MATLA’ Beyit: Bezm-i tahkikde can gûş ü gönül gerek / Görünen gûş ü çeşim meclis-i taklîde gerek.  —(NEDİM)… Bir şeyin aslının ve hakikatinin konuşulduğu mecliste can kulağı ve gönül gerek / Görünen kulak ve göz taklid meclisinde gerek… TAKLÎD Meclisi lâfzına, muaşeretten protokole, meramı ayrı göz ve kulaktan, seyir alâkasına kadar tonlar içinde mânâ biçebilirsiniz… Muaşeret ve protokol için izâh gerekmez… Merama gelince, bir şiirimden: “Aslı saklıyor delil, — Sesin sözden bir başka, — Bahanede sarhoş dil, — Hizmet ederken aşka!”… Seyire gelince; beden ilgisi içinde göz ve kulak, aslına nisbetle “taklid-misâl-gölge” olan şu görünür âlemde ilişkiler (Meclis)… Beytin bütününde zarif nükte, işaretlediklerimizden hangisinin kokusunu almış belli; bizim imkân olarak kullanmamız için de pek elverişli - ne bakımdan?
*
MECLİS-İ Taklid: (Berzah âlemi, görünen âlem için zarurî bir asıl; onda toplu asıllarıyla, bir gölge, o asıllara teşbih ve mecaz, misâller… ZAN ve izafîyet… O değil O’ndan mânâsıyla da, topyekûn varlık “Allah’tan başka” olarak, O’nsuz var olamaz, arızî bir hakikatte… ZANN, tecrid için teşhis ve teşhis için tecrid bahsini hatırlıyorsanız, hep suret olarak, kendi kendine sınır; bilinen Halk, bilinecek olan Hak olarak, kalbte, mertebelerinde!): 544+133= 677: TELEGRAM - (Şu görünür Gölge âlem, bu âlemde beşer ilişkileri, bu ilişkiler içinde malûm sohbet meclisi çeşitleri, bunlar içinde de bir “arsız” - TELEGRAM… İşin aslının can kulağı ve gönülde, yâni kalbte olduğu vurgusuyla matla beytin ebced toplamı: 3335= 338: KAPTAN Kusto… MUHASIR-Muhasara eden, kuşatan: 339= 1338: KELİME-İ Şehadet… Her şeyi kuşatan, her şeyin Allah ve Resûlü’ne şâhid ettiğini belirten kelime kuşatan, bu kuşatan içinde bir izâfi kuşatan KAPTAN Kusto, onu kuşatmaya kalkan da TELEGRAM; şuurun görünür âleme bakan idrak yüzüne musallat olarak, erkek taklidi yapan bir kadın)… MÜTERECCİLE-Erkek taklidi yapan bir kadın: 678= 1677: TAHRİS-Kendini hıfzetmek. (TELEGRAM’ın, tatbik edileceği kişilere göre bir program belirtmesi tabiîdir. Bende, kendimi asarken bile, inatları o noktaya geldi ki, KELİME-İ Şehadetle ölmeme mani olmak için kendimi kaybedene kadar menfi tesir ve sözleri devam etti. “Bu bir din mi, ilim mi çatışmasıdır!” iddiasını bilmem nedendir küfrünü isbat için senin dünyayı terkinde bile bırakmayanlar, “kendini hıfzetme”nin KELİME-İ Şehadet’te toplu hakikatte bulunduğunu gördüler. Tatbik ettikleri kişiye nisbetle istihbarat niyetleri, bilinen sıradanlardan da olabilir; bana gelince, KALB ve Beyin, nefsin dışı olmasına nisbetle alıcı RUHÎ ve AKLÎLİK’in HÜKÜM merkezi BİNTASYA üzerinde HÜKME tesir etmek isteyen TELEGRAM’ın bu mahiyeti, program ne olursa olsun, nerdeyse Allah’a baskın bir tesir iddiaları, İMÂN açısından izâhı gerek bir mesele oldu. HÜKM’ün köklerinin, bir yönüyle aklî, diğer yönüyle hiçbir objeleştirmeye gelmeyen, aklı aşan ve akla “yokluk” şeklinde hitab eden “ruh” cihetinde olduğunu anlamak yeter. TELEGRAM, hükümde asıl olduğunu göstermesi gereken kalbî bilgi ve irade karşısında ona müessir bir iddia ile dururken, sanki “erkek taklidi yapan bir kadın”dır; şoklarla bu hususta bir boşluk ararken, bir illizyon hilesi gibi yutturmaya bakan!)… Sen bir ZANN’sın; sende bunu kendine bağlayan?
 
HESABA ÇEKİLMEDEN
(KENDİNİ HESABA ÇEK)
 
Günlük hayatımız çerçevesinde görme, işitme, dokunma, koklama ve tad duyularımız ve sosyal ilişkiler çerçevesinde idrak ettiğim dünya ile, atomaltı parçacıklar dünyasına âit kuvantum seviyesinde ve genel bir isimlendirmeyle “elektro-manyetik” diye belirtilen aslı bir dünyanın içinde, bedenimiz bu dünyanın kompoze olmuş bir idrak cihazı hâlinde yaşıyoruz; bu, atom parçacıkları arasında bilinen madde tarifine girmeyen neredeyse “yok” mesafesinde lâtif yeni parçacıklarında bulunduğu bir “bütün” dünyanın içinde bedenimiz, merkez beyin olmak üzere, bir etkileşimde alıcı verici olurken, DEĞERLENDİRME’nin iradî yönü, ister istemez “şuurlu bilgimiz” kadar - hâliyle, maruz kaldığımızı da bu çerçevede değerlendiriyoruz… Elektro-manyetiğin ne olduğu “aslının aslı” hâlinde sürekli keşif ve izâh iptalleriyle bu alanda çalışan ilim adamları tarafından araştırıladursun, pratik amaçlı kullanımlar olarak telsizden ceb telefonuna, radyodan televizyona, radardan röntgen cihazına, siz hiçbir temas aracı kullanmaksızın son derece gürültülü bir müzik dinlerken yanınızdaki hiçbir şey duymamasıya kadar ne buluşlar; yaygınlığı kullanım olarak az veya çok kişiye göre, bilgi de bir radyo, televizyon ve ceb telefonu kullanırken, bunların ilgisi kadar ilgilendiği bir bilgi hâlinde, sıradan bir kullanıcının o hususta hiç bir bilgi sahibi olmamasına kadar sayısız derecelerde… TELEGRAM’a gelince: KARTAL Cezaevi’ndeki “uzaktan zihin kontrolü” yapanın bana bizzat aynı yoldan alay olsun diye söylediği bu “uzaktan haber iletilmesi” anlamındaki kelime, tarafımdan hâdiseyi ifşâ eden bir imkâna döndürülmüş, kelime aslî anlamına nazaran kazandığı muhtevayla, yüzde yüz TÜRKÇE bir muhtevaya bürünmüştür… “Zihin kontrolü” deyince, eğitimden felsefeye, mantıktan reklâma, müzikten âleni tebliğe, beden asıllı hastalıklardan psikolojiye kadar hastahâne cihazları, NLP (Beyin dili programlama)ya kadar sayısız dal ve iş, mevzuun içine girer; bu karışıklıkta da, “uzaktan beyin kontrolu ve yönlendirme”, bu gizli istihbarat cihazı, izâh için kullanan adına bahsettiğim “zihin kontrolu”ndan getirilen MİSÂLLER’le karışmaktadır; TELEGRAM tâbiri, yalnız kontrol ve yönlendirme kasıtlı bu işe mahsus… TELEVİZYON vericisi ve alıcısı arasında, iki cihazın malûm neticeyi temin edici bir kompozisyonu var; gözle görülmez ve elle tutulmaz, bu neticeyi sağlayan “dalgalar”-frekans, şu, bu… TELEGRAM’da, alıcı verici zihin dalgalarına –insan beyninde toplu bedeni ve aklî verilere– uyumlu olarak, alıcı verici olabilen icâd karşısındaki cihaz; ister ceb telefonuyla karşılıklı konuşma de, isterse sen ağzını açmasan da onun senin zihninden geçeni sanki öyle alıyor ve buna göre konuşma ve dalga telkiniyle muradı niteliğinde kurgu ve cevab veriyor de. Dikkat ettiyseniz, benzetme ve vakıa bir arada bir izâh oldu. Anlaşıldı ise anlaşıldı: Ceb telefonu ile karşılıklı basbayağı konuşma gibi konuşma yanında, ben sesli konuşmasam da karşılıklı konuşma, onlarla ilgili olmayan herhangi birşey düşündüğümde de aynen alma ve konuşarak müdahale veya elektromanyetik dalga ile hani hareket diliyle konuşursunuz, bu şekilde hislerini ifâde edici mesaj yollama… TELEGRAM’ın menzilini bilmiyorum; bu husus da, meseleyi anlatmak isteyeni “şapşal” durumuna düşürmek ve ucuz psikolojik yorumlarla onu büsbütün zora düşürmek üzere kurgulara mevzu. “Dışarıdan bakan bir gözle herşey sıradan ve olağan iken, neden bahsediyor bu böyle?”; sözkonusu davranış, alelâde de olabilir, neye âit olduğunu bilip bilmeden rol verilene de. Neticede TELEGRAM’a maruz kalan, kendi ve cihaz telkini ve yönlendirmesiyle, karşısındaki milletvekili bile olsa, bir şübhe içinde bırakılır. Söz ve bu hissi uyandırıcı dalga, bazen karşınızdaki kişi dururken veya ayrıldıktan sonra, doğrudan doğruya kendilerinden bir eleman olarak da gösterebilir… Bütün vücuda, ağrı ve kramptan darbeye kadar, mimiklerden beden hareketleri kadar, kâh doğrudan kâh “şunu yap veya yapma!” yollu tedib edici söz veya zarar vericiliğe kadar hükmedebilen bu cihazın, rüyâ ve benzeri görüntülerden bildiğin veya bildirmek istedikleri şahsın görüntüsü göndermeye kadar çeşitli marifetlerini, bir insana KANMA hissi-doyma hissi verecek kadar yazdım; can sıkma yaratan anlatımlara gerek yok. 13 senede her günü yazmaya kalksaydım, hani güç yetme meselesi, ortaya 50 cilt çıkardı ki lüzum yok… ÖZETLE: Bedeni, beyinle ifâde edilen bu istidatta bir cihaz farzedin, buna uyumlu malûm gayeli bir cihazdır TELEGRAM. İsim, hâdiseyi bütün olarak anlatıcı bir mahiyettedir… İSBAT, isbattan ne anlayana göredir: Takdir edersiniz ki, bilgi almasından psikolojik savaşına, bir adamı itibarsızlaştırma gayesine kadar istihbarat bir devlet işi olduğuna göre, bir bakıma hâdiseyi yapanı hadiseyi yapana şikâyet gibi bir komiklik var TELEGRAM’da - kanunda yeri var mı yok mu onu söyle… Ben elektro-manyetik dalgayı elimle yakalayamayacağıma ve kimsenin de onu görmesi kabil olmadığına göre? Neticede, beden ve zihin tezahürlerinden, biri fiziki, diğeri anlatıcının anlattığının kıymeti, tesbit edilir mi edilemez mi? Bunun “evet”inin olmadığı yerde abuk subuk oyalayıcı ve TELEGRAM’a tâbi olanı aslında büsbütün zora atıcı göstermelik tıbbî ilgilere lüzûm yok. TELEGRAM altında bir fizikî rahatsızlığın bile, ondan mı yoksa tâbiî bir şekilde bünyeden mi olduğu, bizzat bunu yaşayan için bile birbirine karışan bir mevzu; sağlam insanın tıbbî tedaviye tâbi olması, hele “kafayı bozmuş” niyetine tedavi bir yana böyle zannettirilmesi? İster iyi, ister kötü niyetle olsun… Ben, 2000 yılının başından beri kesintisiz TELEGRAM altındayım: “Zihin Kontrolü”nün genel anlamına nisbetle hususilerinden olmak üzere, “ilaçla, şu, bu” çeşitlerinden psikolojik nitelikte olanlara kadar hepsinin içinde, TELEGRAM davasını genel niteliğiyle vurgulayan bir eser yazdım. Ondan sonra, onunla ilgili olsa da, ondan müstakil eserler. Giderek, onun üzerimdeki fizikî ve ruhî tesirlerinin nefs muhasebesi mevkiinde, yine kendi öz mevzuu ile çerçeveli eserler; TELEGRAM altında, onunla birlikte, ama yaşayan bir adam… Karın açlığını TELEGRAM’a benzetirseniz, onun ne kadar tesirinde olsa da, neticede çevresindeki mevzuların kendisindeki çözümlerini bir hayat refleksi hâlinde gösteren adam. Yat kalk, TELEGRAM’ın senin etrafındaki HADİSEVÎ kurgularını ve tekrar tekrar fizikî tesirlerini anlatmaya çalışarak “kafayı üşütmek” yerine, nefes alma tabiîliğimle bu… En son, şu ân 3. cildini yazmakta olduğum, ÖLÜM ODASI isimli eser; tam da TELEGRAM altında, TELEGRAM’la yaşamanın eseri. TELEGRAM, hikemiyattan felsefeye, tarihten edebiyata, dilden ilgisi içinde DEVLET’e kadar GAÎ yorumla verilen bir yığın mevzu arasında, bunları yazarken ilgisi dolayısıyla ve kadarıyla, hem de alabildiğine samimiyetimle bir çelişki içinde imişim gibi görünse de işlenmiş ve işlenmektedir!
*
ÜSTADIM’ın bana ithaf ettiği NOKTALAMALAR’dan; HADÎS başlığında: “Şu Hadîs’te toplanmış tüm hikmet ve tüm gerçek: Hesaba çekilmeden kendini hesaba çek!”… BİN-KEN: Kökünden koparan: 672: TECRİS-Sağlam fikirli etmek… Aynı ebcedle TELEGRAM: “Dünya işleri Bâtına zıddır, onun tarafından tasarrufa tâbi edilerek faydalı, doğru, iyi ve güzel kılınması gerekir!” memuriyetimce, bana mahsus bir zıddından imkân olarak marifetime mevzu bir imtihan şeklinde ortaya çıkmıştır. “Kökünden koparmak”, imânda sağlam fikirli olmak yerine tersiyle de tecelli edebilirdi. Biraz sonra didişmeye başlayacağımız kesin, ama ben belkiden fazla olarak NYMPHA Ser’de İslâm’a meyil bir imkân da olduğumu biliyorum; tıpkı yenilgisinde gerçek zaferi bulanlar gibi. Gururumun hiç kimseye dalkavukluk etmeye müsait olmadığını bilenler bilir, onlar da biliyor, tabiî olarak onlara hiçbir borç hissi duyamayacağıma göre, bunu böylece söylüyorum. İmâm-ı Azâm Hazretleri, “Söz kalbten gelince kalbe hitab eder; siz hiçbir şey söylemeseniz, karşılık vermeseniz bile, karşılığını vermeniz gereken olarak tesirini icra eder!” der. Benim tesbitim, bu mânâda onları yaraladığım şeklinde; gerisi “Allah hidayet nasib etsin!” cümlesinden ibaret bir istidat kabulünden ibarettir. Sözlerimi bir meydan okuma da kabul edebilirler… NYMPHA-Ser için söylediklerime “tekrar” diyenlere, bu hususu vesile ile İMÂM-I Âzam Hazretleri’ne âit hikmeti pek güzel bir şekilde verdiğimi; bugüne kadar olan tekrarlarda, hep yeni şeyler söylenmesine dikkat ederek, “tekrar sanılmamasına” bir uyarı da yapmış oluyorum!
 
MAHKEME
(ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR)
 
LEVHA: (…) 1982… Hıncahınç dolu, anfi şeklinde bir salon ve ortadaki yuvarlak alanda bir KÜRSÜ… Ben, silâhtan ve silâhlı mücadeleden bahsederek, öfkeli ve heyecanlı bir şekilde el-kol hareketleriyle konuşuyorum… Mahkeme salonuymuş hissini veren yerde KONFERANS… Bu sırada, kel kafalı, seyrek bıyıklı, ablak suratlı ve topluca bir sivil polis bana müdahale etmeye kalkışınca, söverek öfkeyle kürsüden ayrılıyorum… Bu sırada altı-yedi kişi sivil polisin üzerine çullanıyor ve onu öldürüyor… Öldürenler arasında, ZEYN-ÂB’ın arkadaşı karşı komşu MERİÇ Ünyay da var… Dekolte kıyafetli, şu şişman ve neşeli hanımın burada ne işi var? Her neyse… Salonda herkes ayağa kalkmış… Bende birden, “azarlama, paylama, darılma, terletme” mânâları tecessüm etmiş de beni sorguya çekecekmiş gibi bir kaygı: “Acaba Üstadım bu duruma ne diyor?”… Anfi şeklindeki salonun en üst basamağında-arkada bulunan Üstadım, 20 yaş kadar gerilemiş, 60 yaşlarında, dinç, memnun ve mesut, manzarayı zevkle seyrediyor… Onun, sebeb olduğum bu hâdise karşısındaki tavrından, hudutsuz saadet içindeyim!..
*
MAHKEME: 113: CANDANE-Beyin… MESDUD-Seddedilmiş. Hudutlanmış. Aklî, rasyonal operasyon mahalli ve mevzu. (Akl’ın “ölüm” ve “ip, habl” mânâsı, ruha teslimiyet olarak “kalbin yolu islâmda” SELİM AKIL tâbiriyle onun ölçülerine tâbi ve dereceleri gösterici, velâyet hâlini ifâdeye kadar mevzu ifade eder.): 114= 1113: MUHAKEME-Dava için iki tarafın mahkemede karşılaşması. Düşünmek. Zihinde inceleme yapmak. HÜKÜM… SİLAH-Savunma ve saldırı aracı ve buna dair bilgi, tecrübe vesaire herşey. “Cahilliğe karşı en büyük silâh eğitimdir!” gibi beylik mecaz şeklinde de kullanılabilir: 99: İDİYYE-Bayramlık. (Levha: 3 Mayıs 1991… Elimde MEKTUBAT isimli ve alt başlığı BAYRAMLIK olan kalın bir kitab var… Benim eserim imiş ve onun ikinci baskısı imiş… Not: İlk baskısı 1981’de ÖNSÖZ ismiyle yayınlanan ve 2004’te genişletilmiş ve yeni bir terkible alt başlığı “ÖNSÖZ-BAYRAMLIK” olan MÜNŞEAT isimli eserim hatırlanmalı!)… SAHİL-Kıyı. At kişnemesi. Fikir. Hayâl. Nefs. Hudutlu ve sınırı sürekli değişken arızî hakikat: 99: DİMNE-Tilki. Vavî… SUVAB-Bit sirkesi, bit yumurtası: 99: NÜCUM-Tulu’ etmek, doğmak. Görünmek, zuhur etmek. (NOKTA)… NEMAT-Usûl, tarz. Yol, tarîk. Örtü, ihram. Döşek yüzü. Topluluk. “Berzah”: 99: CÜLUS-Oturma. Padişah’ın tahta oturması. “Kürsî - Abdülhakîm Koltuğu hatırlanmalı”… KONFERANS: 497: TEVAFÎ-Tamam olmak, tamamlanmak… TAHA Üçışık. (Taha, “döşenmiş ve yayılmış yer” ve “bir nebat cinsi” mânâsına gelir.): 497: MEHDÎ Salih Mirzabeyoğlu. (Aynı ebcedle Mütemeyyiz: Seçilen, seçkin, pîr… SELASE(ÜÇ) IŞIK: 1506= 507: SEYYİD Fehim Arvasî… VESAYET-Vasilik. Vasiyet. Tenbih, emir. Tavsiye: 507: MUSA Mirzabeyoğlu… “Musa Mirzabeyoğlu: 418: Necib Fazıl Kısakürek”… TASVİG-Kalıp şekline koymak. Kuyumculuk yapmak: 509: Mehdî Salih Mirzabeyoğlu.)… POLİS. (Yunanca’da ŞEHİR mânâsına gelir. Şehrin ZAHİR anlamını AKIL ve AKL hususunda söylediklerimizle karşılaştırırsanız, işin içine bâtınî zabıtanın doğumu çıkar.): 108: HASİL-Sığır yavrusu. (Rüyâ’da, Said-i Nursî Hazretleri’nin bir yazısını okuyorum: 12 sığır yavrusundan biri, mucize beyanıdır!)… MERİÇ ÜNYAY: 341: MUSAVVİRE-Tasvir edilmiş. Suretlenmiş… URYANÎ: Dekolte. Çıplaklık. Erik. (Tecrid, soyuna soyuna derinleşme… Erik, kabuğu-zarı içinde bir meyve… Mive-Meyve. Kıl: 61: Büyük Doğu… Şiar-İlke. İz, belirti, nişân, prensib. Ayırdedici âdet. Üstünlük veren işaret. Kıllar. Ölüm. Şiir idrakı: 571: Şâir… Üstadım’dan: “Hayat bir zar içinde, hayatı örten bir zar, — Bana da hayat yeri, Bağlum Köyü’nde mezar!”… YOK’un da bir VAR oluşu gözönünde tutulursa, YOK’un yoku HİÇLİK’te, arayacak varlık yok ki, aramadan bahsedilebilsin; VARLIK bir zar içinde ve o zar içinde kendi hududunda varlıklar, kendi zarlarında; ezelden ebede İNSAN… MİSÂL: 571: ŞAAR-Ağaç. Şecer… ERK: Kuvvet, kudret, güç, iktidar, nüfuz, taht… Erk-Uykusuzluk: 301: Fikr. Suret)… ERKAM-Alaca yılan. (ERKAM: Sayılar, rakamlar… Alt başlığı, “Hayat-Sayı-Matematik” olan, bu isimdeki eserimi hatırlayınız… Sayılar, Allah’ın varlıktaki sırlarından biridir; varlığın olmadığı yerde, matematik kendine sınır, yoktur… Bu demektir ki fizik ve matematik, hiçbir zaman yukarıda anlattığımız sınırı delemeyecektir. İnsan düşüncesi de, kendi vasfıyla bir sınırda. Hayâl mayâl ürünü ne varsa, hepsi sadece MUTLAK olana nisbetle bir kıymet. MUTLAK yerine şu veya bu sebeble kabul edilmişlerin foyası, hayâl, fikir ve ilim faaliyeti içinde mutlaka ortaya çıkar: TARİHİ’ne bak!): 341: ZILLİYET-Zâhirî sahiblik. Himaye edici olma. Gölgelik… MUSTABİR-Sabreden: 341: FERZEND-Çocuk. Veled… “Üstadım, dinç, memnun ve mesud, beni zevkle seyrediyor; hudutsuz saadet içindeyim!”… YEVMİYE: “Allah çektirmediği çilenin nimetini vermez, sevinmelisin!”… Hamdolsun; her şart altında!
*
SÜRYANİCE, “veya” kaydıyla ARAPÇA ile birlikte Cennet lisânı olarak bildirilmiştir; ve bütün lisânların bundan türediği… Süryanice’de, bir kelimenin her bir harfinin ayrı mânâlara geldiği ve konuşulurken hangi mânânın kastedildiği ve sözkonusu mânâlara diğer harflerin iltihak ettiğinin anlaşıldığı; elbet bugün konuşulan Süryanice’den değil, kökünden bahsediyorum… Birkaç kere yazdım: Üstadım’a rüyâda NECİB’in Süryanice’deki gibi ifâdesi olacak harfinin ne olduğunu sorunca, “Cim, Mim’dir!” diyor… MUHYİDDİN-İ Arabî Hazretleri’ne göre, MİM harfi, Allah’ın EL-CÂMİ ismine ve kalb mertebesinde İNSANLAR’a işaret ediyor. (Topyekün varlığın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı Allah Resûlü’nün mânâsı, bu çerçevede MUHAMÎ-Koruyuculuğu, isminin baş harfinin bizzat ismini gösterici olması yanında sonundaki DAL harfinin de yine ismini gösterici ve İRŞAD adına ne varsa bu asıldan ve hisseye girdiği hatırlanmalı!)… DA’VA Cetveli’nde MİM harfi, Allah’ın EL-MALİK (Mülkün Sahibi) ismine işaret ediyor ve sayı değeri 90… ÜÇ LÂM: (ÜçIşık): 90… Bulutların üstündeki mânâsıyla MÜLK ve ADALET’in, toprak seviyeli meseleler sadedinde bir kendisine nisbetle tatbiki mânâsındaki MÜLK (Devlet) anlamını bir yana bırakarak, onu da içine alıcı ve ADLÎ’nin düsturu olmuş hakikate gelelim: “Adalet, Mülkün temelidir!”… Mülkün temeli ehemmiyeti, bize önce mütahidlerin oynadığı rolü hatırlatıyor; Mülkün temelinin sağlamlığı üzerinde olmalı ADLİYE faaliyeti –ki, HAKİKATLE hak arasında tecelli etsin Adalet– İnsan’da ve İnsan için!
 
MAHÎ
(VARLIK - İNSAN)
 
SÜRYANİCE’de ŞEHİR, “su” demek… İlmin, ilim olarak kendi suret, sureti süt olarak tâbir edilir; Kâinat’taki bütün unsurların hakikati de, sureti su olarak tâbir edilir… Suda ilim, suda hayat, suda zaman… Alelâde bakışa görünenden, “yokluğu var kılana”, bu mânâda ve “varlık keyfiyeti”ne şekil veren ­–suret kabul eden– HEBA’dan olan su, demek ki lâtifliğinde HEBA’ya kadar uzanan bir hakikati ifâde etmekte… ŞEHR: Zâhir olma. Ay, mah. Allah Sevgilisi’nin “âlemlerce tanınan” meşhur anlamında ve “aslı İslâm Kâinat”ta iyi ve kötünün TEVHİD’te kötülüğün silinmesi mânâsında “onu mahveden” olan ismi… MAHE-Burgu, delen. (Karanlıklar içinden çıkan NUR, varlığı aydınlatan şuurdur. Nurdan nura yükselerek, Nurların Nuru’na kavuşur!): 50: HAMSÎN-Elli sayısı demek. (50: Beş ve nokta, sıfır ve nokta… Emr âlemi olan BERZAH âlemi’nin, Halk âlemine ve Allah’ın Zât âlemi’ne bakan iki yönünü, ARŞ ve KÜRSÎ’yi, Abdülhakîm Koltuğu davasını hatırlayınız. Beş ve nokta, sıfır ve nokta, sıfır ve sıfır veya nokta ve nokta. Bütün hakikat tecellilerini kabul edici nefsin, Allah karşısında KUL kalma sınırı da; hâni “mekânsızlık âlemi” derken, bunun da bir suret olması var ya!)… KÜLL-Hep, tüm, bütün. Cüzlerden meydana gelen: 50: MADDE-Zâhir duygularla hissedilen, cismanî olan. Asıl, esas, cevher, mâye. “Kanun maddesi” der gibi, bend, fıkra, kıssa. His azamız üzerinde muayyen ihtisâsat meydana getirebilen her şey. Aslı BERZAH’ta olan, misâl vezninde gölge varlık: 50: MİHAD-Yer. Arz. Beşik. Döşeme. Döşek… HALÎB-Taze süt: 50: EDHEM-Karayağız at. (Büyük mütefekkir. Bu lâfız, Kur’ân’ı Allah’tan ÖĞRENEN Allah Resûlü ve ilgisi içinde HADÎSLER hakkında kullanılamaz… HADÎS fikirdir de, her fikir doğru olduğunca “ondan” bir mânâya gelir!)… YEMM-Deniz, bahr, derya, umman. Güvercin kuşu. Hammame. “İlim, haberci, tecrid, sıcaklık”: 50: MEY-Şarab. Ruh… MEVVAC-Çok dalgalı. Radyo dalgaları. İzi var kendi sır müessir: 50: TAHLEE-Bulut. (Taha: Bulut… TA-HA: Kur’ân’da Sevenle Sevilen arasında şifre olan bazı Sûre başlarındaki kesik kesik harflerden, TAHA Sûresi’nin başında bulunan harfler… Allah Resûlü’nün bir ismi… MAH: Ay, kamer. Şehr. Senenin 12’de biri.)… 12’de birde, 12’nin hepsi; RESÛLÜ ve ALLAH… Bu hakikat, Peygamberler, Sahabîler ve seçkinlerle “Ebu-l vakt: Vaktin babası” tâbir edilen bâtın kahramanlarından bütün müminlere kadar, hisse ve nasib olarak derecelerde: Üstadım’ın GENÇLİĞE Hitabe’sinde söylediği üzere, — “Zaman bendedir ve mekân bana emanet şuurunda bir gençlik!”
*
NUN-Ebced değeri 50 olan harf. Nur. Varlık. Balık. Kalem. Kılıç: 106: MENİE-Ölüm. Mevt… BALIK: 143= 1142: MASAHA-Kamer, ay. Sıhhat mevziî… MEN ENE?-Ben kimim?: 142: MEHDÎ. (Büyük ebced)… BALIK: İNSAN… Üstadım’ın 1946’da çıkardığı BÜYÜK Doğu’lardan 48. sayısı elimin altında; onda, TARİHÇİ Reşad Ekrem Koçu’nun, İNCELEME sütununda bir yazısı var. Benim gözüm, Üstadım’ın bana ithaf ettiği NOKTALAMA’lardan KAVANOZ isimlisini hatırlatan bir motifte: Küre şeklinde içi su dolu ve en üst kısmı siyah bir kesitle belli KAVANOZ-AKVARYUM ve içinde birkaç nebat çizgisiyle bir BALIK… İNCELEME: 87: HABİBULLAH… İNCELEMEK: 187: İSLÂMA Muhatab anlayış… TETKİK-Tedkik, inceleme: 1011: MÜMTESİL-Aldığı emre uyan… DECAC-Horoz. (Halîd bin Velid Hazretleri’nin künyesinin Ebu Süleyman, yâni horoz olduğunu hatırlayınız!): 11: YAKIZ-Yakaza. Uyanıklık, dikkatte olma. Gözü açık rüyâyı andırır ve şuurlu his olarak uyanıklıktan daha uyanık bir hâl olarak, bâtın keşfine mevzu cisim ve mânâ suretleri görünür. Kıymeti adamına göre… EZEC-Süleyman Aleyhisselâm’ın yaptırdığı bir bina. (Bin: Oğul. Eser… Bin: Zâhir, görünen. Ruşen, parlak. Gözün ulaşabildiği saha… BİNA: Nazar eden. Göz. İdrak… BİNA: Yapma, kurma. Yapı. Beyt.): 11: EZECC-Uzun ve ince kaşlı. (Esseyyid Abdülhakîm Arvasî)… TETKİK-İnceleme: 1011= 12: BUD-Varlık… MUALLİM Naci’den: “Seni tedkike daldığım demler — Nazarımdan geçerdi âlemler!”… ABÎ-Suda yaşayan veya suda meydana gelen. Çok mavi. (Ezrak-Gök mavi. Saf ve temiz su: 308: Zerrak-İki yüzlü.): 13: HARİKULÂDE-Fevkalâde, olağan üstü. Görülmedik derecede… VAV-Bir harf. Ebced değeri 6. Üst, alt, sağ, sol, ön, arka; altı cihet, küre: 13: VECD… ÜSTADIM’dan: “Bir cümbüştür kopsa da gece yakamozlarda — Münzevî balıklarız ayrı kavanozlarda!”… Gece: Karanlık. Sır. Meçhul… Yakamoz: Denizin dalgasında mehtabın ışığının çakan kıvılcımlar gibi parlaması… YAKAMOZ: 857: DANU’-Evlâdı çok olmak. (EBU-L Süleyman-Horoz künyeli Hâlid bin Velid Hazretleri’nin, çeşitli sebeblerle çok nikâhlı ve pek çok evlâdı olduğu… ŞIN-Bir. Harf. Mavi. Çok evlilik. Ebcedi: 300: FİKR)… MAZBUT-Zaptolunmuş, ele geçirilmiş. Sağlam. Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Muhafazalı. Belli, belirtilmiş: 857: SEYYİD Salih Muhammed. (Seyyid Taha Hazretleri’nden Seyyid Fehim Hazretleri’ne geçerken, Seyyid Fehim Hazretleri’nin üzerinde Seyyid Salih Muhammed Hazretleri’nden de bir yan lâhika hâlinde pay var!)… HAVUZ-(Kavanoz, Akvaryum): 858= 1857: HAVERAN-Doğu ile Batı. (İslâm Tasavvufu ile Batı Tefekkürü arasında kanatlarını açan ve ikinciyi birinciye irca eden İBDA.)… Aynı ebcedle, NADH-Su içip kanmak. Su serpmek, sulamak. Musallat olanı defetmek. Suyun feveran etmesi, fışkırması. “Fıskiye”… MAHİ(Y): Balık… MA: SU… HE(Y): 15: DAVUD. (Kâmil hilafet) HİYAB: Yokluk… Hİ(Y): 15: B.D-İBDA… AB: Su. “Nur”… MAHÎ: 56: PENÇ-Beş. Sıfır… BEDEN. (Vücud): 56: MÜBDİ’-Her şeyi hiçten yaratan Allah. Gizli sırları açıklayan.
 
HAYAT-NÂME
(ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU)
 
HAYATNÂME - Şah-ı Nakşîbend lâkablı Muhammed Bahaeddin Hazretleri’nin vaaz ve nasihatine müteallik bir manzumesinin adıdır. (Şah-ı Nakşîbend Hazretleri, “Pîr-i Nakşîbend” terkibinin ebced hesabiyle gösterdiği Hicrî 718 - Milâdî 1318 senesinde Buhara yakınında Kasr-ı Ârifan Köyü’nde doğmuş): 515: NAKŞÎBEND… ŞEHİR: 515: ERDİŞ… MÜSTEVÎ-Müzekker ve müennesi, erkek ve dişisi bir olan kelime. Sıfat. Her tarafı doğru, bir. Tesviye görmüş. ER-DİŞİ, bu mahiyette bir mânâ: 516= 1515: MÜSTEVA-Müzekker ile müennesi şâmil, içine alan. (İNSAN, Allah ile âlem arasında, tesir edici bir eserdir. Erkek veya kadın olarak İNSAN-NEFS, ister müessir ister tesir alıcılık ifâde eder amel ve faaliyetlerinde, kazanıcı ve pasif alıcı hâliyle bir KABUL edicidir - DİŞİ’dir. İNSAN’ın, yaratılmış ve beşer sureti ötesi, Allah’ın bilinmez Zât sıfatlarından - kendi SURETİ üzredir; “İnsan kendini bildikçe HALK, bilinmesi gereken olarak HAKK” olan, yâni NEFS’in RUHÎLİKLE kabul ettiği, edebileceği, etmesi gerekendir. Cinsiyet anlamında KADIN ve ERKEK, bu İNSAN aslından sonra buna nisbetle bir mevzuudur.)… TAKVA-Kalb. Gönül. Tilki eniği. Genç kadın. Temizlik. Zarurî olandan fazlasını yüklenen. Işıklı, nurlu. (Atik: Ebubekir’in bir namı. Kadîm, ihtiyar. Pîr. Genç kadın. Yavru kuş - can): 516= 1515: MÜTEABBİD-Kulluk eden. İbadet eden… KIYADET-Kumandanlık. Kumanda. (Necib Fazıl Kısakürek: 1417= 418: Musa Mirzabeyoğlu… Hayat: 419= 1418: Teheddi-Doğru yola girme. Hidayet… Nâme: 96: Tahaf-Yüksek bulut): 419+96: HAYATNÂME… MUHAMMED. (En büyük ebcedle): 551: MİR-İ MİRAN-Beylerbeyi. Vâli. (Allah’ın 99 güzel isminden biri, El-Vâli: İşleri yürütücü… Da’va Cetvelinde Vali, VAV harfiyle gösterilir; Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, bu harfin Allah’ın isimleri mevzuunda, –El Hak isminin HAK üzere kaim olması gibi–, Er Rafi, yâni “dereceleri yükseltici” ismini ve kalbte “yüksek dereceleri” gösterdiğini söyler… Vâli, İnsan’da irâdî seçici ve tasarruf edici olarak görülür; bu vasfıyla da, CAN mertebesinin İNSAN’da mahlûku toplayıcı temsilciliğine kadar hudutsuz açıktır.)… MÜSTEVLİYE-İstilâ eden, ele geçiren, zabteden. Galib olan. Yayılan, her tarafı kaplayan: 551: İSTANBUL. (Konstantinopolis: Konstantin’in şehri… Konstantinopol… Fatih’in fethinden sonra, eski harflerde “nun” önüne “be” gelince “mim” okunmasından mütevellid İstâmbul, derken fethin getirisi bir ağızla bazen İslâmbol… İstan, “mekân” demek; bul veya bol da, içinde “büyük” mânâsına “pol” de bulunan, polis’in Türkçesi “şehir”… İstanbul; şehir mekânı, yahud mekânın merkezi-şehrî… Doğu ve Batı dünyası arasında, her iki tarafa da, idarî ve temsilci olarak bakan; hem mekân, hem hâl, hem de tarihte hükümran olan, hâlihazırda bunu bekleyen… ABDÜLHAKÎM Koltuğu’nun, –rüyâda–, yan mermerlerin birinin üzerinde Eskişehir, diğerinde Bursa yazdığını hatırlayınız… Eski’nin, “evveli bilinmeyen”e kadar uzanan “kadim” mânâsını ve “şehir”in “Allah Resûlü”ne işaret eden bâtınî bir derinlikte “Zâhir O - Varlık O” mânâsını birlikte düşünürseniz, tamamdır… Bursa, tersinden Yesrib ki, bu isim Medine’nin eski ismidir, Medine, şehir ve devlet - saadet ve saadete vesile demek… Eskişehir ve Bursa, iki şehir… İki ŞEHR: 506+506= 1012. (ŞEHR: Yerleşim yeri. Zâhir olma. Senenin 12’de biri. “Bütün âlemlerce bilinen ve tanınan” Allah Resûlü’nün “şân ve şeref sahibi” mânâsında bir ismi… “Sene’nin 12’de biri”nin, “Cem makamının aslî sahibi O” kasdıyla, “12’nin hepsi O” demiştik; bu husus da göründü.)… ŞEHRÎ-Şehirli. Şehre mensub: 515: ERDİŞ. “İnsan”… NAKŞÎ: 515: TASHİH-Doğrultan, düzelten. Hastanın ağrı ve acısını dindirme. (Hamse-i Al-i Aba: 811: Şah-ı Nakşibend)… Aynı ebcedle MÜBTEDİ’: Yeni birşey bulan, icâd eden. Müceddîdî… MUKID-Ateş yakmak: 151: NAKB-Delmek. Gedik açmak. Farz… ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU!
*
HAYAT-Varlık ve ilim, Allah tarafından bilinmek, kul tarafından bilmek için… DİVAN Edebiyatı şâirlerinden HAYÂLÎ: “O mâhiler ki, derya içredirler deryayı bilmezler”… Dangul dungul bir hayat sürüşle, “bildiğim birşey varsa, hiçbirşey bilmiyorum!” hikmetine garkolmuşun her ikisi de bu mısrada… GEDA: Dilenci. Talib. Suâl eden… Divan Edebiyatı şâirlerinden GEVHER: Demişsin gedâma (sormam üzerine) selâm et benden / Ey şîrin zebânım (dillim) aleyküm selâm… DİVAN Edebiyatı şâirlerinden FITNAT Hanım: Ey Mefhar-ı Enbiyâ vü Sâhib-i Mirâc / Sultân u gedâ dergehine hep muhtâç… “Ey Enbiyaların övdüğü ve Mirâc Sahibi — Sultan ve dilenci dergâhına hep muhtâç”… DİVAN Edebiyatı şâirlerinden ŞEYHÎ: Gedâ kanda vü kanda şâh-ı âlem / Kanı mâhî ve kanda mâh-ı âlem… “Sual eden nerede ve nerde Şâh-ı Alem / Hâni mahî ve nerde Mâh-ı Âlem”… MAH-I Âlem: Allah Sevgilisi.  


Baran Dergisi 282. Sayı