bir yerde düğün var… Etraf süslü… Ben, annemden büyük kutudaki şekerlerden istiyorum, (…) yoksa düğüne katılmam… Başbakan Turgut Özal, beni caydırmaya geliyor ve tutumumuzu değiştirirsek, bizim için iyi olacağına ikna etmeye çalışıyor… Bu sırada Cumhurbaşkanı Kenan Evren de geliyor ve benim hakkımda Turgut Özal’a soru soruyor ve medihli cevablar alıyor… Turgut Özal, “hem kursa da gitti!” diyor… Evren: “Kaç gün?”… Özal: “Tam 100 gün!”… Evren hayretle: 100 gün mü?”... Bahsedilen, benim BİLGİSAYAR’la ilgili bir yeri de bitirmiş olmam!

*

A’ras: NİKÂH. Düğün. Çift-ler. (Ars: Etrafı duvarla çevrili bir bahçeyi ortadan böler gibi iki duvar arasında olan, duvar… Duvar: Lisân.): 332.
Gufran: Allah’ın günahları örtmesi. Rahmetli. (Atasözü: “Nikâhta keramet vardır”… Bunu, bildiğimiz “iki insanın yuva kurması” kasdından, KERAMET’in BERZAH makamına âit ve o makamdan mânâsına taşıyabiliriz. NİKÂH, birlik olarak iki meşru şeyin veya doğrunun meydana getirdiği üçüncü, sır veya şeydir. Durum, hâl veya şey. İki şey arasında bir soru, ona cevab, Allah’ın Zât âlemiyle Halk âlemi arasında bir âlem olan BERZAH, Hidrojen ve oksijenin uygun nisbetinde vücud bulan, kendisinde her iki unsurda mündemiç, ama kendisinin mustakil bir varlığı mevcud su, buna misâldir.): 1331= 332. 
Kaptan KUST: (Allah’la, Şühud-görünen âlem arasındaki BERZAH âlemi, BERZAH ÂLEMİ ile Şühud âlemi arasındaki BERZAH, Şühud âlemindeki iki şeyler arasındaki “Misâlî Berzah” atfedilen sır - ayrık - perde vesaire… Şeriat ve tarikat nisbeti içinde Zâhire ve bâtına dair topyekün meselelerin toplam birliği için bir alâmet, bir işaret: TAKDİM yazım… Büyük Doğu-İBDA nisbet ve küllü.): 332.
Mirzabeyoğlu: (Bir sembol… Mir-Mirza: Bey-beyoğlu… SİN, “iki kişi” demektir.): 332.

*

Ulbe: Büyük kutu. (Ül’ube: Piyes.): 107.
Lube: Oyuncu, aktör: 107.
Musa: Ustura, bıçak: 107.
Ok: (Müessir.): 107.
Müstevsik: Bir kimseden senet veya vesika alan: 1106= 107.
Sevvam: Akreb ve yılan gibi zehirli hayvanlar: 107.

*

Şeker: 520.
Derviş: 520.
Sittin: 60 sayısı. SİN harfinin ebced değeri. (Sittin sene: Çok uzun zaman: Dehr: İnsan.): 520.
Sult: Büyük bıçak: 520.
Lıst: Hırsız: 520.

*

“100 Gün”: 100+70= 170.
Kalem: Kamış. Yazı yazmada kullanılan her türlü âlet. Ok. (Müessir.): 170.
Kodes: Hapishâne: 170.
Münadea: Süngüyle birbirine hücum etmek. Kucaklaşmak. (İspanyolca’ya, Lâtince’den geçen bir kelime: Recordar: Hatırlama, kaydetme. Bir sınırı aşmak, mecazî olarak KALBİ DELİP geçen mânâsında, şiddetli korku, şiddetli aşk, şiddetli üzüntü, derin duyuş ve fikrî tecrid - RECORDİS… “Kalbi delmek”, Türkçe’de de kullanıldığı gibi, “kalbini çalmak-avlamak” tâbiri yanında, aşkın kalbi delen bir okla sembolleştirildiğini hatırlayınız… Delmek: Farz… Delk: Mesh etmek - Ruhullah lâkablı Hazret-i İsâ’nın bir vasfı. İyi gümüş: 54: Ahmed-Pek çok övülmüş mânâsına, Allah Sevgilisi’nin asıl isminin mânâsında bir ismi. Faruk lâkablı İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin ismi. Üstadım’ın küçük adı… Delk: Dervişlerin giydikleri aba. Mecazen, Hırka-i Tecrid, dervişlerin Allah’ın sıfatlarına bürünmesi hâli: 134: Saliha-İyi gümüş: Müdmin-İdman eden. Devam eden. “Zurhane-İdman yeri: 869: Mektubat: Necib Fazıl Kısakürek + Salih Mirzabeyoğlu”… Delik: Gül tohumu: 64: NUH Aleyhisselâm-Tufan: CELÂL-Nihayet derecede büyüklük. Azamet. Hiddetlilik. Allah’ın güzel isimlerinden biri. İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin oğlu ve baş halifesi İmâm-ı Masum Hazretleri, “Allah’ın Cemâlindense, Celâli bize yeğdir; çünkü onda nefs karışmaz!” buyurmuştur: MEHDİYYE-Mehdiye âit ve müteallik. Hediye. Armağan… Yevmiye: “Allah sana o çileyi, çekebildiğin için veriyor; sevinmelisin!”… Delik: Bu isimle yapılan yemekler ruhun yeryüzüne tahayyüzünden yükselmiş netice, eseri.): 170.
KUDDUS: En mukaddes: 170.

*

Sadgune: Çeşitli. Yüz türlü. (Sad: 100 sayısı: 94: Calis-TAHT’a çıkan: Saib-Hedefe doğru ulaşan. Maksada uygun: Hâfe: SAHİL, deniz kenarı.): 175.
Mıklad: ANAHTAR. HAZİNE: 175.
KUSTO: 175.
Fassad: Kan alan: 175.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1174= 175.

*

Staj. (Fransızca): Meslekî ilgisini arttırmak üzere, başka birinin nezaretinde yapılan çalışma: 468.
Hikmet: 468.
Veysel Karanî: Hiç görmeden Allah Sevgilisi’ne bağlanan ve eren, bu yüzden de hiç görmediği zâttan feyz alan mizaca, onun ismiyle Üveysî denir: 468.
Musa Mirzabeyoğlu: (Rahman Sûresi, 19. âyet: 1146: Musa.): 468.
 

TİYATRO: BÜTÜN DÜNYA

 
Levha: 17 Haziran 1988… Mehmed Sami Adalı… Benim bir şiirimi tiyatro eserinin içine serpiştirmiş, oynuyor… Ve, “Bir Adam Yaratmak öldü; yaşasın GÖLGELER!” diye beni methediyor… Onun bu aşırı medhinde bir riyâ kokusu duyuyorum… Sonra ona, o oyunun nasıl oynanması gerektiğini anlatıyorum… Kaya Balaban bana, “aslında en büyük AKTÖR sensin, bu bir gerçek!” diyor… Müthiş güzel bir hâli var… Ben de, “işte bu yüzden uykucu ve miskindim!” diye, babamın hâlimi anlamayışına imâda bulunuyorum!

*

“Bir Adam Yaratmak”: (Üstadım, 1950’de yazdığı bir makalede, beklediği gence dair hasretini, nefesi Allah’ın nefesi olmuş en büyük ve nadide velilere mahsus bir hâlin çığlığı gibi  [ifade] eder. Her nefesinden melek hâlkolan veliye nisbetle o, hangi ana babadan doğacaksa beklenen genç, onun hakkında şöyle der: “Sen yoksan bile, dileyişimizdeki şiddet sana vücud verecek!”. Dileyiş duadır, şiddeti ise aşk ve samimiyet. “Bir Adam Yaratmak” isimli 1937’de yazdığı piyeste, “yaratmak neymiş, yaratmaya kalkınca anladım!” diye Allah’ın kudretini işaretle dize gelen kahramanın idrakiyle söylenen bu sözler, “Hazret-i Ebubekir, Şah-ı Nakşîbend, İmâm-ı Rabbanî, Abdülhakîm Arvasî” ve daha nice birbirinden büyük velilerin nefesine arkasını vermiş bir adamındır: “Sen yoksan bile, bizim dileyişimizdeki şiddet sana vücud verecek!”… Geçmişte olduğu gibi, yeni abuk-subuk yorumlara fırsat vermemek için: Malûm, İsâ Aleyhisselâm, nefesiyle ölüleri dirilten ve eliyle meshederek hastaları iyileştiren… Bir veli, kendisinden, önlerindeki bir ölüyü diriltmesini isteyen adama öfkeleniyor ve “İsâ mıyım ben!” diye azarlıyor. Bunun üzerine Allah’tan ona bir nida geliyor: “O muydu dirilten? Bizdik biz!”… Veli, ikâza boyun eğiyor ve ölü Allah’ın izniyle diriliyor… Söz Üstadım’ın: “Günlük hayatta nice olurdaki olmazı görenler, bu olmazdaki olurları da görürler!”… YEVMİYE: “Benim ruhî kaynaşmamın makatteri hâlinde, bütün eserlerimin fikir ve sosyal sahadaki tezahürü, BİR ADAM YARATMAK’ta vardır!”… Mekatır: Kesitler. Damlalar.): 999.
Rahman Sûresi 19. ve 20. âyetler - Müteşeffî: (Şifâ bulan. Öcünü alan. Rahatlayan: Müteşeffî: 830: Lezk-Bir şeyin diğer bir şeye vasıl olması: Tekrir: Tekrar etme. Sözün tesirini arttırmak için bile bile tekrarlamak.): 999.
Hazafir: Canibler, yanlar, cebheler. Bir kavmin meşhurları, ileri gelenleri, büyükleri. Hepsi. Mecmuu’: 999.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1000= 1999.
Hatırlanması gereken sene: (Racife-Şidedetle sarsan sarsıntı. Dünyayı yerinden oynatan vakıa. İlk nefha, ilk nefes… Dünyanın çeşitli bölgelerinde meydana gelen depremler ve en büyüğü 16 Ağustos’ta Gölcük’te meydana geleni… METRİS Hadisesi.): 999.

*

GÖLGELER: 308.
Arvasî: 308.
Jandarma: Nizamı koruyan, nizamı tesis eden: 308.
Ihaze: Bir kimsenin kendisi veya hükümdarı için hıfzedip gözlediği yer. Su toplanacak yer. (vakt: İçinde yağmur suyu biriken yer… Vakt: Muayyen zaman. Zaman. Saat. Mevsim. Çağ. Boş zaman. Geçim. Fırsat: 506: NAKŞBEND: Erdiş.): 1307= 308.
Huş: Kalb: 309= 1308.
Rakde: Berzah. Uyku-kendinden geçme. (Uykuda ruh, aslî vatanına uzanır ve nefsle alâkası en cüzi hâle düşer. Dönüşte, misâl âleminde gördüğü suretler hayâl elbisesi giyinir ve bizim hatırlayabildiğimiz kadarıyla rüyâlarımız bunlardır. Uykuya, “küçük ölüm” diyoruz. Eğer ruh kabzolur ve geri dönmezse, o zaman da uykuda ölüm gerçekleşir. Her insan için geçerli bir tecrübedir bu. Uyanık olarak “aslî vatana özlem duyan”, Allah’a hasret çeken insanın, iradî bir ruhî rejim usûlü ile BERZAH makamında yer tutması, Allah’ın emirleri dairesinde nefs tezkiyesini yerine getirmiş olması, kabz olan ruha nisbetle bu hâli, “Ölmeden ölme” tâbirine denk geliyor; ölene nisbetle, “ölmeden ölmüş” ve bu âlemde mükellefiyet ve takvasını yerine getirdikçe tekâmülü artan o ruhî idrak… Bütün kıymet idrakte… “Cennet bomboş bir yerdir, ne götüreceksek buradan götürürüz” buyuran Ali Haydar Efendi Hazretleri, Cennet’e istidadı olmayan bir idrakin, Cennete de gitse birşey anlayamayacağını ne güzel belirtmiş. “Cehenneme herkes kendi odununu götürür!” şeklindeki sözler de, hep bu iradî mükellefiyet ve anlayışla kazanılana, –kasıd İSTİDAD–, işaret ediyor… Abdülhakîm Arvasî Hazretleri buyuruyor: “Ruh, hayat için alelâde sebeblerdendir!”… Her varlığın kendi derecesinde bir canı var ki, bu en cuz’i mânâ olarak, canlılıkta “hareket”i esas kabul etmektir: Maddeden bitkiye, bitkiden hayvana ve insana kadar var olan bir müştereklik… Ruh, vâlidir, idare edendir; bugün fizik ilminde bile “maddenin şuuru”ndan bahis, herşey kendisinden ve kendisi için olan RUH kasdının insana doğru özelleştiği bir mânâ yanında, insandan maddeye doğru azalan bir şekilde bu vasfı kabul etmiştir. Uyku, daha çok bitki hayatına benziyor. Nefsimiz, irademize teklif edilen memuriyete uyan, bu iradeye uygun tarafı olmasa, sadece cismanî temayülleriyle kalsa, hayvan hayatına. Tekliften kasıd, Allah ve Resûlü’nün bildirdikleri. Şuurumuzun seçme yapabilme özelliği, bu teklifi kabul ve yerine getirebildiğimizce, –insanî hakikati kuşanabildiğimizce–, bizim İNSAN olarak bütün mahlukattan farklılığımızı gösterirken, teklifin reddi, insan kaydından ve teklife muhatab olmayan hayvandan daha aşağıya düşüşü gösteriyor. Bitki, hayvan kadar da irade sahibi değil. Uyku düzeni içindeki durumumuz onu andırıyor… Buraya kadar anlatılanlar, başta bedenden ruhun ayrılışını alelâde hayatımızdan bir misâlle - uyku vesilesiyle işaretlemişken, daha sonra meseleyi “ölmeden ölme” bahsinde ve uyku ile alâkasız bir şekilde açıklayabildiğimi gösteriyor. Sanıyorum. Bu âlemde “ölmeden ölen” bâtın kahramanları için hayat, uyurken değil de uyanık, bir insanın rüyâda gördükleri cinsindendir; nesneleri dış yüzünden değil, onların hakikatlerini bilip, onlarda tecelli edeni görerek. Onlar, “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar” buyuran Allah Sevgilisi’nin sözündeki kasdı, muradına uygun bir tevil ve tâbirle, yaşarken uyanmış olanlardır. Yine O’nun, “Yarabbi, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!” buyurmasındaki sırrı bilmiş olanlardır: “Hakikate erememişlerin nazarında Halk görünen bir varlıktır, Hakk ise akıldadır; hakikati bilenler için ise, Hakk görünendir, Halk ise akılda!”… Halk-yaradılmışların aslının akılda olması, onun mahiyetinin yokluk olmasıdır; hakikati olmayan bir mahiyet de diyebiliriz… Bir mesele: Ölmeden ölmek bir makamdır ve “Her nefs ölümü tadacaktır” hakikatinden önce yaşanan, öldükten sonra da hesaba girecek olandır. “Ölmeden ölmek”le, ölmek arasındaki fark, ruhun kabzedilmesiyle ilgilidir. Birinde nefsiyle ilgilenen ve bildiğimiz yaşama içinde olan bir ruh durumu, diğerinde ise cesed üzerindeki tesirleri hisseden ve herkes için geçerli “başka bir madde idrakı” durumu sözkonusudur. “Bir varlık, bir de yokluk; yok bir vardır ve o da bir var olur, bir de yok. Allah kâinatı, her ân idam ve her ân ihya eder; varlığın aynı yokluk ve yokluğun aynı varlık hâlindeki bu süreçteki hızdan dolayı, varlık hep var görünür.”… Bir sinema filminde, fotoğrafların hızlı geçişiyle oluşan hareketliliği seyretmemiz gibi; bir ampulde saniyede 16-17 defa kesintilere rağmen, ışık kesintilerini hiç farkedemeden, hep ışığı görmemiz gibi… Kısaca: Doğumumuzdan ölümümüze kadar, her ân var ve her ân yok olan bedenimizle, sanki her seferinde ayrı bir bedende görünen BİR’iz; birliği sağlayan ve benim çocukluğumdaki benle aynı kişi olduğumu gösteren, RUHUM’dur… Birkaç gün önce, “sadık takibçilerim” NYMPHALAR’ın lâf atmalarına espri-alay karışımı verdiğim bir cevabı, bir fantezi diye aynen nakledeyim: “Tenasuhu-yeniden bedenlenmeyi, biz zaten her ân yaşıyoruz. Allah, bedenimizi her ân idam ediyor, her ân ihya ediyor”… Ortalama tenasuh inançlılara, ölümden sonra başka bir bedene konmanın bu demek olmadığını, ölenin öldüğünü, ruh kabzı olmadığı zaman da ölünmediğini, dolayısıyla ne beden ölümünden sonra dirilmeden bahsedilebileceğini, ne de tenasuh düşüncesinde olduğu gibi “başka bir bedenle dirilmeden” bahsedilemeyeceğini, hele bu hususta İslâm’dan verilen örneklerle reddimizde çelişki bulunduğunun söylenemeyeceğini anlatmış oluyoruz… Ölmeden önce ölme bahsinin hakikatini gösteren en güzel örnek, kendisinde tecelli eden hikmet “KUDDUSΔ olan, İdris Aleyhisselâm’dadır: İkinci Nübüvvetinde İlyas Aleyhisselâm olarak görülen… Kuddusî: Her noksan sıfattan arî, pak ve temiz mânâsına gelen Allah’ın sıfatlarındandır. Velilerin hususen büyüklerine, bir tazim ve dua niyetine “Kudduse Sirruh” denmesi, O’nların pak ve temiz ruhlarının Allah’a âitliğini, Allah’ın sıfatlarıyla ve sözkonusu sıfatıyla sıfatlanmış olmalarını anmak içindir. Allah’ın “Vahhab” isminden nimete mazhar, zikreden, halis, pak ruhlular… Allah’ı noksan sıfatlardan arî bilmenin ifrat derecede bürünülmesi neticesi, ruhanî varlığı cismanî varlığına galib gelerek O’nun yakınlığına mazhar olan İdris Aleyhisselâm, bu hikmetin özünü temsil eder. “İlim mekânet ister, amel ise mekân”; mekânet, makam ve mertebe yüksekliğidir. İdris Aleyhisselâm, ağır RİYAZETLERLE nefsini terbiye ederek, HER TÜRLÜ HAYVANÎ (BEDEN CANLILIĞINA MAHSUS) TEMAYÜLLERDEN ARINMIŞ, RUHANÎ VARLIĞI CİSMANÎ VARLIĞINA GALEBE ETMİŞ, böylece miraca mazhar olmuştur; 16 sene yiyip içmeden ve uyumadan çetin bir riyazete devam ettiği rivayeti… “MEKÂN yüceliği, –Onu yüksek mekâna ref ettik– âyetinin mânâ ve delili gibidir”; İDRİS Aleyhisselâm’ın ruhanî makamı, yıldızlar âleminin üzerinde döndüğü değirmen, GÜNEŞ feleği’nde, en yüce mekân olan Felek-i Şems’te… O’nun ikinci görünüşü, İLYAS Aleyhisselâm suretinde; ve sezebildiğimiz kadarıyla, öldükten sonra ikinci dirilişinden bahsedilmiyor; ölmeden ölme hikmetini bilmek ve meselenin beden yönünü bilmemek durumundayız. Şah-ı Nakşibend Hazretleri ve başka velilerin, suretlerini karşısındakine değişmiş göstermesi ve “sen bizde çirkin bir hâl görürsen, bizi bırak da, canından aziz bilmen gereken nisbetine sarıl!” buyurduğu malûm… Bunun yanında, İLYAS Aleyhisselâm’ın, meleklerle ünsiyet ve beşerle alâka içinde, bunlar arasında BERZAH olduğu: NASUT ve Melekut âlemleri arasında… Nasut, “ruhun kendisinde bulunduğu yer”dir; ruhların hassası da, neyle ilgilenirse onu diri kılmak ve onda hayatın yayılmasına sebeb olmak… Allah’ın, eşya âlemini her ân yok ve her ân var etme meselesi ile ilgili olarak bedenimiz hakkında söylediklerimiz gözönünde tutulursa, bu aralığın uzun zaman tahayyülü yanında, ruhun cisimlenmesi (temessülü) meselesi de düşünülebilir. Kuddusî ruh bahsinde veliliğe Peygamberden örnek hususu bâki, İdris Aleyhisselâmla İlyas Aleyhisselâm’ın ikisinin bir olması hikmeti, “Allah öyle bildirdiyse öyledir!” teslimiyet şartı içinde düşünüldüğüne göre, anlayamamak bu hakikati değiştirmez. Aslolan, hikmetlerden pay alabilmek, bu meseleden bize düşen pay da budur. Allah’ın kudretini hesaba çekmiyoruz; babasız hak peygamber İsâ Aleyhisselâm’a, hem babasız ve hem anasız Adem Aleyhisselâm ve Havva anamıza inandıktan sonra!): 309= 1308.

*

AKTÖR: 707= 1706.
FİKİR KAHRAMANI: (BİR AYNA’da görünen çeşitli suretler veya çeşitli aynalarda görünen BİR SURET.): 706.
Hâl-i Siyah: Siyah nokta, “ben”, hindu: 707= 1706.
Üsre: Seleften –önceki büyüklerden– gelen şeref ve şân. Söz veya hadîs nakletmek: 706.
Serv: Suyun çok olması. (Müridd: Suyu çok olan, deniz. Çok arzu, istek.): 706.
Mahlul: Delinmiş. Öbür tarafına işlenmiş olan şey. (Farz: Delmek… Âyetler… Abdülhakîm Koltuğu’nu hatırlayınız.): 706.

*

ÜL’ÜBAN: AKTÖR: 154.
MEHDÎ MUHAMMED: 154.
Kadîm: Başlangıcı olmayan. Ezelden. Eski zaman. Uzun zamandan beri var olan. Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet: 154.
Medma’: Göz. Ayn. Gözyaşı: 154.
Tasvir: Suret. Resim: 154.

*

Ül’üban - Mehdî Muhammed: 308.
ARVÂSÎ: 308.

*

Aktör - Mehdî Muhammed: 860.
Dıîn: Asıl. Maden: 861= 1860.
Mütekerrir: Tekerrür eden. Tekrar: 860.
Tekatüm: Birbirinden sır saklayan. (Yevmiye: Hiçbir serrişte vermiyorsun hâlinden! Böyle cins yönlerin olduğunu bilmiyordum.): 861= 1860.
Üslûb - Zat’ül Hareke. (Kendinden hareketli.): 861= 1860.

*

Tembel - Küsist - Sahil - Kesel - GOKHLAYEH… Tembel, yorgun, KUST, esneyen adam.

*

Aras: Yorgunluk. Bitkinlik. Hayranlık. (KUSTO… Ars: Şimşekli ve yıldırımlı bulut.): 330.
Musırr: Direnen. Ayak direyen. Vaz geçmeyen: 330.
Mısr: İki şey arasında perde, hâile. (Şiirde MISRALARIN, yâni şiirin, iki şeyden bilinmeyen üçüncüyü çıkarma işi olan ilme nisbetle, ilhâmla alınanın BERZAH mânâsı. Bu yüzdendir ki, bizim anlayışımızda, “doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur” hükmü câridir. Her ilhâm güzel veya değil, ama doğru olmayabilir. Ölçü Şeriattır; bunun içinde kalmalı. Şu ânda bizim yaptığımız ve “şiir” ile “şiir idrakı” hakkında ettiğimiz onca söz ne ki? Bir ek: “Sanat ve sanatı üzerinde düşünme” bahsinin, sanat eseri gibi, bir düşünme sanatı tadı verebileceğine dikkat çekelim. Tek başına okunabilir olan değerine. Bundan Büyük Doğu-İBDA’ya düşen payın bir hayli olduğuna inanıyorum. MÜNEKKİD’i bir asalak gibi gören kızgın bakışın aksine, mütefekkir ve filozof olmasa da, onların bir hakikati bulunduğuna dikkat çekebildiğimi de sanıyorum.): 330.
Müradefe: İki veya daha fazla kelimenin aynı mânâda olması. Beraber yolculuk, arkadaşlık: 330.
 

AKTÖR: TEMSİL EDEN: HALİFE

 
Hatırlatma: İNSAN, Allah’ın halifesi. İNSAN, Allah’ın kendi marifetine ulaşsın diye, bâtınını kendi suretinden yarattığı. İNSAN, “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya” memur edilen varlık. İNSAN, başta ve toplayıcı mânâsıyla Allah Sevgilisi’nden başlayarak, Allah’ın mahlûklarına kendisiyle nazar ettiği, Allah katında bakan bir GÖZBEBEĞİ’dir ki, bu yüzden ona İNSAN ve HALİFE dendi… TEMSİL: Bir şeyin aynısını veya mislini yapmak. Benzetmek. Teşbih etmek. NÜMUNE SÖZ… Zâbıta: Fıkıhta, bütün hususlara şâmil olmayıp, yalnız bir hususa ve onun teferruatına şâmil olan kaideye denir. (Bu kaide, bizim için, FİKİR ve AKSİYON bahsindedir. AKSİYON, fikrin eşya ve hâdiseler üzerinde nakşıdır; siyaset, eylem, çeşitli mevzular vesaire, bu mânâya yaklaştığı kadar o, uzaklaştığı kadar kendi kendinden ibaret kalırlar.)

*

Şeriat: 980.
TEMSİL: 980.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1980.
İSTİKBÂL İSLÂMINDIR: (Üstadım’ın, gıptayla “ne güzel bir eserin var!” dediği.): 980.
Teşri’: Yolu vazıh ve açık kılma. Şeriat’e isnad ve nisbet eylemek: 980.


Baran Dergisi 231. Sayı