“Zihin kontrol silahlarından birisi de, SUN’İ TELEPATİ olarak da bilinen MİKRO-DALGA ALGILANIŞI’dır. Bu yolla, düşük yoğunluktaki sinyallerle, duyu, ses ve sıcaklık değişimi
HALÜSİNASYONLAR’ına sebeb olunur.”

*

TELEPATİ, beş duyu-hasse dışı idrakin dışındaki vakıalar cümlesi içinde yerini alan bir ruhî idraktir. Bu vesileyle şunu belirtelim ki, TELEPATİNİN İSBATI şeklinde bir ifâdeyle ele alınan yapılmış tecrübeler, telepatinin isbatı değil de, bedahet hâlinde bilinen bir vakıanın sebebini araştırma ve onu pratik amaçla kullanma niyetini göstericidir. Yâni, “Telepati Mümkün mü?” cinsinden bir yaklaşımla ondan bahis, komiktir. Telepati etrafındaki araştırmalar, ne icâd, ne keşiftir; onun yeri tahlilci ilimdir.

*

TELEGRAM’ın “telepati”yi andırır yanı, başta “beş duyu dışı idrak” ifâdesine çok yakın bir yerde, “hiss-i müşterek” merkezine yakın hitabıdır. Hani, gözümüzün önünde duran bir sandalyeye bakıp da, kuvantum seviyesinde işlerin değişik olduğu kasdıyla, “bu bir sandalye değildir!” demek, şuur seviyesinin değişimi ile hakikatin de değişeceği hakikatini ifâde etmek gibi; giderek, fiziği kavram dünyasında izlemek gibi... Gözle gördüğümüzle, kuvantum seviyesinde olanı bir bütün olarak ifâde, mistik ve bâtın hayatı da sezmeye misâl hâlinde şu olabilir:
— “Tabiatta SIÇRAMA olmaz diyenlere, sıçrama tabiatta değil, bizim bilgimizde olmaktadır demek lâzım!”
Bu, benden başlayıp bana dönen bir süreç hâlinde, idrak ve iradeden duyulara birşey gitmeden, duyu verilerinin idrak edeceği birşey olmadığını da göstericidir. TABİAT’ın “benden”leşmesi yaşandığı kadar, HALKIN akılda olması anlaşılır; “Alice’in Harikalar Dünyası” teşbihi çerçevesindeki fantezilerden, RİTLER’den, halüsinasyona ve HAKK’IN GÖRÜNÜR OLMASI’na, “bir veli mevzuunu bulamaz ki ben desin!” ifâdesindeki Hak’ta fani olma meselesine kadar, pek çok “beş duyu dışı idrak” davası... Hakikati olan mahiyet ve hakikati olmayan mahiyet hâlinde, VAHDET SIRRI’nda hepsini böylece bütünlerken, bunların ayrı idrak seviyelerine âit oluşlarını, hak veya bâtıl nitelikte oluşlarını birbirine karıştırmamak da, gerçek VAHDET’i gösterici bir imân meselesidir.

*

TELEPATİ, iki ayrı şahıs arasında, uzaktan beş duyu dışı idrak hâlinde, birinin düşündüğünü diğeri de düşünmek; yahud birinin hâl ve durumunun diğeri tarafından eşzamanlı olarak, gayrı irâdi bilinmesidir. Telepati’nin, sözlü veya sözsüz karşı karşıya “anlaşma”yı andırır bir tarafı var; anlaşma’ya nazaran onda mesafe hükmü olmaması, tek başına onu farklılaştırmaz. Kaldı ki telefon, telgraf vesaire gibi âletler yanında, TELEGRAM da bunu aşmıştır. Öyleyse, “normal üstü hissî bağ” tâbiri, ânî içe doğuşla birlikte, onu farklılaştırır. TELEGRAM’ın TELEPATİ’yi andırır tarafı, zihnin tesirinin karşısındakine tecellisini görmek şeklinde, KURBAN’da bu hissin zihin ve beden tezahürü olarak uyandırılabilmesindedir. Bu, cihazı kullananın şahsı ile birlikte, sadece cihazın hüneri olarak da yapılabilir. Daha bol hâdise anlatacağımız bölümlerde, çeşitli tasvirler yapacağız.

*

Bildik mekân ve zaman kavramlarını aşan biçimlerde idrake mevzu olan TELEPATİ ve benzeri tezahürler, herhangi bir araç ve “mekân ve zaman” ölçülü kuvvet kullanmadan çevremizi etkileyebileceğimizi gösteriyor. Zihnin, su da dahil maddeyi etkileyebileceğini gösteren
tecrübeler, KUVANTUM fiziğinde bahsi geçen “tecrübe edenin, tecrübede müdahil rolü”nün, sözü edilen maddelerde müşahedesinden ibarettir. Tıpkı, iyi duygularla suya bakıldığı zaman, onun donmasında oluşan kristallerin daha güzel olması gibi... İnsanın şuurlu benliğinin, bir yönüyle tabiata, diğer yönüyle ruha bakan hâline misâl. Psikolojide geçen, eşya ve hâdiseye kendi şuurunu yansıtarak öyle görmeye de.

*

Hallüsinasyon: Hakikati, hakikati olmayan mahiyet nevinden, gerçekte olmayan bir şeyi gerçek gibi görme ve işitme... “Gerçekte olmayan bir şey”, nitelemeler boyu değişeceği için, hakikati yokluk olan Halk âlemi’nin, veli gözünde “asla bağlı bir gölge varlık” ve bu bakımdan “aklî bir kavram olması” gibi hakikatler de, hallüsinasyon’u andırır; bu bakımdan, tıbdaki şuur bozukluğundan kaynaklanan verilerle, hayâl melekesinden doğan RİTLER, bunun telkin ve uyuşturucu benzeri maddelerle olanı, yahud elektromanyetik dalgalarla gerçekleştirilen şekli, hepsi “şuurun doğrudan verileri” hâlinde görünse de, hepsi birbirinden farklı hakikatlerdir. Bu durum göz önüne alınırsa, hallüsinasyonun teşbih olarak kullanımlarına dikkat etmek gerekir. Harflerin sayı değerlerinin toplamı olarak, EBCED hesabı ile çıkan aynı sayı etrafında kümelenmiş kelime mânâları arasındaki alâkaya da misâl:
– Hallüsinasyon: 873.
– İBDA’: Parça parça etmek. Sorulan şeye güzel cevab vermek. Kandırmak, inandırmak. (Ruhumuzdaki kanma hissine hitab eden.) Birisine, kâr tamamen kendisine âit olarak sermaye vermek: 874= 1873.
– Azd: Kuvvet, kudret: 874= 1873.

KATEGORİZE ETME - SINIFLANDIRMA

“Elma nedir?” diye, onu bilmeyen birinin sorusuna verilecek en genel cevab, yiyecek olduğudur. “Kavun nedir?” diye sorulursa, yine aynı cevab.
“Pırasa nedir?” diye sorulursa, yine aynı.
“Çikolata nedir?” diye sorulursa aynı.
“Deve nedir?” diye sorulursa, aynı.
“Koyun nedir, keçi nedir, horoz nedir?” diye sorulursa, yine “yiyecek birşey olduğunu” söylüyoruz.
Bu verilen cevabların hepsi doğrudur; ve onları aynı cevabta birleştiren husus, yiyecek birşey olmalarıdır. Böyle bir durumda, sorulanlara nisbetle cevabın aynı olmasına bakıb da, “hepsi için aynı cevabı veriyor?” diye, “ben bundan bir şey anlamadım; o yiyecek, bu da yiyecekse, niçin ayrı ayrı isimlerle anıyor?” diyebilir misiniz? Eğer sebze, meyve ve hayvanları, yenilecek olma özellikleriyle tanımasa idik, bir takım mücerret veya tanımadığımız, hangi hususta bir ve hangi hususta ayrı kullanılır olduklarını bilmediğimiz kelime ve kavramların başına gelen anlamamazlık, onların başına da gelecekti.
Verdiğimiz misâle geri dönersek: Yiyecek müşterekliğindeki sözkonusu unsurlar, “sebze, meyve, hayvan, yiyilebilir madde olarak üretilenler” diye ayrılabilir. Elma ayrı, kavun ayrı, deve ve koyun-keçi hem onlardan ayrı, hem hayvan sınıflamasında birbirinden ayrı. Mamulat olarak çikolata onlardan ayrı, yemek çeşitleri de bir mamulât cinsi olarak, hem onlardan, hem de birbirlerinden ayrı.
KATEGORİ: Aralarında herhangi bir bakımdan alâka veya benzerlik bulunan şeylerin hepsi. Zümre, grub, küme.
“Telegram-Sun’i Telepati” başlığı altında, birbirleri ile alâkalı ve benzer şeylerin, ne bakımdan alâkalı ve benzer olduğunu gösterdik; “Kategorize Etme-Sınıflandırma” başlığı altında da, bu
mevzuun genel değerlendirilmesi... TELEGRAM’ı anlatırken, beylik tâbirler hâlinde “şu şudur, bu budur” demeden, birbirini davet eden meseleler harmanı içinde görünmemiz, verilerin niteliği gereğindendir.

“KEFALET MESELESİ”

Eşyayı, ister onun karşısında duran “hasse-duyu” ve his-duygu”ların ondan etkilenmesi ile idrak ettiğimiz kabul edilsin, isterse bizde bulunan ve bilinen idelere nisbetle idrak edişimizden bahsedilsin, bu iki temel duruşun birbirine zıt ilmî ve felsefî izâhları bir yana, neticede ikisinin de birleşeceği temel nokta, eşya karşısında duran insanın sıhhat (dediğimiz) şartıdır. Bütün insanların üzerinde müşterek olduğu-olacağı basit birşey, meselâ sathı düz bir duvarı ele alalım; hem dokunma ve hem de görme organlarımız bunu böylece idrak ederken, aksi idrakler istisnadır ve sıhhatli değildirler... Bir de tersini düşünelim: İstisnalar çoğunluk ve çoğunluk da istisna olsun; çoğunluk duvarı kabartmalı görürken, azınlık düz görüyor ve duyuyor olsun... Böyle bir durumda da, duvarı kabartmalı idrak edenler sıhhatli kabul edilirken, düz olarak idrak edenler sıhhatsiz sayılırlar... Sıhhat?
Burada, duyu verilerinden idrak edilen bilgilerle, beyin ve şuurdan ihsaslar hâlinde duyulara intikal eden duyma hassasiyetinin niteliği, meselâ Darwinizm’in türlerin tekâmülü hakkındaki nazariyesinin gerçeği ifâde ettiği farzedilirse, “ya insandan sonra?” sorusu çerçevesinde, duyu organlarının ve beyin-şuurun değişimi, bunun neticesinde de BİLGİ’nin niteliğinin değişimi meselesine dikkat çekilmekte... Böyle bir durumda, bilginin devamlılığından ve tabiî olarak ilerlemesinden bahsedilemez. Bildiğimiz insanın, insan kalacağının kefaleti ne ve doğrusuyla yanlışıyla BİLGİ’nin ölçülebilirliğini gösteren BİLGİ KEFALETİ ne? Yaratıcı ve Mutlak Fikir’den başka, nasıl cevab verilebilir?
Aynen yaşadım: Pencereye perçinli eşit büyüklükte yuvarlak küçük deliklerden sızan güneş ışığı, duvarda... Bakınca şaşırıyorum; yanyana-alt alta dizilmiş hapları andıran, üç buudlu şekiller. Göz aldanması ve halüsinasyon olabilir mi diye elimle de yokluyorum; evet, üç buudlu yuvarlak kabartılar dizisi ve sanki deliklerden geçen ışık hüzmeleri tam tamına onlara uymuş. Ne oluyor? Sakin bir şekilde oturup çayımı sigaramı içiyorum ve on-onbeş dakika sonra tekrar üst kata çıkıp aynı desene bakıyorum; güneş ışığının duvarda yuvarlak desenleri dışında, ne göze ne de ele gelen kabartılar! Bu hâdise, Kartal Cezaevi’nde meşhur “zihin yönlendirme” operasyonuna tâbi tutulduğum zaman yaşadıklarımdan biri!
Benim Kartal’da yaşadıklarımın, yapılanların tesirini, onların sözlerini, benim sözlerimi ve hakkımdaki “dokümanlarının” sağlamasını yapan “amaçları belli” NYMPHALAR, her oluşumu kendi davasına göre izâh edebilen ve kullanan bana karşı, bu anlattığım hâdisede de alay niyetli “ciddi” sözler ettiler; en başta, sözkonusu hâdisenin anlattığım gibi olamayacağından dem vurarak, neticede ise böyle bir kaydın ellerinde bulunmadığını söyleyerek. Bu hâdise, ne cihaz tesiri telkin dalgasına, ne sözlü telkine, ne halüsinasyona, ne hipnozun dar ve geniş mânâsı içindeki oluşumlara, ne müz - ne rit açıklamalarına girmiyor.
Bu hâdise münasebetiyle alâkalı birkaç açıklama: Şu gördüğünüz satırları yazarkenki kadar tabiî bir şuur hâlindeyim. Böyle bir şeyi yaşayıp da anlatmaya kalkan adamın karşılaştığı veya karşılaşacağı zorluk, TELEGRAM’ı anlatmaya çalışan adamın yaşadıklarını anlatmaya çalışması kadar zor olarak, tıpkı şuna benzer: Herkesin dört köşe gördüğü bir şekli, sen üçgen olarak görüyorsun ve herkesin dört köşe gördüğünü bilerek. “İşin aslı ne?” meselesi bir yana, “bu gördüğünüz bir sandalye değildir!” misâlinde olduğu gibi, üstelik üçgenin dört köşe görüldüğünü de bilerek. Eşyayı uzaktan hareket ettirme-TELEKİNEZİ bahsinde, Meksikalı meşhur bir sinema rejisörünün sözleri, muradıma tam uygun:
— “Gençliğimde, telekineziyle uğraştım: Masayı yerden 25 santim kadar kaldırıyordum ama benden başka kimse farkına varmıyordu!
Nasıl ki TELEPATİ, “beş duyu dışı bir idrakle” uzaktan gerçekleşen bir iş!
İdris Aleyhisselâm, 16 sene yiyip içmeden, uyumadan, ağır riyazetlerle nefsini hiçlerken, “hayvan-HAYAT” mertebesine indi ve hayvanların dilini ve hâlini anlar oldu. Onun yolu üzerinde olan veliler, bir hâl olarak, oturanı yürüyen, yürüyeni oturan görür. Süreklilikte süreksizlik ve süreksizlikte sürekliliğin YAŞANDIĞI bu hakikat mertebesinde, baştanbaşa ruh kesilmek var; dış ve iç idrak âletleri ve şekilleri kul için, kulluk için. İnsan ruhu, kul olduğunu idrak kadar yücelir. Şu, “oturanı yürüyen, yürüyeni oturan görmek” bahsinde, şiir idrakine âit RİT mevzuunu benzer diye hatırlarsak? “Cemadla, nebatla, hayvanla konuşur; deli midir şair?” diyen Üstadım’ı da anarak, İngilizce bir kelime, NEER: ŞİİR. HİÇ... AYNALAR SÖYLEYİN BANA, BEN KİMİM?.. Tolstoy’un, “sanat, hiçliğe yakın yerde başlar!” demesi boşuna değil! Kulakların çınlasın Hakan Yaman!

“ELEKTROMANYETİK HAVUZ” DEDİĞİM

Kartal’da, Avukatlarla görüşmeden dönüyorum. Koğuşun havalandırma bölümünün-bahçenin yüksek dört duvarı, aynı zamanda sizin gökyüzünü görme sınırınızı çiziyor. Unutmamak için küçük kâğıda yazdığım notlardan birini, Avukat mahallinde nihayet arkadaşlara sorabilmiştim: — “Siz de görüyor musunuz, sabah ve akşamüstü güneş batmaya yakın kargalar sürü sürü geçiyorlar!”
Ünsal Zor ve Ali Osman, söylediğimi tasdik ediyorlar. Tabiî huyum, başıma gelen felâketi bile kendimle dalga geçer gibi şakayla aktaran ben, içinde bulunduğum durumda bilhassa, sıhhat işaretim gibi bir savunma güdüsüyle bunu yapıyorum:
— “Neyse, demek halüsinasyon değilmiş!”
Arkadaşlara halüsinasyon gördüğümden bahsetmiştim. Ne var ki, hâlimi hemen bildik bir şeye ircâ etme kolaylığına düşülmesin diye, bunun vurgusu içinde değilim; çünkü, biraz anlayan “ilâç” filân derken, Gabî soyu “idareyle rahatlığı” veya habersizliği dolayısıyla, “yalnız kaldığı için, stres, korku” hükmünü veriverir. Yüzsüz ve pişkin.
Avukat görüşünden döndükten sonra, yemek yiyince başlayan o elektriklenme ve “kiril” aklıma geldi. Ama halüsinasyon, hep yemek yemekle ilgili değil. Malûm, “cin mi, yoksa elektronik mi?” ikiliği meselesi. Son gördüğüm halüsinasyon da, kantinden aldığım ve epeydir açık zeytinleri yedikten sonra olmuştu. Deneme yapmaya karar verdim ve buzdolabını açıp, plastik ambalajı içindeki zeytinlere uzanıyordum ki, açık kısmının bir bölümünde matlaşmış olmalarına mukabil, diğer kısımda zeytinlerin yağ dökülmüş gibi ve pırıl pırıl olduklarını gördüm. Evet; yine ben yokken koğuşa girmişlerdi. Bir parça ekmekle 5-6 zeytin tanesini ağzıma attım; ve yutmamdan, 5-6 metre ötedeki bahçe kapısına gidene kadar, tesiri hissettim. Bahçeye çıkmaksızın bir sigara yaktım ve o ânda karşı duvarda, açık arabalara binmiş geçen silâhlı askerleri silüet hâlinde gördüm. Sonra, deforme insan suratları falan filân. Duvarda, başkasının alelâde olarak göreceği tabiî veya kasden atılmış çizgilere, hayâlim kolayından suret giydiriyordu; ama benim irade ve isteğimle değil. Şuurlu bir şekilde, etkilenmeden öyle seyrettim. Birkaç dakika sürdü.
Bahçeye adım atmıştım ki, şöyle bir durum: Yarı belinize kadar denize girdiğinizi düşünün. Dalganın gelişi ve çekilişi boyunca, siz de ritmik bir şekilde öne arkaya salıncaklanıyorsunuz. Gözünüzü yumun. Gözünüz yumulu da olsa, denizde olduğunuzu yaşıyorsunuz ve tahayyülden fazla, denizi görüyorsunuz. Şu ânda oturduğunuz yerde gözünüzü yumun; çevreden sizde ne var? İşte öyle. Fakat benim anlatmak istediğim, bu hâlden fazla ve şuur kaybı olmadığı için gerçekten eksik bir görüş. Evet; bahçeye adımımı atar atmaz, dalgalı bir suya girdim. Suyun geliş gidiş
ritmi içinde, bir-iki adım öne, bir-iki adım geriye, salınıyorum. Burası, bahçe olduğunu bildiğim için havuz diyorum, ama yaşadığım, deniz... Bu sırada yan bahçeden, yanımda konuşan birinin ses tonunda, –tabiî ve çıplak ses–, orada oturan birinin yanına, koğuşa dışarıdan yeni girmiş gibi biri:
— “Ooo! Merhaba. Ne yapıyorsun yahu sen burada!”
— “İyilik yahu, ne olsun! Balık tutacağım. Balığı havuza çekmeye çalışıyorum!”
— “Daha girmedi mi?”
— “Biraz önce başladım; girdi ama, çabuk çıkıyor!”
Ben, müthiş bir şaşkınlıkla, havuzdan koğuşa çıkmıştım; yani o balık benim! İrademin ellerine geçtiğini, iyice oyuncak olmaya başladığımı düşünüyorum. En fenası, korku ki, Gayya kuyusuna gittiniz demektir. Belki onların zihne aşılaması, bilmem, –zaten bütün sıkıntı, bunu kestirememek!–, merak ve endişe karışımı içinde, yeniden havuza giriyorum... İkinci gelen:
— “Girdi!”
— “Mücadele etmeye kararlı...”
Beni dolmuşa getirmek için, ufaktan pohpohluyor. Yaklaşık bir dakika kadar, yükselince göğsüme, çekilince belime gelen o dalgalı havuzda, neyin ne olduğunu anlamak için kalıyorum. Fakat beni istilâ etmeye başlayan ürküntü ve büsbütün teslim alınıyorum hissi ile, şuurlu bir muvazene ve telâşsızlık içinde, kıyıya çıkıyorum. Kıyı? Koğuş kapısından içeri!
— “Bu kaçtı yahu! Yuh ulan sana!”
— “Tüh, Allah kahretsin! O kadar uğraştık, boşa gitti!”
Sonradan, Avukat mahallinde ve ziyaret yerinde, tabiî espiri vezninde, bunu da anlattım. Gabî, o tunduna hâli içinde, hiçbir şey anlamaz, ama işin künhüne vakıf bir nefs emniyeti “tersine harika”lığı ile, tepkimden çekindiği için ses çıkarmıyor, ama o boş boş bakan gözlerinden anlıyorum: İnanmıyor. Bazı arkadaşlar, niteliği hususunda birşeyler bilmeseler de, seziyorlar ama. İmdad yok. Şöyle benim dışımda beni anlatabilecek bir şâhid.
Herhalde 5-6 ay geçmişti ben Hastahâneden geleli. Tâ başından beri ellerinden geldiğince bana yardımcı olan üç isim: Ali Osman’ın hanımı Emel, Ünsal’ın hanımı Nuray, Halis Turan’ın hanımı Esma. Benim öz kızlarım mevkiinde, 10 seneden fazla geçmiş, neredeyse çocukluktan sonraki bütün dönemleriyle İBDA’da büyümüş - yetişmiş gençler. 1998’in sonunda yakalanmamdan önceki 8 sene hiç görmemiş olmama rağmen, o kadar sene sonra aynı samimiyet ve heyecan içinde gördüğüm. Metrisi geçelim, Kartal’dayız. Onlar, bizim hanıma başlıca destek olmaları yanında, bir takım şeyleri ikna etme zorlanmasına ve sıkıntısına girmeksizin kolayca anlatabildiklerim: Anlamaya çalışıyorlar, ikna edilmeye değil. Ben ne anlatıyorsam, o odur. Hoş, Gabî o pişkin bilirkişiliği ile bulandırmasa, umumî olarak arkadaşlar budur da.
İşte onlar vasıtasıyla, İnsan Hakları Derneği’ne, hususen Eren Hanım’a bir takım şeyleri iletmeye çalışıyorum. Kezâ avukatlarımla. Sadece benimle ilgili değil, genelleşecek olan şeyleri de; kobay olarak kullanıldım ya. Emel Zor, profesörler ve gazetecilerin de içinde bulunduğu bir toplantıda, konuşma yapmış. Mevzu F-Tipi cezaevleri ve hücre tipi cezalandırmayla ilgili ihtimâller. Benim anlattıklarımın, onların anlayabilecekleri şekilde, dış yüzünden ifadesi şeyler: İsbatı kabil olmayan işlerin şartlarında bulunmak, elektrik ve su kesilmesi, yemek vermeme, kendisi istemiyormuş gibi avukat ve ziyaretçi görüşüne çıkarmama, ilâçlarla –en azından bunu anlarlar!– kabus ve halüsinasyon, falan filan... Emel Hanım, “hepsi alâkayla dinlediler; F-Tipi’ne karşılar, birşeyler seziyorlar ama, hiçbir şey bilmiyorlar!” diye anlattı. Benim meselenin, sisler içinde ilerleyen bir geminin görünmesi gibi, epeyce anlaşılır olduğu ve ilgili arkadaşların bizzat kitab ve internetten malzeme desteği yaptığı dönem. Gabi hep gabi ve suratının gölgelenmeye başladığı dönem.
İşte o sıralar, İstanbul Barosu Başkanı mı idi bilmem, Yücel Sayman’ın televizyondaki bir
programda konuşmasını dinledim... F-Tipi cezaevlerinin mahzurlarını anlatırken, insanların tecrid edildiği ve sosyal faaliyetlerin bütünüyle kalktığı –ilk proje böyleydi!– şartlarda, göz bozukluğu, stres falan filân ve kendi kendilerine “kelebek”, şu-bu görmeye başlayacaklarını söylüyordu. Çok iyi niyetli, iyi bir hukukçu, ama işin asıl benim yaşadığım esasından habersiz. Zaten “kelebek” benzetmesi de, o işleri “falan filân”a dair görmesinden; hani insan, aslı olmayan şeyleri vehmeder. Neden’i kof.
Bizim elektromanyetik havuz ve daha neler, bir yerlerde hâlâ “kelebek” diye acılandım.

HER İŞDE BİR HİKMET

Yalnızlık edebiyatı yapıyor değilim. Âlemde her varlık, her oluş, her duruşun, kendine mahsus bir mânâsı var, hiçbir şey boşuboşuna değil ve Allah’tan başka hiçbir kuvvet ve kudret yok; herşey O’ndan. Kartal’da, “Lâ havle...”yi, TELEGRAMCILAR’ın eziyet ve alayları altında kaç milyon kere tekrarladığımı onlar biliyor. Üstadım’ın hâliyle, benim hâlim, bütün bir hayat tasviri hâlinde ondan:
— “Bir cümbüştür kopsa da gece yakamozlarda, — Münzevi balıklarız ayrı kavanozlarda!”

*

Jar. (İngilizce): Kavanoz.
Jar. (İngilizce): Sinirlendirmek, sarsmak. Titretmek. Çatlak ses çıkarmak. Aykırı ses çıkarmak.
İrate. (İngilizce): Öfkeli, hiddetli, kızgın.

*

Mahi: Balık. Semek: 56
Mehdi Salih Mirzabeyoğlu: 2055= 1056.
Mübdi: (İBDA kelimesinden.) Gizli sırları açıklayan. Herşeyi hiçten halkeden. (Allah.) Başlayan: 56.
Müjde: Sevinç haberi: 56.
Yevm: Gün. Sene. Yüzyıl. Devir. Devre: 56.
Muciz: Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni. (Mucîz: İcazet veren... Mu’ciz: Mucize.): 56. Mida’: Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. Yolun sıklaştığı yer: 56.
Kihal: Kemâlini bulmuş kimseler: 56.
İdam: Islah etmek: 56.
Nedb: Dua etmek: 56.

*

Mehdi Salih Mirzabeyoğlu: 2055.
Necb: 55.
Vipvala. (Kürtçe): Bomboş. (Yevmiye: Bomboş bir devirdeyiz... ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU’ndaki, zâhîr ile bâtın arasında BERZAH mânâsına gelen boşluğu-deliği, hatırlayınız; aynı zamanda son ve İSTİKBÂL mânâsına gelen.): 56= 1055.

*

Necib Fazıl Kısakürek - Salih Mirzabeyoğlu: 1868= 869.
Mektubat: 869. (İmâm-ı Rabbanî Hazretlerinin, ahir zamanda gelecek olanın bütünüyle doğrulayacağını söylediği meşhur eserinin ismi.): 869.
“Deli midir Şair?”: (Tilki Günlüğü’nün 5 Haziran tarihli başlığı.): 869.


Baran Dergisi 186. Sayı